1.CİLD 234.MEKTÛB - kainatingunesi.com

 

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

234.MEKTÛB

 

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, marifetler kaynağı, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerin sahibi olan büyük oğlu şeyh Muhammed Sâdıka yazılmıştır. Allahü teâlânın kendisi varlıktır. Mahlûkların aslları ise yokluktur. Kendini anlıyan, Allahü teâlâyı bilir. Tecellî-i zâtîyi ve Nûr âyetindeki incelikleri bildirmektedir:

[İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektûbda, Allahü teâlânın hakîkati vücûddür demiş ise de, birinci cildin ikiyüzaltmışıncı [260] mektûbunda, bu sözüne tevbe etmiş, (Böyle olmadığını sonradan anladım) buyurmuştur].

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! Kıymetli oğlum! Hak teâlânın hakîkati, yalnız vücûddür. [(Vücûd) var olmak demektir.] Allahü teâlânın bu vücûdü, her hayrın, her kemâlin kaynağıdır ve her güzelliğin başlangıcıdır. Bu vücûd, bir hakîkî cüz’dür. Bir basîttir ki, buna hiçbirşey karışmış, hiçbirşeyle birleşmiş değildir. Böyle olmadığı gibi, olması düşünülemez de. İnsan, Allahü teâlânın bu vücûdünü anlıyamaz. Zat-i teâlânın aynıdır. Ondan başka değildir. Aynıdır demek bile, başkalığı düşündürebilir. Aynıdır da denilemez. Zat ile birlikte olan vücûd, bu anlaşılamıyan vücûdün zılli, görüntülerindendir. Bu ikinci vücûd, Zat-i teâlânın ve mahlûkların varlıklarından başka bir varlıktır. Bu ikinci vücûd, Allahü teâlânın hakîkati olan vücûdün, aşağı mertebelerde meydana çıkmasıdır. Bu çeşidli görüntülerin en yükseği, en birincisi ve en üstünü, Zat-i teâlânın vücûdüdür. Demek ki, Allahü teâlânın hakîkati vücûddür denilebilir. Fakat, Allahü teâlâ, o mertebede mevcuttur denilemez. Zıl mertebesinde, Allahü teâlâ mevcuttur denilebilir. Fakat, Allahü teâlâ vücûddür denilemez. Tesavvufculardan vücûd, zattan başka değildir diyenler, ikisi arasındaki başkalığı göremediler, zılli asldan ayıramadılar. Bunlar ve felsefeciler, zattan başka olan ve olmıyan vücûdleri birbirlerinden ayıramadılar. Vücûdün başka olduğunu çok güc söylediler. İşin doğrusu, Allahü teâlânın bize ilhâm eylediğidir. Vücûdün böyle asl ve zıl olarak başka başka olması, öteki sıfatların da asl ve zıl olmaları gibidir. Aslların mertebesi, icmâl, topluluk ve anlaşılamamak mertebesidir. Sıfatların bu aslları, Allahü teâlâdan başka değildirler. Bu mertebede, Allahü teâlâ ilimdir denilebilir. Fakat böyle söylemek de, bir zıl mertebesi olur. Çünki zat mertebesinde, Allahü teâlâya hiçbirşey söylenemez. Allahü teâlâ âlimdir de denilemez. Çünki ilmin Ondan başkalığını gösterir. Bu makamda başkalık hiç yoktur. Başkalık, zıl mertebelerinde olur. Burada zıl yoktur. Çünki, te’ayyün-i evvelin pekçok üstündedir. Çünki topluca bir bağlantı, bu te’ayyünde bulunur. Bu makamda, hiçbir bakımdan, hiçbirşey düşünülemez. Bu topluluğun açıklanması demek olan zıl mertebesinde, başkalık söylenebilir. Uygunluk söylenemez. Fakat bu mertebede, sıfatların uygunluğu, vücûdün uygun olmasından ileri gelir. Bu vücûd, her iyiliğin ve kemâlin başlangıcıdır. Her güzelliğin ve düzenin kaynağıdır. Bu fakir mektûblarımda ve kitaplarımda, vücûd zattan başkadır dediğim zaman, zıl olan vücûdün başka olduğunu bildirmiştim. Bu zıl olan vücûd de, dışardaki [ilimdeki değil] her varlığın başlangıcıdır. Bu vücûde mâlik olan mahiyetler, hâricde var olan mertebelerin her mertebesinde bulunurlar. Bunu iyi anlamalı. Birçok yerde işe yarar.

Görülüyor ki, Allahü teâlânın sekiz sıfatı da dışarda vardır. Mahlûklar da dışarda vardır.

