1.CİLD 31.MEKTÛB - kainatingunesi.com

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

31.MEKTÛB

 

Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmiştir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu bildirilmektedir:

Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zat dedi ki, şeyh Nizâm-i Tehânîserînin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakir için vahdet-i vücûde inanmıyor demiş. Bu zat, bunu bildirdikten sonra, bu sözün doğru olup olmadığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müslümana karşı kötü zanda bulunmak, günah olduğundan, talebenizi günahtan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum:

Muhterem yavrum! Bu fakir, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücûde inanmaktaydım. Babam de, buna inandığını, her zaman bildirirdi. Mübârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa doğru olduğu hâlde, bu îtikattan hiç ayrılmamıştı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demektir sözü gereğince, bu fakirin bu bilgiden büyük payı olmuştu. Çok lezzetler almıştım. Fakat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin, marifetlerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşturucu, Muhammed Bâkî hazretlerine kavuşturdu. Bu fakire tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi talim buyurdu. Hiçbirşeye yaramıyan bu miskîni, mübârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeye alıştırınca, az zamanda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çıktı. Bu makamın çeşidli ilimleri, marifetleri kapladı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalmadı. Muhyiddîn-i Arabînin bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydana çıktı. (Füsûs) kitabında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu olduğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yokluktur dediği, tecellî-i zatî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini, marifetlerini uzun uzadıya, bu fakire bildirdiler. Bu marifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutturdu. Bu bilgilerin sarhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzuruna arz ettiğim mektûblarımda, bu sarhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. [Bu yolda yazılı bir rübâ’înin tercümesini uygun görmeyip geçiyoruz.] Uzun zaman, bu hâlde kaldım. Seneler geçti. Nihâyet, Cenâb-ı Hakkın sonsuz lutf ve inayeti, ânsızın, imdâdıma yetişip, bîçûn, bî keyf olan [yâni anlaşılmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldırıldı. [Sanki seller, felaketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir ânda sıyrılıp, mavi sema açıldı. Güneş heryeri aydınlattı.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Allahü teâlânın herşeyle birleşmiş, berâber görünmesi gayb oldu. İhâta, sereyân, kurb ve mâıyyet, yâni Allahü teâlânın heryeri kaplaması, doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü, gitti. İyice anladım ki, yaratanın, yarattıkları ile hiçbir benzerliği, hiçbir bağlılığı yoktur. İhâta, kurb gibi şeyler, Ehl-i sünnet âlimlerinin “Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına çok mükâfât versin” bildirdiği gibi, hep Allahü teâlânın, ilmi içindir. Kendisi için değildir. Allahü teâlâ hiçbirşeyle birleşmiş değildir. O, Odur, mahlûklar, mahlûktur. O, bîçûndur, erişilmez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlaşılabilen şeylerdir. Anlaşılamıyan anlaşılan gibi olamaz. Vâcib, mümkün gibidir denemez. Kadîm olan, hâdis olana benzemez. Yokluğu mümkün olmıyan, yok olabilen gibi değildir. Hakîkatler değişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî ve onun yolunda giden büyükler [onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller değil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlaşılmaz. Hiçbir şeye benzemez) dedikleri hâlde, Zat-i ilâhî, herşeyi ihâta etmiş, kaplamıştır, herşeye yakîndir, herşeyle berâberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğidir. Yakîn olan, ihâta eden, Allahü teâlânın kendisi değil, ilmidir.

Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilimler, marifetler hâsıl olduğu zaman, çok üzülmüştüm. Çünkü, vahdet-i vücûd marifetlerinden daha üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu marifetlerin yok olmaması için yalvarıyor, çok duâ ediyordum. Fakat, perdeler, tamamen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sıfât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tevhîd-i vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile daha açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fakat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin kendisidir veya bu bilgilerin kendilerini kaplamıştır veya bunların kendilerine yakîndir veya bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydana çıkaran işaretlerdir. Bilgilere delâlet etmekten, belli etmekten başka, birşey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yoktur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatta, böyle şeyler yoktur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasında görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık olduğundan, bazı kimselerin vehminde, bu bağlılıktan, birleşmek, berâberlik gibi şeyler doğuyor. Hakîkatte bunların hiçbiri yoktur.

