1.CİLD 277.MEKTÛB - kainatingunesi.com

 

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

277.MEKTÛB

 

Bu mektûb, molla Abdül-Hay için yazılmıştır. (İlm-ül-yakîn) ve (Ayn-ül-yakîn) ve (Hakk-ul-yakîn) bildirilmektedir:

Allahü teâlâ, size herşeyin hakîkatini, doğrusunu bildirsin! Allahü teâlânın zatını, kendisini tanımakta (İlm-ül-yakîn) demek, Onun kudretini gösteren âyetleri, alâmetleri görmektir. Bu âyetleri kalb gözü ile görmeğe (Seyr-i âfâkî) derler. Zat-i ilâhînin şühûdü ve huzuru ise, yalnız (Seyr-i enfüsî) ile ilerlemekte olur. Bu seyr, sâlikin kendinde olan ilerlemektir. Fârisî beyt tercemesi:

Ömür boyu yol alsa, hep seyr eder kendinde,

Ömür boyu yol alsa, hep seyr eder kendinde.

 

Sâlikin kendi dışında olan müşâhedeleri, Allahü teâlânın zâtını bildiren işaretleri, alâmetleri görmektir. Allahü teâlânın kendisini müşâhede etmek demek değildir. Hakâık-ı Kur’aniyyeyi bilenlerin başı ve Âriflerin büyüğü, islâm dînine yardım edenlerin önderi olan hâce Ubeydüllah buyurdu ki, (Seyr, yâni ilerlemek, iki dürlüdür: Doğru üzerinde seyr ve dâire üzerinde seyr. Doğru üzerinde seyr, uzaklarda dolaşmaktır. Dâire üzerinde seyr ise, yaklaşmaktır. Bir doğru üzerinde seyr, dileği kendi dâiresinin dışında aramaktır. Dâire üzerinde seyr ise, kendi kalbinin etrâfında dönmektir ve dileği kendinde aramaktır). Görülüyor ki, his edilen veya Âlem-i misâlde görülen, şekllerden herhangibiri olan ve nûrlar, ışıklar gerisinde bulunan tecellîler, görünmeler hep (İlm-ül-yakîn) hâsıl eder. Her ne şekil olursa olsun ve nasıl nûr olursa olsun, renkli nûr olsun, renksiz nûr olsun, sınırlı olsun veya sonsuz olsun, bütün dünyayı doldursun veya doldurmasın, nûrların ve şekllerin hepsi, ilm-ül-yakîn içindedir. Mevlânâ Abdürrahmân-i Câmî hazretlerinin (Leme’ât) kitabındaki beytlerden fârisî bir beytin tercemesi:

Ey dost! Seni her yerde ararım,

Her an senden haberler sorarım.

 

beytini açıklarken buyuruyor ki: (Bu beyt, dostu, âfâkta yâni insanın dışında görmeği haber veriyor. İlm-ül-yakîni bildiriyor). Bu şühûd, maksaddan, dilekten haber vermediği için, Onun huzurunu, ancak işaretlerle ve düşüncelerle hâsıl ettiği için, ateşi bildiren dumanın ve harâretin şühûdü gibidir. Bunun için, bu şühûd, ilm-ül yakînden ileri gidemez. (Ayn-ül-yakîn) bilgisi hâsıl edemez. Sâlikin varlığını yok edemez.

Ayn-ül-yakîn ise, ilm-ül-yakîn ile bilindikten sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmektir. Bu şühûd, sâlikin varlığını yok eder. Bu şühûd çoğalınca, sâlikin te’ayyünü büsbütün yok olur. Kendi te’ayyününden hiçbirşeyi müşâhede etmez. Yâni kendini müşâhedede fânî olur. Bu (Tâife-i aliyye) arasında bu şühûde (İdrâk-i basît) denir. (Marifet) de derler. Bu idrâk, câhillerde de, yüksek olanlarda da vardır. Fakat, birbirlerine benzemez. Yüksek olanlarda mahlûkların şühûdü, Allahü teâlânın şühûdüne mani olmaz. Belki onlar, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi müşâhede etmezler. Câhillerde böyle değildir. Mahlûkların şühûdü, Hak teâlânın şühûdüne mani olur. Bu şühûdden haberleri olmaz. Bunu idrâk etmezler. Bu ayn-ül-yakîn, ilm-ül-yakîni örter. Önceden ilm-ül-yakîn de, ayn-ül-yakîni örtüyordu. Bu şühûd hâsıl olunca şaşkınlık ve bilgisizlik olur. İlim kalmaz. Büyüklerden birkaçı buyurdu ki, (İlm-ül-yakîn, ayn-ül-yakîni örter. Ayn-ül-yakîn de ilm-ül-yakîni örter). Yine buyurdular ki, (Tâm marifet hâsıl olduğunu anlamak için, kendi sırrına bakmak ve orada hiçbir bilgi bulmamak lâzımdır. Böyle olan kimsenin marifeti tâmdır. Marifetin bundan ötesi yoktur). Büyüklerden birkaçı da buyurdu ki, (Allahü teâlâyı en çok tanıyan ârifin, Allahü teâlâyı bilmesi çok az olur, hayrete düşer. Şaşırır kalır).