Ey oğlum! İnce bilgileri dinle! Allahü teâlânın kemâlleri, Zat-i ilâhî mertebesinde, zattan başka değildirler. Meselâ ilim sıfatı, o mertebede, Zat-i teâlâdan başka değildir. Bunun gibi, zatın hepsi kudrettir. Zatın bir parçası ilim, başka bir parçası kudret değildir. Orada parçalanmak, ayrılmak yoktur. Zatta böyle olan bütün kemâller, ilim mertebesinde genişlemişler, birbirinden ayrılmışlardır. Zat-i ilâhîde, o basîtlik, o toplu kemâller hiç değişmeksizin, ilim sıfatında hepsi dağılmışlardır. Zatta bulunan bütün kemâller, üstünlükler, ilimde de yerleşmişlerdir. İlimdeki bu kemâllerin de, zılleri vardır. Bu zıllere (Sıfatlar) denilmiştir. Bunların da asl kaynağı Zat-i teâlâ olduğundan, Zat-i teâlânın varlığı ile vardırlar. (Füsûs) kitabının sahibi, birbirlerinden ayrı olarak ilimde bulunan, yâni (Vücûd-i ilmî)leri olan kemâllere, (A’yân-i sâbite) demiştir. Bu fakire göre, mümkinlerin, yâni mahlûkların hakîkatleri, ademlerle bu ademlere yerleşmiş olan kemâllerin zılleridir. (Adem), yokluk demek olup, her kötülüğün, her bozukluğun kaynağıdır. Bunu biraz açıklıyalım. Cân kulağı ile dinleyiniz! Adem, vücûdün karşılığıdır. Yâni yokluk, varlığın tâm tersidir. Ona bütün bütün aykırıdır. Bunun için, her kötülüğün, her bozukluğun başlangıcıdır. Hattâ kötülüklerin, bozuklukların tâ kendisidir. Vücud, toplu iken, her iyiliğin, her üstünlüğün tâ kendisi olduğu gibidir. O asl mertebede, vücûd, zattan başka olmadığı gibi, o vücûdün tersi olan adem de, yokluk mahiyetinden başka değildir. O mertebede, o mahiyete yok denilemez. Tâm yokluktur. Bu yokluk mahiyetinin ilm-i ilâhîde ayrıldığı mertebelerde, bu mahiyetten hâsıl olan parçalara yok denilebilir. Bunlar o mahiyetten başkadırlar denilebilir. O toplu olan yokluk mahiyetinden meydana gelmiş gibi olan ve bu mahiyetin zılli gibi olan adem, o zıllerin her parçasında başka başkadır. Bunu daha aşağıda açıklıyacağız. Bu adem, o toplu mertebede, her kötülüğün, her bozukluğun tâm kendileri olduğundan ve ilm-i ilâhîde, her kötülük, başka kötülüklerden ayrı olduğundan, ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan herbir kemâl ve her bir hayr karşılarında bulunan herbir kötülük üzerine aks etmiş, birbirleri ile birleşmişlerdir. Herbiri kötülük ve bozukluk olan ademler, kendileri ile birleşmiş olan kemâller ile birlikte, mümkinlerin, yâni mahlûkların mahiyetleri, yâni aslları olmuşturlar. Böyle olmakla berâber, bu ademler, bu mahiyetlerin aslları, özleri gibidirler. Bu kemâller ise, bunların özellikleri gibidirler. İşte bu fakire göre, (A’yân-ı sâbite), bu ademler ve bunlarla birleşmiş olan kemâllerin her ikisidir. Her dilediğine gücü yeten Allahü teâlâ, bu yokluk mahiyetlerini bütün lüzûmlu şeyleri ile birlikte ve ilm-i ilâhîde bu ademlere aks etmiş olan vücûd zıllerinin kemâlleri ile birlikte, mümkinlerin, mahiyetleri yapmıştır. Dilediği zaman, bu mahiyetleri, ilimdeki vücûd zılline yaklaştırarak, dışardaki varlıkları yaratmıştır. Bu mahiyetleri, dışardaki varlıklara başlangıç eylemiştir.