İşte, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekten, belli etmek ve belli olmaktan başka, hiçbir bağlılık yoktur. Mahlûkların herbiri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmettir. Onun ismlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık bazı kimselerin hayâlinde büyüyerek, bazı şeyler söylemelerine sebep olmaktadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerleşiyor. Bazıları da kelime-i tevhîdin mânasını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düşüyor. Bunların her ikisi de, ilim ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yoktur. Bazıları da, aşırı sevgi ile, bu hâle düşüyor. Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, herşeyin yok olmasına sebep olmaz. Çünkü, hissimiz, aklımız ve islâmiyet, herşeyin var olduğunu bildirmektedir. Bu sevginin taşkınlığı zamanında, bâzan, Allahü teâlânın kendisi ihâta etmiş, kendisi yakîndır sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhîd, önce bildirdiğimiz iki tevhîdden daha yüksek olup, hâl ile hâsıl olmaktadır. Fakat, bu da yanlıştır. İslâmiyete uygun değildir. Bunu, islâmiyete uydurmaya kalkışmak, boşuna uğraşmaktır. Felsefecilerin zan ile, kısa akılları ile söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve islâmiyetin ışıkları altında olmayıp da, yalnız zan ile konuşan felsefecileri, ilim adamı sanan bazı müslümanlar, bunların bozuk sözlerini, yazılarını, islâmiyete uydurmaya uğraşıyor. (İhvân-us-safâ) gibi kitaplar, böyle çürük sözleri, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile isbâta kalkışan câhiller tarafından yazılmıştır.

[Şimdi de, fıkh kitaplarında, haram olduğu bildirilen birçok şeyleri Avrupalılar, Amerikalılar yaptığı için, bunların haram olmadığını, âyet ile, hadis ile isbâta uğraşan Amerikan hayrânlarını görüyoruz. İslâmiyeti, kâfirlerin âdetlerine, tapınmalarına çevirmeye uğraşan, bozuk kitapları okumamalıyız. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında gösterilen, doğru yoldan ayrılmamalıyız. Din düşmanlarının, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile süsledikleri, yaldızlı yeni fetvâlara, kitaplara, mecmû’a ve gazetelere aldanmamalıyız. Senenin onbir ayında, din düşmanlığı yapan, Ramazan gelince, para kazanmak için, müslüman imiş gibi dinden bahs eden yazıları, din câhili gazeteleri okumamalı, bunlara inanmamalıdır!].

Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevap verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı işlerde sevap verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevap verilmez. Çünkü ilhâm ve keşf, ancak sahibi için senettir. Başkalarına senet olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O hâlde, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehidlerin hatâ ihtimali olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.

Tasavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden bazısının, bu mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yoktur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkta ve enfüste, yâni insanın dışında ve kendisinde görülen herşey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend buyurdu ki, (Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercümesi:

Her şekil dardır, mâna, nasıl sığar?

dilenci kulübesinde, sultânın ne işi var?

Şekle bakan gâfil, mânadan ne anlar?

cemâli görmeyince, cânânla ne işi var?

 

Suâl: Nakşibendiyye ve diğer tasavvuf büyükleri, vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, mâıyyet-i zâtiyye ve kesrette vahdeti görmek ve kesrette ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?

Cevap: Bunları, tasavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu makamları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakir kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmıştım. Şunu da bildirelim ki, bazı büyüklerin bâtını [kalbi ve ruhu], hiçbirşeye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mahlûklar arasında olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâtını, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûkların aynasında görmektedir. Nitekim, kıymetli babamın böyle olduğunu, yukarıda bildirmiştim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun mektûbda, daha uzun anlatmıştım. Burada kısa kesmek uygundur.

Suâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zat-i ilâhî, mahlûklara yakın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyada görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?

Cevap: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünkü, aynada sûretini görmemiştir. Çünkü, aynada sûret, şekil yoktur ki görsün. Fakat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü Mâzur görürüz.

Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebep, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına senet olamaz ise de, ilhâm olunan zat için, kıymeti inkâr olunamaz.

İkinci cevap olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşte müşterek olan cihetler de vardır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebep olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zat-ı ilâhînin yakîn olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm.