1.CİLD 289.MEKTÛB - kainatingunesi.com

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

289.MEKTÛB

 

Bu mektûb, mevlânâ Bedreddîne arabî olarak yazılmıştır. Kaza ve kaderin ince bilgilerini anlatmaktadır:

Allahü teâlânın ismine sığınarak, mektûbumu yazmaya başlıyorum. Kaza ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklıyan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kaza ve kaderin esrârını, din câhilleri anlıyamayıp, doğru yoldan kayar. İnsanları işlerinde mecbûr, esîr veya hâkim, yaratıcı sanmak tehlikesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsîlerin özr, behâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygambere ve Akrabâsına ve Eshâbının hepsine, bizden iyi düâlar ve selâmlar olsun “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbih”! Onun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itaat edenlerin ve kadere inanıp, kazaya râzı olanların en iyisidir.

Kaza ve kader bilgisini, çok kimseler anlıyamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmıştır. Bunlardan bir kısmı, insanların istiyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yaptığını, istiyerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin, islâmiyeti iyi anlıyanların sözüdür ki, bunlar, (Fırka-i nâciyye) ismi ile müjdelenmiş olan (Ehl-i sünnet vel-cemaat) “radıyallahü teâlâ anhüm”dür. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar, birinci ve ikinci kısmda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan imam-ı a’zam Ebû Hanîfe , imam-ı Câfer-i Sâdıktan  sordu:

– Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzusuna bırakmış mıdır?

– Allahü teâlâ, rübûbiyyetini, [yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü] âciz kullarına bırakmaz, buyurdu.

– Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?

– Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günâh işletip, sonra Cehenneme sokmak, Onun adaletine yakışmaz, buyurdu.

– O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzusu ile oluyor, kim yapıyor?

– İşleri insanların arzusuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemiştir. İkisi arası olagelmektedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz.

İşte, Ehl-i sünnet âlimleri  diyor ki, kulların ihtiyârî [istekli] hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekte, yaratmaktadır. Onun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile (Yaratılır) ve bizim kudretimiz ile (Kesb edilmiş) olur.

Ehl-i sünnetten, Ebül-Hasen-i Ali Eş’arîye göre, insanların istekli işlerine, kendi ihtiyârları, [yâni seçim hakları ve kudretleri] hiç karışmaz. Yalnız, kul bir iş yapmak isteyince, Allahü teâlâ, o işi hemen yaratmaktadır. Âdet-i ilâhîsi hep böyledir. İşin yapılmasında kulun kudretinin te’sîri olmaz. Bu sözü, (Cebriyye) mezhebinin sözüne yakındır. Bunun için, Eş’arî mezhebine (Cebr-i mütevassıt) denilmektedir.

Büyük âlim, Ebû İshâk İsferâînî buyurdu ki, (İnsanların yaptığı, istekli hareketlerinin meydana gelmesinde, kendi kudretleri de işe karışmaktadır. İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti, ikincisi Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin te’sîri ile, bir iş meydana gelir) diyor. Eş’arîden kâdı Ebû Bekr-i Bâkıllânî buyuruyor ki, (İnsanın kudreti, işin meydana gelmesine değil, işin iyi veya fenâ olmasına, yâni tâat veya günâh olmasına te’sîr eder. Mâtürîdî mezhebi de böyledir). Bu zayıf kulun [yâni imam-ı Rabbânînin] anladığına göre, insanın kudreti, işin yapılmasına da, iyi veya fenâ olmasına da, birlikte te’sîr etmektedir. Çünki, işin meydana gelmesine te’sîr etmeyip, yalnız iyi veya fenâ olmasına te’sîr eder demek manâsızdır. Çünki, işin iyi veya kötü olması, işin yapılması ile meydana çıkar. Fakat, bunun için de, aynı kuvvetin ayrıca te’sîr etmesi lâzımdır. İşin yapılması başkadır, iyi veya fenâlığının yapılması başkadır. O hâlde, işin iyi veya fenâ olması için de, kuvvetin ayrıca te’sîri lâzımdır demek, yanlış olmaz. Ebül-Hasen-i Eş’arî, böyle demiyor. Hâlbuki, insanların kudretini Allahü teâlâ yarattığı gibi, bu kudretin te’sîr etmesini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bunun için, kulun kudretinin te’sîr ettiğini söylemek, hakîkate daha yakın olur. Eş’arî mezhebi, Allahü teâlânın, kullarını cebr ettiğini bildirmiş oluyor. Çünki, kulda ihtiyârın yâni beğendiğini yapmak bulunmadığını ve kulun işinde, kendi kuvvetinin hiç te’sîri olmadığını bildiriyor. Bu mezhebi, cebriyyeden ayıran şey, cebriyye mezhebinde, bir insan, bir işi yaptı demek, mecâzdır. Yâni, o istekli işi, yalnız Allahü teâlâ yapmıştır. O insanın eli ile yapmıştır. İnsanda kudret yoktur derler. Eş’arî ise, işi yapan, hakîkatte insandır. Ancak, insanın isteği ile değil, Allahü teâlânın istemesi ile yapmıştır. İnsanda ihtiyâr yoktur diyor. Ehl-i sünnetten, Eş’arîden başkaları, kulun kudreti, yaptığı istekli işte te’sîr eder diyor. Eş’arî ise, kudreti ancak, işin yaratılmasına sebeb olup, yaratılmasında te’sîri olmaz diyor ki, her ikisine göre de, işi insan yaptı demek doğru olur. Ehl-i sünnet, Cebriyyeden, böylece ayrılmış olur. Cebriyye mezhebinin, insanın, istekli işlerini hakîkaten yaptığını kabûl etmemesi, işi insan yaptı demek mecâzdır demesi küfürdür, Kur’an-ı kerimi inkâr etmektir. (Temhîd) kitabının sahibi [Ebû Şekür Sülemî ] diyor ki, Cebriyye mezhebinde, (İşi insanın yapması mecâzdır, görünüştür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgarla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecbûrîdir) diyenler kâfir olur. Yine diyor ki, Cebriyyenin, (Kulların iyi, kötü, bütün işleri, hakîkatte onların değildir. İhtiyârî hareketleri de yapan, yalnız Allahdır) sözleri de küfürdür.