Mümkinlerin a’yân-ı sâbitesi olan ve onların mahiyetleri olan, ilm-i ilâhîdeki bu sûretleri, ilimdeki vücûd zıllerine yaklaştırmak demek, ilimdeki sûretlerin ilimden çıkarak dışarıda var olmaları demek değildir. Böyle şey olamaz. Allahü teâlânın ilminden dışarda olmak, Allahü teâlânın câhil olması demektir. Mümkinler dışarıda, ilimdeki sûretlere tâm uygun olarak, dışarda ayrıca var olurlar demektir. İlimdeki varlıktan başka, onlara tâm uygun olarak, dışarda da, ayrıca var olurlar. Sanki, marangoz ustası, masanın şeklini zihnde düşünür. Onun gibi bir masayı dışarda yapması gibidir. Masanın zihndeki şekli, masanın mahiyeti demektir. Bu mahiyet marangozun zihninden dışarı çıkmamıştır. Zihndeki o şekle tâm uygun olarak, dışarda da, ayrıca bir masa vücûde gelmiştir.

Her adem, vücûdün kemâllerinin, kendine tâm karşı bulunan ve kendisine aks etmiş olan zıllerinden bir zılle yaklaşarak, dışarda var olmuş, zînet hâsıl etmiştir. Tâm adem, böyle değildir. Bu kemâllerin zıllerine karşı olmaz. Onlarla birleşerek, dışarda bir vücûd kazanamaz. Çünki, bu zıllerin karşısında değildir. Eğer, karşılığı bulunmasaydı, asl vücûde karşı olurdu. Hâlbuki, zâttan başka olmıyan bu asl vücûdün karşısında birşey bulunamaz.

Tâm marifet sahibi olan bir ârif, asl vücûde ilerlerse, tam ademe iner. Böylece, bu ademin de, o hazretle bağlantısı olur. Zînetlenmiş olur. Güzelleşmiş olur. O vakt, ârifin kendi mertebeleri demek olan, kendi ademlerinin bütün mertebeleri, topluca olsun, ayrı ayrı olsun, hepsi güzel ve iyi olurlar. Kemâl ve cemâl hâsıl ederler. Bütün mertebelerinin iyi, güzel olması, yalnız böyle ârif içindir. Ondan başkasında, iyilik olursa, yâ ayrı ayrı ayrılmış ademlerin birkaç mertebesinde olur veya ayrı ayrı bütün mertebelerinde görülür. Bu ikincisi de, çok az bulunur. Fakat, her çeşid kötülük ve bozukluktan başka birşey olmıyan tâm ve toplu ademin iyi ve güzel olması, yalnız bu ârif içindir. Bu ârifin şeytanı da, tâm iyi olarak, islâmın güzelliğine kavuşur. Nefs-i emmâresi mutmeinne olur. Mevlâsından râzı olur. Bunun içindir ki, Peygamberlerin efendisi, (Benim şeytanım müslüman oldu) buyurdu. Bundan sonra, gazâda, hiçbir gâzî ondan daha ileri olamaz. İyilikleri şeytan kadar gösteremez. Sübhânallah! Bu fakirden elinde olmıyarak öyle marifetler hâsıl oldu ki, çokları toplanarak çalışsalar, bir benzerine kavuşamazlar. Geleceği haber verilmiş olan hazret-i Mehdînin de bu marifetlerden çok pay alacağı umulur. Fârisî beyt tercemesi:

Pâdişâh, koca karı kapısına,

gelirse ey yeğit, sen buna şaşma!

 

En güzel yaratıcı olan Allahü teâlâ, çok mubârek, pek mukaddesdir. Yaratıcı sanılanlara benzemez. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Görülüyor ki, mümkinlerin zatları, aslları, ademlerdir. Vücûdün kemâllerinin zılleri bu ademlere aks ederek, bunları süslemiştir. Böyle olduğu için, mümkinlerin zatları, her kötülüğün, bozukluğun kaynağıdır. Her çirkinliğin, kusurun yeri olmuşlardır. Mümkinlerde yerleştirilmiş olan her iyilik, her kemâl, asl vücûdden ödünç olarak gelmiştir. Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Sana gelen her iyilik, Allahü teâlâdandır. Sana gelen her çirkinlik de, kendindendir) buyuruldu. Allahü teâlânın ihsânı ile, bir kimse, kendindeki iyiliklerin ödünc olarak verilmiş olduklarını görürse, üstünlüklerinin başkasından olduğunu anlarsa, kendini yalnız kötülük bulur. Tâm kusur bilir. Kendinde hiçbir kemâl göremez. Aks yolu ile geldiklerini bile göremez. Çıplak kimsenin ödünc çamaşır giymesi gibi olur. Çamaşırların ödünc olduğu, kendisini o kadar kaplamıştır ki, hepsini sahibinde sanır. Kendini çıplak bulur. Üzerinde çamaşır var ise de, kendini çıplak sanır. Böyle görüş sahibi olan zat (Abdiyyet) kulluk, makamı ile şereflenir. Bu makam, vilâyet makamlarının en üstünüdür.

