AĞLAMAK - kainatingunesi.com

Ağlamak

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Ağlamanın en güzeli ve iyisi, İslâma uygun olma­yan amellerle geçirilen ömür için kulun ağlamasıdır.”

Gâziantep velîlerinden Aydî Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın aşkı ile çok güzel şiirler söyledi. Dîvânında hocasının vefâtı üze- rine yazdığı mersiye şöyledir:

AĞLAYU AĞLAYU

 

Şeyhim bekâya gitti ben kaldım ağlayu ağlayu

Aktıkça kan bu dîdeden sildim ağlayu ağlayu

 

Geldi dil deryâsı cûşa, döndüm ol demek bî-hûşa

İhtiyârsız başım taşa, çaldım ağlayu ağlayu

 

Arttı derdim âh ile, göz kan döker dilhâh ile

Ser-tâ-kadem eyvâh ile, doldum ağlayu ağlayu

 

Yandı dil nâr-i furkata, sabrolunmaz bu hasrete

Şimdi deryây-i hayrete, daldım ağlayu ağlayu

….

Cismim yanar bu nâr ile, gönlüm dolar bu zâr ile

Bağrım fırak-i yâr ile, deldim ağlayu ağlayu

 

Boynum eğüp sünbül gibi, feryâd edip bülbül gibi

Aydî iken ben gül gibi, soldum ağlayu ağlayu  

 

Evliyânın büyüklerinden Bündâr bin Hüseyin Şirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyuruyor ki: “Ağlamanın çeşitleri vardır. Bâzı ağlamalar, önceden olmayan bir şeyin elde edilmesi sebebi ile sevinçtendir. Birisi de, eldeki bir şeyi kaybetme sebebi ile üzüntüdendir. Allahü teâlâ bir â- yet-i kerîmede sevinçten ağlamak hakkında meâlen buyuruyor ki: “Pey­gambere indirileni (Kur’ân’ı) dinledikleri zaman, hakkı anladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşandığını görürsün. Onlar şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Îmân ettik, şimdi bizi şehâdet getirenlerle berâber yaz.” (Mâide sûresi: 83) Allahü teâlâ bir âyet-i kerîmede üzüntü sebebiyle ağ­lamak hakkında meâlen buyuruyor ki: “Bir de o kimselere günah yoktur ki, kendilerini bindirip savaşa gönderesin diye sana geldiklerinde, onlara: “Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum.” demiştin. Bu uğurda sarf ede­cekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler.” (Tevbe sûresi: 92)

Bağdât velîlerinden Câfer bin Ahmed Es-Serrâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin hallerini ve sözle­rini anlatırken şöyle buyurdular: Zünnûn-i Mısrî; “Bir gün erken bir va­kitte Abdullah bin Mâlik’in kabrine gitti. Kabristanda yüzü örtülü bir kişi gördü. Biraz sonra o şahsın Sa’dûn olduğunu fark etti. Ona; “Ey Sa’dûn, gel bir­likte şu bedenlerimiz için ağlayalım.” dedi. Sa’dûn, Zünnûn-i Mısrî’ye; “Allahü teâlânın huzûruna nasıl ve ne yüzle gideceğimize ağ­lamak, be­denlerimiz için ağlamaktan daha lâyıktır. Keşke bu bedenler kabirde kendi hâline çürümeye bırakılsaydı da, hesap vermek için diril­tilmeseydi. Eğer sen Cehennem’e girersen, başkasının Cennet’e girmesi sana fayda vermeyecektir. Eğer Cennet’e girersen, başkasının Cehen­neme girmesi de sana bir zarar temin etmeyecektir. Ey Zünnûn! Kıyâmet günü amel defterleri açıldığı zaman, O’na nasıl cevap vereceğiz! O bunu söylerken; “Yardım et yâ Rabbî;” diye bağırdı. Bu sözleri işiten Zünnûn-i Mısrî bayı­lıp yere düştü. Ayıldığı zaman Sa’dûn’un elbisesinin kolu ile kendi yü­zünü sildiğini fark etti.

Velîlerden ve meşhûr tefsîr âlimi Dehhâk bin Müzâhim (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) akşam olunca ağlardı. Niçin ağladığı soruldu­ğunda; “Bu- günkü amellerim iyi mi, yoksa kötü mü yazıldı bilmiyorum da onun için ağlı­yorum.” cevâbını verirdi.

Büyük velî, hadîs ve kırâat âlimi Ebû Bekr bin İyâş (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün ağlayarak, şu beyti söyledi: “Yaşım sekseni aştı, ar- tık neyi arzu edeyim, neyi bekleyeyim. Seneler, peşipeşine gelip geçti. Beni yıprattı ve eskitti. Kemiklerimi inceltip, gözlerimi küçülttü. Zayıflıktan eski bir elbise gibi oldum.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Harem bin Hayyam el-Abdî, Eshâb-ı kirâmdan Ha- mâme’nin yanında gecelemişti. Hamâme radıyallahü anh bütün gece sabaha kadar ağladı. Sabahleyin; “Niçin ağladın?” diye sorunca; “Kabir­lerin içerisinde bulunanları ortaya çıkardığı, gökteki yıldızların dağıldığı, gecenin sabahını, kıyâmetin kopacağı günü hatırladım da ağladım.” diye cevap verdi.”