Süâl: İmâm-ı Eş’arî  insanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, hakîkatte insanın ihtiyârı da yoktur dediği hâlde, işi yapan hakîkatte kuldur demesi, doğru mudur?

Cevâb: İnsan kudretinin, işinde te’sîri yok ise de, Allahü teâlâ, işi yaratması için, onun kudretini sebeb kılmıştır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca, Allahü teâlâ, o işi yaratıyor. İnsanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebeb oluyor. İşlerin yapılmasına te’sîr etmiş oluyor. Çünki, kulun kudreti olmadıkça, âdet-i ilâhî o işi yaratmamaktadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek, hakîkatte doğru oluyor. Eş’arî mezhebini doğru yola uydurmak, ancak böyle olur. Başka dürlü anlatanları şübheli dinlemelidir.

Ehl-i sünnet âlimleri , kadere inanmış, kaderin hayrlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır demiştir. Çünki (Kader), var etmek, yaratmak demektir ve herşeyi yapan, yaratan, ancak Allahü teâlâdır. (Mu’tezile), yâni kaderiyye fırkası kaza ve kadere inanmadı. İşlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu zannetti. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazası ile olsaydı, bunlar için azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulüm olur dedi. Böyle sözleri söylemek zulümdür. Câhilce sözdür. Çünki, kaza ve kadere inanmakla, kulun ihtiyârı ve kudreti gitmez. (Kaza) demek, bir insanın bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demektir ki, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Kazaya inanmak irâdenin, ihtiyârın yok olmasına sebeb olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmaya mecbûr veya memnû’ olurdu. Çünki, ezelde, her şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmaya mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnû’ olurdu. Kazaya inanmak, kulda ihtiyârın bulunmasına inanmaya mani olsaydı, Allahü teâlâda irâde ve ihtiyârın bulunmasına inanmaya da mani olurdu. Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sahibi olmalarına mani değildir. Evet, insanların kudreti azdır. İşi yalnız insan kudreti yapar demek, pek aklsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir. Mu’tezilenin, burada da, doğru yoldan ayrılmış olduğunu, Mâverâünnehr [Türkistânda, Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yer] âlimleri bildirmiş, bunların sözü, mecûsîlerin [ateşe tapanların] sözünden daha fenâdır demişlerdir. Çünki mecûsîler, Allahü teâlânın bir şerîki, ortağı var sanmıştır. Mu’tezile ise, sayısız ortak var demektedir. [Yâni, insan, işini, kendi kudreti ile yapmakta, yaratmaktadır diyerek, insanları, Allahü teâlâya şerîk ediyorlar.]