(Hakk-ul-yakîn) demek, yakîn yâni anlamak kalmadıktan ve ârif yok olduktan sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmektir. Ammâ ârifin Hak teâlâyı şühûdü, Hak teâlâ iledir “celle ve alâ”. Kendi müşâhedesi değildir. Sultânın eşyasını ancak kendi vâsıtaları taşır. Hakk-ul-yakîn bilgisi, (Bekâ-billah) makamında hâsıl olur. Hadis-i kudsîde, (Benimle işitir ve benimle görür) buyuruldu ki, bu makamı göstermektedir. Sâlikte tâm Fenâ hâsıl olduktan, Zat-i ilâhîde ve sıfatlarında fânî olduktan yâni zattan ve sıfatlarından başka herşeyi unuttuktan sonra, Allahü teâlâ sâlike yeni bir vücûd, varlık ihsân eder. Onu şaşkınlıktan, şü’ûrsuzluktan kurtarır. Şü’ûr ve uyanıklık verir. İhsân olunan bu varlığa (Vücûd-i mevhûb-i Hakkânî) denir. Bu makamda, ilm-ül-yakîn ile ayn-ül-yakîn birbirini perdelemez, örtmez. Şühûd ile birlikte ilim vardır. İlim var iken de, müşâhede etmektedir. Ârif bu makamda kendi te’ayyününü Hak teâlâ sanmıştır. Kendisinin mahlûk olan te’ayyünü olduğunu anlamamıştır. Çünki, hiçbir mahlûku müşâhede etmemektedir. Tecelliyât-i sûriyyede kendi te’ayyünlerini ve sûretlerini, Hak teâlâ olarak tanımaktadır. Onlar kendisinin mahlûk olan te’ayyünleridir. Bu te’ayyünlerinde fânî olmadığı için bunların müşâhedesini, Şühûd-i Hak sanmaktadır. Bu nerde, o nerde? Toprak için olan nedir, herşeyin sahibi için olanlar nedir?

Câhiller bu sözleri işitince, (Tecellî-i sûrî) ile (Hakk-ul-yakîn)in birbirlerinden başka olmadığını sanırlar. Her ikisi de kendini Hak teâlâ sanmaktır. Fakat ârif, Tecellî-i sûrîde kendi sûretine, şekline (Ben) der. Hakk-ul-yakînde ise, kendi hakîkatine, özüne (Ben) der. Tecellî-i sûrîde Hak teâlâyı kendi görür. Bu makamda ise, Hak teâlâyı Hak teâlâ ile görür. Kendisi göremez. Görülüyor ki, Tecellî-i sûrîde şühûd sözü bir bakımdan söylenebilir. Çünki, Hak teâlâ ancak Hak teâlâ ile görülebilir. Bu da, hakk-ul-yakîn mertebesindedir. Burada şühûd demek, tâm yerinde olur. Zamanımızdaki birkaç şeyh, bu inceliği ve ayrılığı anlamadıkları için ve yakînlik deyince, maddelerin birbirine yakın olmasını düşündükleri için, din büyüklerine dil uzatıyorlar. Hakk-ul-yakîni yukarda açıkladığımız gibi bildirenleri kötülüyorlar. Allahü teâlâyı tanımak, Tecellî-i sûrîde hâsıl olur diyorlar. Hâlbuki Tecellî-i sûrî sülûkün yâni bu yolculuğun başlangıcında hâsıl olmaktadır. Onlar buna hakk-ul-yakîn diyorlar. Hâlbuki hakk-ul-yakîn, yolun sonunda ele geçebilir. Onların yolun sonunda kavuştukları ve hakk-ul-yakîn dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmaktadır. Allahü teâlâ, dilediğini doğru yola kavuşturur. Vesselâm.