1.CİLD 310.MEKTÛB - kainatingunesi.com

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

310.MEKTÛB

 

Bu mektûb, mevlânâ Muhammed Hâşim-i Keşmîye yazılmıştır. İnsanın herşeyi kendinde topladığını ve bazı ince marifetleri bildirmektedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! İnsanda bulunan bütün kemâller, iyilikler hep (Vücûb) “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinden gelmiştir. Onun ilmi, o mertebeden, kudreti de, o mertebenin kudretindendir. Bütün yükseklikler de, hep böyledir. Fakat, her mertebenin kemâli, o mertebeye göredir. İnsanın ilmi, o mukaddes mertebenin ilmine göre, sonsuz var olanla yok olanın karşılaştırılması gibidir. Bunun gibi, insanın kudreti, gücü, Vâcib-i teâlâ ve tekaddesin kudretine göre, bir üflemesi ile yerleri ve gökleri ve dağları ve denizleri yok eden güc sahibinin, kendini dokumacı ustası sanan örümcekle karşılaştırılması gibidir. Bu ikisinden başka olgunlukları da, bunlardan anlamalıdır. Başka kelime bulamadığımız için, bu karşılaştırmayı yaptık. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:

Toprak nerede, temiz âlemler nerede?

 

Bundan anlaşılıyor ki, insandaki kemâller, Vücûb “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinin kemâllerinin sûretleri, görüntüleridir. İnsandaki kemâllerin, Vücûb mertebesindeki kemâllere yalnız ismleri benzemektedir. Bunun içindir ki, hadis-i şerifde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yarattı) buyuruldu. (Kendini anlayan, Rabbini anlar) sözünün inceliği, buradan anlaşılmaktadır. Çünki insanın nefsinde bulunan herşey, birer sûrettir, görüntüdür. Bu sûretlerin hakîkati, aslı, Vücûb mertebesindedir “te’âlet ve tekaddeset”. İnsanın halîfe olmasının inceliği buradan anlaşılmaktadır. Çünki, birşeyin sûreti, o şeyin halîfesidir. Vekîlidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen (Mücesseme) adındaki kâfirler, burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan sûretinde, şeklinde sandılar. Ahmak oldukları için, Allahü teâlânın, insanlarda olduğu gibi organları, duygu âletleri var dediler. Böylece, doğru yoldan saptılar. Çok kimseleri de saptırdılar. Allahü teâlânın sûreti ve misli gibi şeyler söylemek, benzeterek anlatmak içindir. Yoksa, benzetilen şeyin kendisidir demek olmadığını anlıyamadılar. Çünki sûretin, görüntünün hakîkati, aslı, parçalardan, zerrelerden meydana gelen bir topluluktur. Vücûb mertebesinde ise, böyle şey olamaz. Kadîm olan, sonsuz olan, parçalanamaz, ayrılamaz. Kur’an-ı kerimdeki (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerimeler de, böyledir. Bildirdikleri şeylerin kendileri anlaşılmamalıdır. Uygun olan başka şeyler anlaşılmalıdır. Âl-i İmrân sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Bu âyet-i kerimelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. Demek ki, müteşâbih olan âyet-i kerimelerin ne demek olduğunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, müteşâbih olan âyet-i kerimeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmektedir. Allahü teâlâ da, bu başka şeyleri bilmektedir. (Ulemâ-i Râsihîn) denilen derin âlimlere de, bu başka bilgiler ihsân olunmuştur. Bunun gibi, gayb olanları yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsân etmektedir.

[(Gayb) demek, âyet-i kerime ile ve hadis-i şerifler ile bildirilmemiş olan ve his organları ile, tecribe ve hesâb ile anlaşılamıyan şeyler demektir].

Müteşâbih olan âyet-i kerimelere, anlaşılandan başka manâ vermeğe (Tevil) denir. Tevili yanlış anlamamalıdır. Âyet-i kerimedeki (El) kelimesine kudret demek ve (Yüz) kelimesine, Allahü teâlânın kendisi demek, tevil olmaz. Böyle kelimelerin tevili ince, gizli bilgilerdir. Ancak, seçilmişlerin seçilmişlerine bildirilmiştir.

(Fütûhât-i Mekkiyye) kitabının sahibi [yâni Muhyiddîn-i Arabî]  hazretleri ve Ona uyanlar, Allahü teâlânın sıfatları, Allahü teâlânın kendinden başka olmadıkları gibi, birbirlerinden de başka değildirler diyor. Böylece, ilim sıfatı, Zat-i ilâhîden başka olmadığı gibi, kudretten, irâdeden, işitmekten ve görmekten de başka değildir diyorlar. Sıfatların hepsini de, böyle biliyorlar. Bu fakire göre, bu sözleri doğru değildir. Çünki, bunlar sıfatların dışarda ayrıca var olduklarına inanmıyorlar. Ehl-i sünnetten ayrılmış oluyorlar. Çünki, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerinin anladıklarına göre, Allahü teâlânın sekiz veya yedi sıfatı, kendisi gibi dışarda ayrıca vardır. Onları, sıfatların zattan başka olmadığına sürükleyen şey, belki, o makamdaki başkalığı bu dünyadaki mahlûklardaki başkalık gibi sanmalarından olsa gerektir. Allahü teâlânın sıfatlarının kendinden başka olmasını, bizim sıfatlarımızın kendimizden başka olması gibi bulmadıklarından ve o başkalığı bu başkalığa benzetmediklerinden, sıfatların zattan başka olmadığını sandılar. Sıfatlar, zatın aynıdır dediler. O makamdaki başkalığın da, Allahü teâlânın kendisi gibi ve sıfatları gibi anlaşılamıyacağını, mahlûklara benzetilemiyeceğini anlıyamadılar. Oradaki başkalık, buradaki başkalığa benzemez. Yalnız görünüşte ve ismde benzerlik vardır. Bundan anlaşılıyor ki, o makamda başkalık, ayrılık vardır. Fakat, biz bunu anlıyamayız! Anlıyamadığımız şeylere yok diyemeyiz ve dememeliyiz! Doğru yolun âlimlerinden ayrılmamalıyız! Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.