(Cebriyye mezhebi), insan aslâ bir iş yapmaz, cânsızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yoktur diyor. İnsanlar iyi iş yapınca sevap kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günâh işliyenler Mâzurdur, mes’ûl olmazlar. Çünki, insanın her işini, yalnız Allah yapıyor. İnsan istese de, istemese de, Allah günâh yaratıyor. İnsan günâh yapmaya mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Bunlara (Mürcie) de denir ki, mel’ûndurlar. Günâh, insana zarar vermez. Âsî, fâsık, azâb görmiyecektir dediler. Peygamberimiz buyurdu ki, (Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş Peygamber, lânet etmiştir). Mezhebleri temâmen yanlıştır, bozuktur. Çünki, ihtiyârî, istekli hareketimiz ile, titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır. Elimizle birşey tutmamız, elbette ihtiyârımız iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise, böyle değildir. Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler, bu mezhebin bozuk olduğunu bildirmektedir. Nitekim, Secde ve Ahkaf ve Vâkı’a sûrelerinde, (Yaptıklarının cezâsıdır) ve Kehf sûresinde, (İstiyen îman etsin, istiyen inanmasın!) meâl-i şerifleri ile buyurmaktadır.

İnsanların çoğu, tenbel olduğundan ve niyyetleri kötü olduğundan özr, behâne arıyor. Süâlden, azâbdan kurtulmak için, Eş’arî, hattâ Cebriyye mezhebine yanaşıyor. Bunlar, bâzan, (İnsanın hakîkatte ihtiyârı yoktur. İşi insanın yapması mecâzdır, görünüştedir) diyor. Bâzan da, (İnsanın ihtiyârı azdır. Herşeyi yapan, Allahü teâlâdır) diyor. Bu söz, Cebriyye mezhebine kayıyor. Bunlar, bazı tesavvuf büyüklerinin sözlerini öne sürüyor. Meselâ, (İşleri yapan birdir. Hiçbirşey yoktur, yalnız O vardır. İnsanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur. İnsanın hareketi, ağacın sallanması gibidir. İnsanın varlığı da, işleri de, çöldeki serâb gibidir, bir görünüşten başka birşey değildir) gibi sözler, bu gevşek, tenbellerin kötü söylemelerini ve işlemelerini destekliyor. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bildiğimiz kadar, bunlara şöyle cevâb veririz ki: Eş’arînin dediği gibi, eğer ihtiyâr, hakîkaten bulunmasaydı, Allahü teâlâ, kulların zulmettiğini bildirmezdi. İnsanın yaptığı işte kendi kudreti te’sîr etmeyip, kudreti, yalnız işin yaratılmasına sebeb olsaydı, insanların kötü işlerine zulüm denmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimin birçok yerinde, insanların zulüm işlediğini bildiriyor. İnsanın gücü, işin yaratılmasına te’sîr etmeyip, yalnız sebeb olsaydı zulüm buyurmazdı. Evet, Allahü teâlâdan gelen elemlerde, azâblarda, insanın ihtiyârı karışmıyor. Fakat, bu zulüm olmaz. Çünki, Allahü teâlâ, kaydsız, şartsız mâlikimiz, sahibimizdir. Mülk yalnız Onundur. Mülkünü, istediği gibi kullanır, hiç zulüm olmaz. Fakat insanların zulmettiklerini bildirmesi, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Burada zulmün mecâz olması düşünülemez. Hakîkatler, zarûret olmadıkca mecâz yapılmaz.

İnsanların irâdeleri, ihtiyârları zayıftır, azdır sözüne gelince, eğer Allahü teâlânın ihtiyârı yanında azdır denirse veya insanların ihtiyârı yalnız olarak işleri meydana getiremez demek istenirse, doğru olur. Fakat, eğer ihtiyârları, işlerin yapılmasına te’sîr etmez denirse, doğru olmadığını yukarıda bildirdik.