TENBÎH: Kötülükle iyiliğin ve aşağılıkla üstünlüğün böyle biraraya gelmeleri, vücûd ile ademin bir araya gelmesidir. Bu ise, iki ters şeyin biraraya gelmesi değildir. Bunun için, olmıyacak şey sanılmamalıdır. Çünki tâm vücûdün tersi, tâm ademdir. Zıl mertebelerinde ise, tâm vücûdden aşağı doğru, derece derece inilmiştir. Adem tarafında da, en aşağı olan tâm ademden yukarı doğru basamak basamak yükselmişlerdir. [Bunların birleşmeleri, metal atomları ile ametal atomlarının birleşmeleri gibi, çekirdeklerindeki artı elektriklerin birbirlerini itme kuvvetleri, elektron kuvvetleri ile azalarak birbirlerini çekmeğe başlamışlar, iyon şebekesi hâsıl etmişlerdir. Atom çekirdeklerindeki protonları biraraya toplayan ve] İyilik nûrları ile kötülük karanlıklarını biraraya getiren Allahü teâlâyı tesbîh ederiz. Hiçbir ayb ve kusuru Ona kondurmayız.

Süâl: Biraz yukarıda, tâm ademin de, tâm vücûde yakın olduğu yazılı idi. Tâm iki zıd, iki ters birleşmiş olmuyor mu?

Cevâb: İki zıd şey, bir yerde birleşemez. Birinin, öteki yardımı ile durması ve birinin öteki tersi ile sıfatlanması olamaz değildir. Adem, mevcut olabilir. Vücûd ile yakînlik hâsıl edebilir.

Süâl: Adem, nazarî, teorik birşeydir. Bunun dışarda var olması, ne demektir?

Cevâb: Adem, yâni yokluk deyince, hâtıra gelen şey teoriktir, hayâldedir. Fakat, ademin çeşidlerinden birinin sonradan var olmasını söylemek niçin bozuk olsun? Eski Yunan felsefecilerinin vücûd için söyledikleri de böyledir ki, vücûd, Vâcib-ül-vücûdün zâtından başkadır. Çünki vücûd, teorik birşeydir, dışarda bulunamaz. Vâcib-ül-vücûdün kendisi ise, dışarda vardır. Bunun için ikisi başka başkadır diyorlar. Bunlara cevâb olarak da deniliyor ki, vücûd deyince akla gelen şey nazarîdir, dışarda yoktur. Fakat, vücûdün çeşidlerinden biri böyle değildir. Bunun için, vücûdün parçalarından biri dışarda bulunabilir.

Süâl: Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın sekiz hakîkî sıfatı, zıl mertebelerinde vardır. Asl mertebesinde vücûdleri yoktur. Bu ise, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uygun değildir. Allahü teâlâ, o âlimlerin çalışmalarına karşılık bol bol iyilikler versin! Çünki, bu âlimler sıfatların Zâttan hiç ayrılmadıklarını ve hiç ayrılamıyacaklarını bildirmişlerdir.

Cevâb: Söylediklerimizden, ayrılabilecekleri anlaşılmaz. Çünki bu zıl, o asla lâzımdır. Ondan ayrılamaz. Böyle olmakla berâber, yalnız Zat-i teâlâyı arayan, ismleri ve sıfatları hiç düşünmiyen bir ârif, o mertebede yalnız zatı bulur. Hiçbir sıfatı düşünmez. Bu, o zaman sıfatlar bulunmaz demek değildir. Görülüyor ki, ârife göre, sıfatlar, Zat-i ilâhîden ayrılmış gibi sanılmaktadır. Dışarda ayrılmış değildirler. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin  bildirdiklerine uygun olur. Bunu iyi anlamalıdır.

Bu açıklamalardan sonra, (Kendini tanıyan, Rabbini tanır) sözü iyi anlaşılır. [İbni Hacer-i Mekkî , bu sözün sahibinin hazret-i Ali “radıyallahü anh” olduğunu bildiriyor. Mâverdî, (Edeb-üd-dünya) kitabında bunun hadis-i şerif olduğunu yazmaktadır. Demek ki, ibni Hacerin sözü, bunun hadis-i şerif olmadığını göstermemektedir.] Çünki bir kimse, kendisini kötü olarak ve aşağı olarak tanıyınca ve kendisinde bulunan her iyiliğin ve üstünlüğün Vâcib-ül-vücûd hazretleri tarafından ödünç verilmiş olduğunu anlayınca, Hak teâlâyı iyi ve üstün ve güzel olarak tanır.

