1.CİLD 217.MEKTÛB - kainatingunesi.com

 

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

217.MEKTÛB

 

Bu mektûb, molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmış olup, bâtının [kalbin, ruhun] hâli ne kadar bilinmezse, o kadar iyidir ve Evliyânın keşflerinde hatâ olmasının sebebini, (Kaza-i mu’allak) ile (Kaza-i mübrem)i ve dinde güvenilecek şeyin yalnız Kitap ve Sünnet olduğu bildirilmektedir:

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim ve Peygamberlerin seyyidine salât ve tertemiz akrabâsına selâm ederim! Uzun zamandan beri, hâlinizi bildirmediniz. Her ne şekilde olursanız olunuz, doğru yoldan sapmamalısınız. Îman edilecek şeylerde ve ibâdetlerde ve her işte, islâmiyetten kıl kadar ayrılmamaya, çok dikkat etmelisiniz. Kalbin nisbetini [bağlılığını] korumak ve büyüklerimizin gösterdiği şekilde temizlenmesine çalışmak da, çok mühimdir. Kalbin hâli ne kadar gizli kalırsa, o kadar iyidir ve cehâlet, hayret arttıkca, güzel olur. Çünki, Allahü teâlâya âid bilgiler ve ismlerinden kalbe doğan marifetler, tesavvuf yolunun ortalarında hâsıl olup, nihâyete doğru azalır. Vâsıl olduktan sonra, büsbütün yok olur. Allahü teâlâyı tanıyamamak ve Ona kavuşamamaktan başka, hiçbir kazanç kalmaz. Hele dünyaya, mahlûklara âid keşflere [bilgilere], ne diyelim ki, zaten bunlar, çok vakt yanlış olur. Böyle bilgilerin olması ve olmaması müsâvîdir.

Süâl: Evliyânın , mahlûklara âid bilgileri, çok vakt yanlış oluyor ve kalbine doğan bilginin tersi, hâsıl oluyor. Meselâ, bir kimsenin bir ay sonra öleceğini veya yolcunun geleceğini haber veriyorlar. Bunlar olmuyor. Bunun sebebi nedir?

Cevâb: Velînin kalbine gelen bilgi, haber verilen iş, çok defa şartlara bağlı olur. O Velî, o ânda, o şartları anlıyamaz. O şeyin, şartsız olarak, her hâlde meydana geleceğini sanır. Bundan başka (Levh-i mahfûz)da yazılı, ileride olacak bir işi, ârife [yâni Velîye] gösterirler. Fakat o iş, değiŞtirilebilen, silinip yeniden yazılabilen şeylerdendir. (Kaza-i mu’allak) gibidir. Ârif, o işin, bir şarta bağlı olduğunu, silinebilecek şeylerden olduğunu anlıyamayıp, elbette hâsıl olacağını sanır ve gördüğünü haber verir. Böylece, o iş de, hâsıl olmıyabilir. İşittiğimize göre, Cebrâîl , bir gün, Peygamberimize gelip, bir gencin, yarın sabah, erkenden öleceğini haber verir. Peygamber efendimiz, bu gence acıyıp, huzur-i saadetlerine çağırır. Ne isteği olduğunu sorar. (Bir kız ile evlenmek ve bir de, tatlı isterim) der. Emr buyurup, ikisini de hemen hazırlarlar. Genç, o gece, odasında âilesi ile oturmuş, tatlı yanlarında iken, kapıya bir fakir gelip, (Açım, Allah rızası için bir şey verin!) der. Genç, tatlının hepsini, fakire sadaka verir. Sabah olunca, Peygamberimiz , gencin ölüm haberini bekler. Uzun zaman, haber gelmeyince, birini gönderip sorar. Gencin sağ ve keyf yapmakta olduğunu söylerler. Hayret eder. O sırada, Cebrâîl  gelir. Ona sorar. Cebrâîl , (Gencin tatlıyı sadaka vermesi, gelmekte olan belâyı geri çevirdi) der ve gencin yasdığı altında, büyük bir yılanı ölü olarak bulurlar. Bu haber, bu fakire hoş gelmiyor. Cebrâîl aleyhisselâmın yanılmasını câiz görmiyorum. Yâhud, Cebrâîl aleyhisselâmın mâsum olması, emîn olması ve hiç yanılmaması, vahy şeklinde getirdiği şeylerdedir. Yâni, Allahü teâlâ tarafından indirdiği şeylerde, yanlışlık ihtimali yoktur. Bu genç için getirdiği haber ise vahy değildir. Levh-i mahfûzda görüp öğrendiği birşeyi haber vermiştir. Levh-i mahfûzda yazılı şeyler, silinip değiştirilebildiğinden, buradan öğrenilen haberler yanlış olabilir. Allahü teâlâ tarafından getirilen şeylerin ise, yanlış olmak ihtimali yoktur. Şehâdet ile ihbâr arasında fark vardır. İslâmiyyette, şâhit olmak kabûl olunur. Haber vermeğe ise güvenilmez.

Kaza, yâni Allahü teâlânın yaratacağı şeyler, iki kısmdır: (Kaza-i mu’allak), (Kaza-i mübrem). Birincisi, şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler demektir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. İkincisi, şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir sûretle değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Sözümüz değiştirilmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, kaza-i mübremi bildirmektedir. Kaza-i mu’allak için de, Ra’d sûresinde, (Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar) meâlindeki, yirmidokuzuncu âyet-i kerime vardır. Hocam, Muhammed Bâkî-billah buyurdu ki, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, bazı kitaplarında buyurmuş ki, (Kaza-i mübremi kimse değiştiremez. Fakat ben, istersem, onu da değiştirebilirim). Bu söze şaşar ve olacak şey değildir derdi. Hocamın bu sözü, uzun zamandan beri, zihnimi kurcalamıştı. Nihâyet, Allahü teâlâ, bu fakiri de, bu nîmeti ihsân etmekle şereflendirdi. Bir gün, sevdiklerimden birine, bir belâ geleceği, ilhâm olundu. Bu belânın geri döndürülmesi için, cenâb-ı Hakka çok yalvardım. Bütün varlığım ile, Ona sığındım. Korkarak, sızlıyarak, çok uğraştım. Bu belânın, Levh-i mahfûzda kaza-i mu’allak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümmîdim kırıldı. Abdülkâdir-i Geylânînin sözü hâtırıma geldi. İkinci defa olarak, tekrar sığındım, çok yalvardım. Aczimi, zevallılığımı göstererek niyâz ettim. Lutf ve ihsân ederek kaza-i mu’allakın iki dürlü olduğunu bildirdiler: Birisinin şarta bağlı olduğu, levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin şarta bağlı olduğunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda, kaza-i mübrem gibi görülmektedir ki, bu kaza-i mu’allak da, birincisi gibi değiştirilebilir. Bunu anlayınca, Abdülkâdir-i Geylânînin sözündeki, kaza-i mübremin, bu ikinci kısm kaza-i mu’allak olduğunu ve kaza-i mübrem şeklinde görüldüğünü, yoksa, hakîkî kaza-i mübremi değiştiririm demediğini anladım. Böyle kaza-i mu’allakı, pekaz kimseye tanıtmışlardır. Yâ, bunu değiştirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye, gelmekte olan belânın, bu son kısm kazadan olduğunu anladım ve Hak “sübhânehu ve teâlâ”nın bu belâyı geri çevirdiği mâlûm oldu. Allahü teâlâya, bunun için çok şükr olsun! Ona sevdiği ve beğendiği gibi şükrler olsun ve bütün insanların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâya  ve Ona yakın olanların ve Eshâbının hepsine  salât ve selâm ve tehıyyetler olsun! Allahü teâlâ, Onu âlemlere rahmet olarak gönderdi. Yâ Rabbî! Kalblerimizi Onun sevgisi ile doldur. Hepimizi Onun yolunda bulundur! Bu düâya âmîn diyenlere, Allahü teâlâ merhamet etsin!

Evliyânın kalbine gelen ilhâmlardan bazısının yanlış olması, şundan da ileri gelir ki, ilhâm olunan bilgilere benziyen, bazı yanlış başlangıçlar, hâtırına gelir. Bunları doğru sanır ve ilhâm olunan şeylere karıştırır. Böylece, ilhâm doğruluğunu gayb eder. Bâzan da, keşflerde, rü’yâlarda, gizli şeyler, kendisine gösterilir. Bunları gördüğü gibi olacak sanır. Hâlbuki, onlara manâ vermek, tabîr etmek lâzım geldiğini bilemez. Bunun için, söylediği şeyler meydana çıkmaz. İşte böyle sebeblerden dolayı, keşf ve ilhâmlar, hatâlı olmaktadır.

Hiç yanlış olmıyan, güvenilecek, yalnız Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerdir. Çünki her ikisi de, elbette doğru olan, vahy ile bildirilmiştir. Yâni melek ile indirilmiştir. Âlimlerin söz birliği ve müctehidlerin ictihâdı da, bu iki doğru kaynaktan alınmıştır. İşte, islâmiyetin bu dört temeli dışında kalan bilgiler, her ne olursa olsun, bu dört esasa uygun ise, kabûl edilir. Uygun olmıyanlar, Evliyânın ilimleri, marifetleri, keşfleri olsa da, [fen adamı olarak geçinen, fen taklîdcilerinin, tecribe ve isbât edilmiş bilgiler arasına, bozuk düşünceleri ile karıştırdıkları, hipotez, teori bile olmıyan sözleri olsa da], kabûl olunmaz.

[(Berîka) kitabının doksandördüncü sayfasında diyor ki, (Edille-i şer’ıyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yâni dört mezhebden birinde olanlar için delîl, senet, bulunduğu mezheb reîsinin ictihâdı ve sözüdür. Çünki mukallidler, âyetten ve hadisden ahkâm çıkaramaz. Bunun içindir ki, mezheb imamının sözü, Nassa yâni âyete ve hadise uymuyor göründüğü zaman mezheb imamının sözüne uyulur. Çünki (Nass) ictihâd istiyebilir. Yâhud, başka nassla değişmesi, tevil edilmesi, yanlış birşey olması, nesh edilmiş olması mümkindir. Bunları da ancak müctehid anlıyabilir)].

Tesavvuf yolunda bulunanların vecd ve hâlleri, keşf ve ilhâmları [ve fen taklîdcilerinin faraziye ve nazariyyeleri] islâmiyet terâzîsi ile dartılmadıkca, on para etmez. Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerif mi’yârı ile yoklamadıkça, kabûl edilmez. [Evliyânın keşf ve ilhâm ile edindikleri bazı bilgilerinde yanlışlık bulunabileceğini işiterek, bu büyüklerin, islâmiyeti bildiren sözlerine inanılmaz demek, pek câhillik olur. Bunların, Kur’an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden ve din imamlarından verdikleri haberler şübhesiz sağlam ve doğrudur. Meselâ, Abdülkâdir-i Geylânînin , (Beş vakt namazın sünnetleri yerine, kaza namazlarını kılıp, kazaları bir ân önce bitirmek lâzımdır) sözü, keşf ve ilhâm olmayıp, islâmiyeti bildirmektedir ve Ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur . Din bilgilerini, ilhâm, keşf sanıp, Evliyânın senet, vesika değerindeki sözlerine inanmıyan kimse helâk olur.]

Tesavvuf yoluna girmek ve bu yolda ilerlemek islâmiyetin bildirdiği şeylere, kalbin yakîn hâsıl etmesi, hakîkî îmana kavuşması içindir ve islâmiyetin emrlerini kolaylıkla, seve seve yapmak içindir. Bu ikisinden başka şeyler kazanmak için değildir. Çünki, Allahü teâlâyı görmek, âhırette vaat edildi. Dünyada görülemez. Tesavvufcuların müşâhede, tecellî diyerek övdükleri görünüşler, zıl ile, gölge ile avunmaktır. Benzeterek, sanarak, boşuna sevinmektir. Allahü teâlâ, (Verâ-ül-verâ)dır. Yâni ötelerin ötesidir. Müşâhede ve tecellî dedikleri görünüşlerin iç yüzünü bildirirsem, bu yola yeni girenlerin çalışmaktan vazgeçmelerinden, şevk ve heveslerinin gevşemesinden korkarım. Fakat, hiç ağzımı açmazsam, bildiğim hâlde, herkesin yanlış şeyleri hakîkat sanmalarına göz yummuş olmaklığımdan da korkuyorum. Onun için, tekrar söyliyeyim ki, tesavvufcuların müşâhedelerini, tecellîlerini, kelîmullah hazret-i Mûsânın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” şâhit olduğu, Tûr dağına olan tecellî ile karşılaştırmalı. Ona benzemeyince, gölgenin, hayâlin, asl ve hakîkat sanıldığı anlaşılmalıdır. O tecellîye benzemiyecekleri şübhesizdir. Çünki, O ve Onun tecellîsi, mahlûklara âid sıfatlardan, kaydlardan münezzehdir. Bu dünyada ise, bu kaydlardan sıyrılmak mümkin değildir. İster kalbe tecellî olsun, ister dışarda tecellî olsun, bu kaydlar karışacaktır. Hâtem-ül-Enbiyâ, bundan ayrıdır. O, dünyada gördü ve kıl kadar değişmedi. Evet, Onun yolunda gidenlerin büyüklerine dünyada, bu nîmet nasip olur ise de, sayısız zıllerden, perdelerden birinin gerisinde olmaktadır. Tecellîye kavuşan, bunu anlasa da, anlamasa da bunlara perdesiz tecellî olamaz. Kelîmullah kendine tecellî etmediği hâlde, Tûr dağına olan tecellîyi görünce bayıldı, düştü. Başkaları kim bilir ne olur?

Şunu da bildireyim ki, sevdiklerimizden birine, talebeyi yetiştirmek için, izn vermekten maksad, îmanın gevşediği, çok kimselerin yoldan çıktığı, din bilgilerinin unutulduğu, bu fırtınalı zamanda, müslüman evlatlarına Allah yolunu göstermesi, kendisinin de, talebesi ile uğraşırken, onlarla birlikte, ilerlemesi içindir. Bu inceliği iyi anlamalı ve ömrde geri kalan birkaç günlük fırsatta, çalışarak, talebe ile birlikte, nîmete kavuşmalıdır. Yoksa, bu izni, büyüklük ve olgunluk alâmeti sanıp, maksaddan mahrum kalmamalıdır. Bizim vazîfemiz bildirmektir. Vesselâm.