Allahü teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emr etmiştir. İnsanları zayıf yarattığı için, her emrinde kolaylık göstermiştir. Nisâ sûresi yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emr etmek istedi. Çünki, insan zayıf yaratılmıştır) buyuruldu. Allahü teâlâ, (Hakîm)dir. [Herşeyi yerinde, uygun olarak yapar. (Raûf)dur. (Acımaya lâyık olmıyanlara da acıyıcıdır). (Rahîm)dir. Âhırette sevdiklerine, yâni küfrân-ı nîmet etmiyenlere, yâni müminlere Cenneti ihsân edicidir.] Kullarına yapamıyacakları şeyi emr etmek hikmetine, re’fetine yakışmaz. Kullarına, kaldırılamıyacak, büyük kayayı kaldırmağı emr etmeyip, herkesin çok kolay yapacağı kıyâm, rükü’, secde, ufak bir âyet okumak ile meydana gelen namazı emr etmiştir. Namaz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramazan-ı şerif orucu da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafîf emr etmiş, malın hepsini değil, kırkta birini verin demiştir. Hepsini veya yarısını vermeği emr etseydi, kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tâm yapılamaz ise, daha da hafîfletmiştir. Meselâ, abdest alamıyanlara, teyemmüm etmeğe, namazda ayak üzere duramıyanlara, oturarak kılmaya, oturamıyanlara da, yatarak kılmaya, rükü’ ve secde yapamıyanlara, îmâ ile [oturup, rükü’ ve secde için, az eğilerek] kılmaya, bunlar gibi, daha nice kolaylıklara izn vermiştir. İslâmiyyetin emrlerine dikkatle ve insâfla bakan, bu kolaylıkları görür. Allahü teâlânın, kullarına ne kadar çok merhametli olduğunu, pek iyi anlar. Emrlerin pek kolay olmasının bir şâhidi de, çok kimselerin, emr olunan ibâdetlerin, daha artmasını istemesidir. Namazın, orucun artmasını istiyen, çok görülmüştür. Evet, ibâdet yapmak güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimseler, normal insan değildir. Böyle bozuk kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebeb, nefslerinin karanlığı ve şehvânî arzularının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefs-i emmâreden hâsıl olmaktadır. Nefs-i emmâre, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûrâ sûresi onüçüncü âyetinde meâlen, (Îman ve ibâdet etmek, müşriklere güc gelir) ve Bekara sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Namaz kılmak, yalnız müminlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir) buyuruldu.

Bedenin hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleştirdiği gibi, (Bâtın)ın [kalbin ve ruhun] hasta olması da güçleştirir. Allahü teâlâ, islâmiyeti, nefs-i emmâreyi, [yâni kötülük isteyici] arzularından, âdetlerinden vazgeçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri ve islâmiyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde, ibâdetleri yapmakta güclük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmettir. Nefsin arzularının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin hevâsı [istekleri] kalmayınca, güçlük de kalmaz.

Sôfiyye-i aliyyeden bazısının, insanda ihtiyârın bulunmadığını veya kuvvetsiz olduğunu gösteren birkaç sözünü yukarıda yazmıştık. Tesavvuf büyüklerinin, islâmiyete uymıyan sözlerine, hiç kıymet verilmez. Nerde kaldı ki, huccet ve senet olarak kullanılsın. Yâni, bir iddi’âyı, düşünceyi isbât için böyle sözleri şâhit getirmek, hiç doğru olmaz. Şâhit, senet olacak, uyulabilecek, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir. Sôfiyye-i aliyyenin sözlerinden, âlimlerin sözüne uygun olanlar, kabûl edilir. Uymıyanları, kabûl edilmez. Burada da yine bildirelim ki, Sôfiyye-i aliyyeden, hâlleri, keşfleri doğru olanlar, islâmiyete uymıyan hiçbirşey söylememiş ve yapmamıştır. Keşflerinden, hâllerinden, islâmiyete uymıyanların, yanlış olduğunu anlarlar. İslâmiyyete muhâlif olan sözlere ve hareketlere doğru diye sarılmak, zındıklık, ilhâd yâni dinsizlik alâmetidir.

Şunu da ilâve edelim ki, Sôfiyye-i aliyyenin islâmiyete uymıyan bazı sözleri, hâlin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zaman, akıl ve şü’ûrları örtülü olduğundan, özrlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuştur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması câiz değildir. Böyle sözlere, islâmiyete uyacak şekilde manâ vermek, kelimelerden anlaşılan manâyı bırakıp, meşhûr olmıyan manâlarını vererek, islâmiyete uydurmak lâzımdır. Çünki âşıkların, muhabbet serhoşlarının sözleri, çeşidli manâlara gelir. Bu manâlar arasından, doğru ve onların büyüklüğüne yakışan manâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.

[Zamanımızdaki din câhilleri, Muhyiddîn-i Arabî, Celâleddîn-i Rûmî, Niyâzî-i Mısrî gibi büyüklerin, böyle sözlerini ele alarak, tesavvufa, tesavvufculara saldırıyor. Yazdıkları kitaplarda, Evliyânın sözlerine yanlış manâlar vererek, hattâ, onların sözü diyerek, uydurma şeyler yazıyor. O derin âlimleri, islâmiyet düşmanı imiş gibi göstermeğe çalışıyorlar. Cenâb-ı Hak, böyle zevallılara, islâmiyeti, tesavvufu anlamak nasip etsin! Âmîn.]

Tâ önceden âdet oldu, kim ekerse, o biçer,

Pek aldandı, ziyân etti, ekmeden buğday uman!

Yetmişüç fırkadan ancak (Ehl-i Sünnet) kurtulan.

Resûlullahın yolunu onlardır bize sunan!