Buraya kadar yapılan açıklamalar anlaşılınca, Nûr sûresindeki, (Allahü teâlâ, yerin ve göklerin nûrudur) meâlindeki âyet-i kerimenin özü meydana çıkar. Çünki, mümkinlerin hepsi ademlerdir. Ademler de hep kötülük ve aşağılıktır. Mümkinlerdeki iyilik ve üstünlük ve güzellik ve düzgünlük, Allahü teâlânın kendisi olan vücûdden gelmiştir. Bu vücûd, iyiliklerin ve üstünlüklerin kaynağıdır. Bu anlaşılınca, göklerin ve yerin nûru bu vücûddür. Bu vücûd, Vâcib-i teâlânın kendisidir. Bu nûr, göklerde ve yerde, zıllerinin yardımı ile bulunduğundan, zıllerin yardımı olmaksızın, doğrudan doğruya bulunduğunu sanmamak için, bu nûru bir misâl ile anlatmaktadır. (Onun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıklı fitil cam bir kandil içindedir…) meâlindeki âyet-i kerimeyi inşâallah başka bir mektûbda uzun açıklayacağız. Çünki, uzun yazılacak şeyler vardır. Bu mektûbumuza sığdıramayacağız. Âyet-i kerimeleri böyle açıklamaya (Tevil) denir.

Kur’an-ı kerimin tefsîri, ancak Resûlullahdan işitildiği gibi yapılabilir. (Kur’an-ı kerimi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur) hadis-i şerifi, bunu bildirmektedir. (Tevil) böyle değildir. Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun olmak şartı ile, her âlim, anladığı gibi tevil yapabilir.

Mümkinlerin aslları, kendileri ademlerdir dedik. Mümkinlerin aşağı, bozuk sıfatları, bu ademlerden, Allahü teâlânın îcâd etmesiyle hâsıl olur. Mümkinlerdeki iyilikler ve üstünlükler, vücûdün kemâllerinin zıllerinden ödünc olarak alınmıştır ve Allahü teâlânın îcâdı ile hâsıl olmaktadırlar.

Birşeyin iyi veya kötü olduğunu anlamak kolaydır. Âhıret için olan şeyler, güzel görünmeseler bile, güzeldir. Dünya için olan şeyler, güzel görünseler, tatlı ve iyi anlaşılsalar bile çirkindir. Dünyanın yaldızlı güzellikleri, hep böyledir. Bunun içindir ki, islâmiyette oğlanların ve yabancı kadınların güzelliğine istek ve şehvetle bakmak yasak edilmiştir. Dünyanın yaldızlı, güzel görünen bütün pislikleri böyledir. Bunlar hep ademden hâsıl olur. Ademden ise, hep kötülük ve bozukluk meydana gelir. Eğer bu güzellikler, bu iyilikler, vücûdün kemâllerinden olsa idi, yasak edilmezlerdi. Yalnız şurası var ki, asl dururken zılle bakmak çirkin olacağı için, yasak edilebilir ise de, bu yasaklık, ademden olan kötülüklerin yasaklığı gibi haram olmaz, yapmaktan ise, yapmamak daha iyi olur. Görülüyor ki, dünyadaki güzellerin güzellikleri, vücûdün güzelliğinin zılleri değildir. Ademler, kemâllerin yanında bulunmakla güzel görünmeğe başlamışlardır. Ademin herşeyi gibi, bu güzel görünüşü de çirkin ve kötüdür. Şeker kaplanmış zehre benzer. Yaldızlanmış necâset gibidir.

İslâmiyyetin, nikâh edilen güzel kadınlarla ve güzel câriyelerle eğlenmeğe izn vermesi, çocuk elde etmek ve insanları üretmek içindir. Âlemdeki düzenin bozulmaması için buna izn verilmiştir.

