Âd kavmi - kainatingunesi.com

Âd kavmi

 Nûh tûfanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar çoğalıp, zamanla Arabistan yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hz. Nûh’un torunlarından olan Âd; Yemen’de Hadramût bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Âd’ın evlâdı burada çoğalarak büyük bir kabîle oldu. Bu kabîle, Âd’ın soyundan geldiği için, bu kavme Âd kavmi denildi. Âd, kendi arasında yirmi üç kabîleden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. İbn-i Ebî Hâtim (r.a.), Âd kavminin yerleşme sâhasının, Yemen ile Şam arasında olduğunu da rivâyet etmiştir.

Âd kavminin insanları, gâyet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten çok kuvvetli kimselerdi. Yeryüzünde onlardan daha uzun boylu ve cüsseli kimseler gelmemiştir. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedenî olan kuvvetleri yanında,  Allahü teâlânın ayrıca bir  ihsânı olarak, bulundukları belde de, gâyet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağın çok verimli, yağmurları da bol idi. her taraf yemyeşil olup, her yanda bağlar, bahçeler, etrafta rengârenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hattâ bu Ahkâf diyârının  İrem diye tanındığı, İrem bağları tâbirinin oradan geldiği de rivâyet edilmiştir.

Âd kavmi insanları , büyük kaya parçalarını yontarak sütun direk şekline getirirler, bu direk üzerine muazzam, gösterişli binâlar yaparlardı. O muazzam binâlarının içinde ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslerle, göz kamaştırıcı güzelliklere sâhipti.

Hz. Nûh’dan sonra sekiz asır gibi uzun bir zamânın geçmesi  sebebiyle, Âd kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adâlet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesâda başladılar. Dinlerine âid ilimleri büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar.

Nûh tûfânını görenleri çoktan vefât etmiş olduklarından ve tûfanın te’siri yavaş yavaş  insanların hâfıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zâten bütün gayretiyle insanları hidâyet yolundan ayırmak için, devamlı hîle ve tuzaklar hazırlıyordu.

Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nîmetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; “Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var(olabilir) ki dediler” (Fussilet sûresi:15) âyetinin haber verdiği şekilde kibre kapıldılar.

Bütün nîmetleri veren Allahü teâlâyı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün âlemin bir yaratıcısı olduğu akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehâlet ve taşkınlıkları artıyordu.

Nihâyet Âd kavmi; samed, samûd, sadâ ve hebâ adlı putlara tapmağa, etrafta bulunan kabîlelere zulüm ve işkence etmeğe başladı. Öyle zâlim ve gaddar oldular ki, zayıf  ve güçsüzler, onların yanında eğlence vâsıtası idi. Bunlar üzerinde âdetâ kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binâlardan aşağı atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi. Âdetâ zorbalık ve şiddet ile muâmele etmeyi, kendilerine şiâr edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sâhibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hattâ işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hâmisi ve sığınağı yoktu.

Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derececede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına güyâ kolay, kısa ve emîn olan istikâmeti göstermek için çeşitli yanlış işâretler koyarlardı. Yolu bilmeyen garip, zavallı yolcular, bu yanlış işâretlere aldanarak farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderler; Âd kavminin zâlimleri de, bu biçârelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişan bir vaziyete düşmelerini, kurda kuşa yem olmalarını seyrederler ve habîs ruhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı.

Bâzan uzak olsun, yakın olsun civârlarında bulunan kabîlelere baskın yaparlar, her tarafı yakıp yıkarlardı. Ele geçirdikleri malları yağma ederler, yakaladıkları insanları da köle olarak çalıştırır, yâhut da satarlardı.Merhâmet duyguları tamâmen kaybolmuş, yerini, cânilik ve zulüm duygusu almıştı. Güç ve kuvvetlerini zulüm ve haksızlıkta kullanıyorlardı.

Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumûra uğrayan, şefkat ve merhametten tamâmen mahrum kalan bu kavim, elindeki maddi imkân ve zenginlikleri sâdece zulüm vâsıtası olarak kullanıyordu. Garip ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabîleler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hâle gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor, rahat bırakmıyorlardı.

Maddî imkân ve nîmetleri arttıkça, Âd kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü teâlânın sonsuz nîmet ve ihsânlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ bahçe, tarla, hayvan, mahsûl hattâ nesillerinde şaşılacak bir  bereket bulunması, dünyâ nîmetleri bakımından, ulaşılması arzû edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bu hesapsız nîmetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devâm ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insânî duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefâhet yolunda ilerliyorlardı.

Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gâyet muâzzam binâlarda, benzeri görülmemiş bir ihtişâm içinde yaşıyorlardı. Bu umûmi yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde, yaptıkları sağlam binâ ve kâşânelerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı.

Ahlâki ve insâni değerlerini kaybetmiş, mâneviyattan tamâmen mahrûm kalmış kimselerin, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddî imkânları, başkalarına zulüm ve işkence âleti olarak kullanacakları  gâyet açıktır. İşte Âd kavmi de böyle olup, ellerinde kuvvet ve imkânları ile etrâfa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Âd kavminin melîki (hâkimi), Halcân bin Vehm isminde, vicdansız, zâlim bir kimse idi.

Âd-ı ûlâ, Âd-ı uhrâ: “Âd-ı ûlâ, ilk Âd kavmi demektir. Âd-ı uhrâ ise sonraki Âd kavmi demektir. Bunların kimler olduğu hakkında çeşitli rivâyetler varsa da, meşhur olan rivâyetlere göre, birinci Âd kavmi, Hûd’un (a.s.) zamânında bulunup, ona îmân etmeyerek helâk olanlardır. Necm sûresinin  50. âyet-i kerîmesinde; “O ilk Âd kavmini helâk etti” buyruldu.

Bu kavme ilk Âd kavmi buyrulması, Hz. Nûh’dan sonra ilk helâk olan kavim olması sebebiyledir.

Katâde’nin (r.a.) bildirdiğine göre İrem, bir Âd kavmidir. Onlara, zât-ül-Imâd (direkler sâhibi) denirdi.

Kur’ân-ı kerîmde, Hz. Hûd ile Âd kavmi arasındaki vâki olduğu zikredilen hâdiseler hep bu Âd-ı ûlâya (birinci Âd’a) âittir. Âd-ı ûlânın helâk olmasından sonra, geride kalanlardan çoğalanlara da Âd-ı uhrâ (sonraki Âd kavmi) denilmiştir. Âd-ı ûlâ, Âd-ı uhrâ ve İrem hakkında daha değişik rivâyetler de bildirilmiştir.