1.CİLD 30.MEKTÛB - kainatingunesi.com

 

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

30.MEKTÛB

 

Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmıştır. Âfâkta ve enfüste olan şühûdları ve abdiyyet makamını bildirmektedir:

Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafânın sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!

Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sahibimiz hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o kadar büyüktür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmaktan çok yüksektir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekânlı olan, maddesiz, zamansız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercümesi:

Çok iyi veya çok fena olsa da bir zerre,

Ömrünce dolaşsa, gezer kendi âleminde!

 

Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmaktadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, yâni Allah adamları, Fena ve Bekâ makamına kavuştuktan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin yâni ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçtir. Yâni, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, şühûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile karıştırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde yâni kendinde müşâhede olunurlar, yâni görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır. Ve (İlm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd diyoruz. Çünkü, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan herşey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şeyler, anlaşılamıyan şeylere benzemez. Fârisî iki beyt tercümesi:

Anlaşılmaz, ölçülemez bağlılıktır,

Nâsın Rabbi, kuluna böyle bağlıdır!

İnsan bu bağlılığı anlamaz aslâ,

Herşeyi bilir, cânını bilen Mevlâ!

 

Şühûd-i enfüsîyi bu şühûd-i sûrî ile karıştırmak, insanın her iki makamda Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmektedir. Çünkü, tecellî-i sûrî, sâliki fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenaya kadar götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlığından birşeyler bulunmaktadır. Seyr-i enfüsî, tâm Fenadan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin anlayışı az olduğundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş sanır. Eğer bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Allahü teâlânın verdiği vücûd denildiğini bilseydi, ikisini karıştırmaktan kurtulurdu.

Suâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil midir?

Cevap: Hayır, öyle değildir. Tasavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle olduğu anlaşılmakta ise de bu bekâ, birçoklarına, cezbe makamında, kendilerini yok bildikten sonra hâsıl olmaktadır. Kendilerini böyle yok bilmeleri, Fena makamına kavuşmaya benzemektedir. Nakşibendiyye büyükleri bu Bekâya (Vücûd-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenadan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüştür de. Zaman olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenadan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenası, devamlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenada iken de bâkîdirler. Çabuk geçen, tükenen fena ve bekâ, kalbin hâlleri ve değişiklikleri sırasında gelip geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle değildir. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend buyurdu ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî’î hâline döner. Fakat vücûd-i fena, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fena sahiplerinin hâlleri elbette hiç değişmez. Vakitleri süreklidir. Belki, bunların vakitleri ve hâlleri yoktur. Bunlar, vakitleri ile değil, vakitlerin sahibi iledir. Bunların işi hâlleri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktte ve hâlde olur. Hâlden ve vaktten kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlikeleri kalmaz. Bu Allahü teâlânın öyle bir nîmetidir ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir.

Vaktin devamlı olması demek, bu vaktteki hâlin bilinmesi ve başka şeyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devamlı olması demek değildir. Belki, vaktin olduğu gibi devam etmesi ve hâlin kendisinin devamlı olması demektir. Bir şeyi yanlış zannetmek, onun doğru olmasına ziyân getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günah olur.

Söz uzadı. Biz yine kendimize gelelim! Mukaddes meydanda “celle şânüh” söz binicisini koşturamıyacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığımızı ve gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçta ve ortalarda aşk ve muhabbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan bağlılıklarını kesmesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak, özenilecek şey değildir. Kulluk makamına kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları kesmekten başka bir işe yaramaz. Bunun için, vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği (Abdiyyet makamı)dır. Vilâyet derecelerinde, abdiyyet makamının üstünde hiçbir derece yoktur. Bu makamda, kul ile sahibi arasında, kulun sahibine muhtaç olmasından ve sahibin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtaç olmamasından başka hiçbir bağlılık yoktur. Burasını iyi açıklayalım ki, kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında, hiçbir bakımdan hiçbir benzerlik bulmayacaktır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu söylemekte, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin çoğu (Tevhîd-i fiili) ile karşılaşmaktadır. Her şeyi yapan Allahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur. Bunu bir misâl ile açıklıyalım:

Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oynayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yaptığını görür. Aklı olan kimseler bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yaptığını anlar. Fakat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydana gelmektedir. Bunun için bu şekller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu göstermektedir. Peygamberlerin yolları da böyle olduğunu bildirmektedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr hâlinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki, işleri yapan çoktur. İşleri yaratan birdir. Tevhîd-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı zaman söylemişlerdir. Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması, islâmiyette açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak yâ zındıklık ve ilhâddır, yâni doğru yoldan ayrılmaktır, yâhut sekr hâlinde söylenmiştir. Sekrden tam kurtulmak, (Abdiyyet makamı)nda olur. Başka makamların hepsinde az çok sekr bulunur. Fârisî mısrâ’ tercümesi:

Daha söylersem sonu gelmez.

 

Hâce Behâeddîn-i Nakşibend hazretlerinden (Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akıl ile, düşünce ile bulunan bilgilerin, keşf ile, kalb ile anlaşılması için) buyurdu. İslâmiyetin bildirdiği bilgilerden başka şeyler öğrenmek için demedi. Tasavvuf yolunda ilerlerken, islâmiyette bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız islâmiyetin bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak, keşfin sonsuz meydanına açılmak hâsıl olur. Yâni Peygamberimiz bu bilgileri melekten aldığı gibi, bu büyükler de, bu bilgilerin hepsini, kalblerine gelen ilhâm yolu ile kaynaktan alırlar. Âlimler, bu bilgileri islâmiyetten alırlar. Kısaca, topluca bildirirler. Bu bilgiler, Peygamberlere keşf yolu ile geniş, uzun bildirildiği gibi, Evliyâya da böylece bildirilmektedir. Ancak Peygamberler asldırlar, önce gidenlerdir. Evliyâ ise bunların arkalarında, izlerinde gelenlerdir. Evliyânın yükseklerinden pek azını ancak yüzlerle sene sonra, birbirinden pek uzak zamanlarda seçerek bu yüksek makama kavuştururlar.

Akıl ile, düşünce ile anlaşılan bir bilgiyi keşf yolu ile açıklamak istiyordum. Fakat kâğıdda yer kalmadı. Böyle olmasında Allahü teâlânın hikmeti olsa gerek. Vesselâm.