Tesavvufculardan birçoğu, güzel yüzlere, tatlı seslere bağlanmışlar. Bu güzelliklerin, Vâcib-ül-vücûd teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kemâllerinden ödünc verilen güzellikler olduğunu sanarak, bunlara bağlanmağı iyi ve güzel bilmişler. Hattâ, tesavvuf yolunda ilerlemek için yardımcı sanmışlardır. Bu fakirin anladığı böyle değildir. Yukarda biraz bildirilmiştir. Şuna çok şaşılır ki, bunlardan birkaçı, bu yanlış hareketlerini haklı göstermek için vesika da göstermeğe kalkışıyor. (Oğlanlardan sakınınız! Çünki onlardaki güzellik, Allahü teâlânın güzelliği gibidir) sözünü ileri sürüyorlar. Allahü teâlânın güzelliği gibidir sözü, bunları şübheye düşürmektedir. Hâlbuki bu söz, onlara yardımcı olmuyor. Onların yanlış anladıklarını bildiriyor. Bu fakirin anlayışının da doğru olduğunu gösteriyor. Çünki (Sakınınız!) buyurmakta, onlara bakmayı yasak etmektedir. Bunun yanlış anlaşılabileceğini de anlatmak için (Onların güzelliği, Hak teâlânın güzelliği gibidir. Onun güzelliği değildir) buyurmaktadır. Böylece, yanlış anlaşılmasını önlemektedir. Resûlullah , (Dünya ve âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Bu ikisinden birisini râzı edersen, öteki gücenir) buyurdu. Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, dünyanın güzelliği ile âhıretin güzelliği birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Herkes bilir ki, dünya güzelliğini, islâmiyet beğenmez. Âhıret güzelliğini beğenir. O hâlde, dünya güzelliği kötüdür. Âhıret güzelliği iyidir. Birincisi ademden, ikincisi vücûdden hâsıl olmaktadır. Evet, bazı şeyler vardır ki, bir bakımdan dünyadandır, başka bir bakımdan âhırettendir. Bu şeyler, birinci bakımdan çirkindir. İkinci bakımdan güzeldir. Bu iki bakımı birbirinden ayırmak ve herbirinin güzelliğini ve çirkinliğini anlamak, islâmiyeti bilmekle olur. Haşr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlullahın emr ettiklerini yapınız! Yasak ettiklerinden sakınınız!) buyuruldu. Resûlullah buyurdu ki, (Dünya yaratıldığı zamandan beri, Hak teâlâ ona beğenerek bakmamıştır. Hak teâlâ onu beğenmez). Bu hadis-i şerifde dünyada ademden hâsıl olan kötülüklerin, çirkinliklerin ve bozuklukların beğenilmediği bildirilmektedir. Adem her kötülüğün ve her bozukluğun yeridir. Bunun için dünyanın güzelliği, tatlılığı ve tâzeliği kıymetsizdir. Allahü teâlâ, bunlardan râzı değildir. Allahü teâlâ, âhıretin güzelliğinden râzıdır. Âhıret güzelliğine bakar. Enfâl sûresinin altmışyedinci âyetinin meâl-i şerifi, (Siz dünyayı istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, âhıreti istiyor) olup, Allahü teâlânın dünyaya düşkün olanları beğenmediğini bildirmektedir. Yâ Rabbî! Dünyayı, gözümüzde küçült! Âhıreti de kalblerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünya güzelliğinden sakınan Muhammed hurmetine, bu düâmızı kabûl eyle! Büyük âlim şeyh Muhyiddîn-i Arabî dünyadaki kötülüklerin, aşağılıkların ve bozuklukların özüne bakmadığı için, (Mümkinlerin hakîkatleri, Hak teâlânın kemâllerinin ilimdeki zılleridir, sûretleridir) dedi. (Bu sûretler, dışarda biricik varlık olan Zat-i teâlâ aynasında aks ederek dışarda görünmüşlerdir) dedi. (İlimdeki sûretler, Hak teâlânın şü’ûn ve sıfatlarından başka birşey değildirler) dedi. Bunun için de, (Vahdet-i vücûd) dedi. Mümkinlerin varlığını, Vâcibin varlığı sandı. Kötülük ve aşağılık, iyiliğe ve yüksekliğe göre meydana çıkar. Tâm kötülük ve yalnız aşağılık diye birşey yoktur dedi. Hiçbirşeyin kendisi kötü değildir. Küfür ve dalâlet, sapıklık bile, îmana ve hidâyete bakınca kötü olur. Yoksa kendileri kötü değil, iyi ve yarar olduklarını sandı. Kâfirlerde ve fâsıklarda bunların bulunması, doğruluk olur, sapıklık olmaz, dedi. Hûd sûresinin ellialtıncı âyetinin, (Allahü teâlâ, her hayvanı dilediği gibi kullanmaya kâdirdir. Benim Rabbim hak ve adalet üzeredir) meâl-i şerifini kendine şâhit göstermektedir. Evet, vahdet-i vücûde inanan herkes böyle sözlerden çekinmez. Bu fakire bildirildiğine göre, mümkinlerin mahiyetleri, hakîkatleri, aslları, ademlerle, vücûdün bu ademlere aks etmiş ve birleşmiş olan kemâlleridir. Bunu yukarıda uzun bildirdik. Doğruyu meydana çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yola kavuşturan ancak Odur.

Oğlum! Allah adamlarının hiçbirinin ne açık olarak ve ne de işaret ederek söylememiş oldukları bu bilgiler ve marifetler, çok şerefli, çok kıymetli bilgilerdir. Bin sene sonra meydana çıkan ve Vâcib-i teâlânın hakîkati ile mümkinlerin hakîkatlerini tâm uygun olarak anlatan yüksek bilgilerdir. Kitaba ve sünnete uymayan ve doğru yolun âlimlerinin sözlerine benzemiyen bir yerleri yoktur. Resûlullahın sanki ümmetine öğretmek için yaptığı, (Yâ Rabbî! Herşeyin doğrusunu, bize olduğu gibi tâm göster!) düâsı, belki de, yukarıda bildirilen hakîkatlerin, mahiyetlerin gösterilmesi içindir. Bunlar (Ubûdiyyet), kulluk makamında anlaşılır. Aşağılığı ve alçaklığı ve kırıklığı görmeğe de işaret buyurmaktadır. Bunları görmek, kulluğa uygundur. Zevallı bir kulun, kendini sahibi gibi bilmesi, hiç yakışır mı? Pek edebsizlik olur.

Oğlum! Şimdi o zamandayız ki, geçmiş ümmetlerde, böyle çok karanlık zaman gelince, büyük bir Peygamber gönderilerek, yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, Peygamberlerin sonuncusu olduğu için , bunların âlimlerine, İsrâîl oğullarının Peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin  vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir (Müceddid) yenileyici, kuvvetlendirici seçerler. Bununla islâmiyeti tâzelerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir (Ülül’azm) Peygamber gönderdikleri ve Onun işini bir Nebîye bırakmadıkları gibi, bu ümmette de, tâm marifetli, bilgili bir âlim, ârif seçilir. Bu zat, geçmiş ümmetlerdeki Ülül’azm Peygamberlerin işini yapar. Fârisî beyt tercemesi:

Ruhül-kudsün yardımı, imdâda yetişirse,

Mesîhin yaptıkları, nasip olur herkese.

 

Oğlum! Tâm varlık, tâm yokluğun karşılığıdır. Mektûbun başında tâm varlık, Vâcib-ül-vücûdün hakîkatidir. Her iyiliğin ve üstünlüğün de tam kendisidir demiştik. Böyle söylemek, topluca düşünerek olsa bile, o makam için yakışık alamaz. Çünki, zıl olmak anlaşılır. Bu vücûdün karşılığı olan ademin de, hiçbirşeye bağlılığı, benzerliği yoktur. Bu ademin de, her kötülüğün, her aşağılığın tâm kendisi olduğunu söylemek de burada yakışmaz. Çünki, bir bağlılık anlaşılabilir.

Birşey, tâm olarak ancak kendine tâm zıd, tâm karşı olan şey üzerinde meydana çıkar. [Meselâ ılık su, soğukta sıcak görünür. Siyah nokta, beyaz üzerinde belli olur. Yıldız gece karanlığında görülür.] Herşey, zıddı arasında belli olur. Bunun için tâm vücûd, tâm olarak, tâm yokluk üzerinde belli olur. Tâm yokluk, tâm varlığa bir ayna olur.

Tesavvuf yolunda, geri dönüp inmek, ilerlerken yükselmek kadar olur. [Çok çıkan, geri dönünce, çok iner.] Bir kimse, Allahü teâlânın yardımı ile tâm vücûde yükselirse, bu kimse dönüşte, tâm ademe kadar iner. Yükselirken ârifin şü’ûru gider, bilgisi kalmaz. İnerken şü’ûruna ve bilgisine kavuşur. Bu şü’ûr ve marifet makamında, onu hiç zıl bulunmayan ve zatın şü’ûn ve îtibarlarından da uzak olan (Tecellî-i zatî) ile şereflendirirler. Bundan önce olan bütün tecellîlerin, ismler, sıfatlar, şü’ûn ve îtibarât zıllerinden bir zıllin perdesi arkasında olduğunu ona bildirirler. Her ne kadar ârif, o tecellîleri, ismlerin ve şü’ûnun arada perde olmayarak hâsıl olduğunu, tâm vücûdün perdesiz olarak tecellî ettiğini sanır ise de, bir zıllin perdesi arkasında tecellî etmektedir. Sübhânallah! Her kötülüğün, her aşağılığın yeri olan bu adem, vücûdün tam zûhuruna vâsıta olduğu için, güzellik kazanmakta, hiç kimsenin bulamadığına kavuşmaktadır. Kendisi kötü olan şey, araya güzelliğin karışması ile, güzel olmaktadır. İnsanın nefs-i emmâresi de, hep kötülüğe kayar. Ademe her şeyden daha çok yakîndir. Bunun için, tâm tecellîye herşeyden daha çok kavuşmaktadır. Herşeyden daha yukarı çıkmaktadır. Fârisî mısra’ tercemesi:

İhsâna en uygun olan, günâh işleyenlerdir!

 

Marifeti tâm olan bir ârif, bütün makamlardan ileri yükseldikten ve her mertebeden geçerek indikten sonra, tâm ademe inerek Vücûd-i teâlâya ayna olunca, sıfatların ve ismlerin bütün kemâlleri onda görünür. Tâm vücûdde bulunan bütün latîfeler onda görünür. Ondan başka kimse bu nîmete kavuşamaz. Bu ayna olmak nîmeti, onun boyuna göre biçilip dikilerek, üzerine giydirilmiş kıymetli bir elbiseye benzer. Kemâllerin, üstünlüklerin zılleri, sûretleri, her ne kadar ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmışlar ise de ve ârifin ayna olması da, ilim mertebesinde ise de, ârifin aynası dışarıda vardır ve bütün kemâlleri dışarda göstermektedir.

Süâl: Ademin ayna olması ne demektir? Adem, hiçbirşey değildir. Hangi bakımdan vücûdün aynası olmaktadır?

Cevâb: Adem dışardaki varlıklara göre hiçdir. Fakat ilimde bir ayrılık kazanmıştır. Hattâ, ilimde bir varlık da olmuştur. Tesavvuf yolunun sonuna varanlar, ademin zihndeki varlığına, vücûdün aynası, şundan dolayı demişlerdir ki, adem mertebesinde bulunan bütün kötülüklerin ve aşağılıkların hiçbiri, ademin karşılığı olan vücûdde bulunmaz. Ademde bulunmayan her üstünlük de, vücûdde vardır. Bu inceliğe dikkat edilirse, adem vücûddeki kemâllerin görünmesine sebeb olmaktadır. Ayna olmak demek de, işte budur. Burasını iyi anla! İşine çok yarayacaktır. Her şeyin doğrusunu bildiren ancak Allahü teâlâdır.

Oğlum! Bu yazılan marifetlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından ilhâm edilmiş olduklarını, şeytan vesveselerinin hiç karışmadığını umarım. Buna delîl, senet olarak şunu da söyleyeyim ki, bu bilgileri yazmak istediğim ve Allahü teâlâya sığındığım zaman, meleklerin sanki şeytanları buralardan kovdukları görüldü. Onları buralara yaklaştırmadılar. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Kıymetli nîmetleri meydana çıkarmak, hamd yollarının en büyüklerinden biridir. Bu büyük nîmetleri açıklamaya kalkıştım. (Ucb), kendini beğenmek sanılmasından uzak olacağını umarım. Ucb nasıl olabilir ki, Allahü teâlânın yardımı ile, kendi kötülüğüm ve alçaklığım hep gözümün önündedir. Bütün kemâller, iyilikler de Allahü teâlânındır. Geçmişte ve gelecekte olan her hamd âlemlerin Rabbi içindir. Onun Peygamberlerine ve Peygamberinin kerim olan Âline ve yüksek Eshâbının hepsine iyi düâlar ve selâmlar olsun ! Doğru yolda bulunanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere de selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü efdalühâ vetteslîmâtü ekmelühâ”!

İlâve: Vücûd ve adem ve Allahü teâlânın sıfatları, akıl ile anlaşılamaz. Allahü teâlâ, akıl ile anlaşılamıyan şeyleri görüp anlıyabilen başka bir kuvvet, sevdiği kullarına verir. Bu kuvvete (Kalb gözü) ve bu kullara (Evliyâ) denir. Evliyâ, kalb gözleri ile görüp anlar ve birbirlerine anlatırlar. Başkalarının, bu şeyleri akıl ile araştırmalarına izn verilmedi. Kalb gözüne kavuşmak için, müslüman olmak ve tesavvuf yolunda çalışmak lâzımdır. Tesavvuf yolunda çalışmıyan müslümanın kalbi hastadır. Müslüman olmıyan bir kimsenin kalbi ölüdür. Kalb gözü kördür. Otuzdördüncü mektûba bakınız!