Şam’da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kalan ömründe Allahü teâlâya karşı yaptığı isyânlara, kaçırdığı ibâdet ve tâatlara ağlamak, akıllı kimseye dü­şer. Fakat ömrünün geri kalan kısmını günahlar içinde geçiren akılsız kimseye, ağlamak yaraşır.”

Ahmed bin Ebü’l-Havârî şöyle nakletti: Ben hocam Ebû Süleymân Dârânî’nin huzûruna girdim. Onu ağlar hâlde buldum. Ona; “Seni ağlatan nedir?” diye sorunca; “Ey Ahmed! Ben nasıl ağlamayayım. Bana bildirildi ki, gece olduğu, gözler uykuya vardığı, herkes kendini sevenlerin ya­nında bulunduğu zaman; âriflerin kalpleri, Rablerinin zikriyle coşar ve lezzet duyar. Onların niyet ve gayretleri Allahü teâlâya kavuşmak olur. Onlar Rablerinin huzûrunda diz çökerler, mahzûn bir hâlde Allahü teâ- lâya münâcaat ve niyâzda bulunup yalvarırlar. Allahü teâlâdan kork­mak ve O’nun rızâsına kavuşmak için gözyaşlarının aktığı, secde ettikleri yerler ıslanır. Allahü teâlâ bu kullarına rahmet nazarıyla bakar ve; “Ey beni iyi tanıyan dostlarım! Benim zikrimle meşgûl oldunuz ve benim rı­zâma kavuşmak için gayret ettiniz. Kalplerinizden benim zikrimden baş­kasını uzaklaştırdınız. Size müjdeler olsun ki, bana kavuştuğunuz zaman yakınlık ve sevinç sizin içindir.” buyurur. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisse-lâma buyurur ki: “Ey Cebrâil! Benim kelâmımı okuyarak kalbi rahatlayan ve benim ismimi zikr ederek lezzet duyan ârif kullarımın hâlini biliyorum. Onların ağlamalarını ve inlemelerini işitiyorum. Onların benim rızâma kavuşmak için çırpındıklarını ve çalıştıklarını görüyorum. Sen onlara gi- dip; siz niçin ağlıyorsunuz? Sizin bu tazarrû, yalvarma ve hüzün hâliniz nedendir? Size Allahü teâlânın kendini seven kimseleri Cehennem’de azâb edeceği haberi mi geldi. Yoksa Allahü teâlânın, be­nim zikrimle lez- zet duyanları huzûrumdan kovarım, buyurduğunu mu işittiniz? Allahü teâlâ; izzetime yemin olsun ki, sizi Cennet’ime koyaca­ğım. Sizinle aram- daki perdeleri kaldıracağım. Göz yaşlarınızın karşılığı olarak sevinç ve müjdeler ihsân edeceğim.” buyurdu.

“Gözünüzü ağlamaya, kafanızı düşünmeye alıştırın.” buyuran Ebû Süleymân Dârânî hazretleri, ağlamayı terk etmeyi, ilâhî inâyetten mah­rumiyet sayardı. Çünkü irfan sâhibi geceleri kâim olarak ibâdete devâm ettiği sürece Allahü teâlâ ona rahmet kapılarını açar. “Her şeyin bir alâ­meti, işâreti olduğu gibi, ilâhî feyzlere kavuşmaktan mahrum kalmanın alâmeti de ağlamamak, ağlamayı terk etmektir.” buyururdu.

Dünyâya ve dünyâ bağlılarına rağbet etmeyen Esrâr Dede (rahme- tullahi teâlâ aleyh) kendisinden nasîhat isteyenlere dünyâ nîmetlerinin ve güzelliklerinin geçici olduğunu söyler ve ölümü hatırlatırdı. Çok cömert olup, eline geçen malı ve parayı fakirlere dağıtırdı. Esrar Dede’nin şu şiiri onun ne kadar ince ruhlu olduğunu göstermektedir.

 

Derd-i dile bîgâne vü mahrem güler ben ağlarım

Özge belâ kim hâlime âlem güler ben ağlarım.

 

Hiç kimseye olmuş değil böyle belâ-yı bü’l-aceb

Kim beytü’l-ahzân-ı dilimde gam güler ben ağlarım.

 

Naz ü niyâza yok vakit hayran olur görse gözüm

Ancak hemen ol dilber-i gülfem güler ben ağlarım.

 

Nâdîde bir dîvaneyim baştan başa efsâneyim

Hicrânımın ahvâline mâtem güler ben ağlarım.

 

(Gönül derdine yabancı ve dost güldüğü halde ben ağlıyorum. Bu â- lemin güldüğü benim ağladığım başka bir derttir.

Böyle ziyâdesiyle şaşılacak belâyı hiç kimse görmedi. Ki o gönlü­mün hazret-i Yâkûb gibi hüzünlü evinde gam güldüğü halde ben ağlıyo­rum.

Gözüm görse nâz ve niyâza yalvarıp yakarmaya vakit bırakmadan hayran olup kendinden geçer. Fakat o gül ağızlı sevgili güldüğü halde ben ağlıyorum.

Eşi bulunmaz baştan başa efsâne olmuş bir deliyim, benim ayrılık hallerime mâtem güldüğü halde ben ağlıyorum).

Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin gözlerinden bir gün sicim gibi yaş a- karken gördüler: “Ey Feth! Neden böyle ağlıyorsun?” dediklerinde; “Gü- nahlarımı hatırladıkça, gözlerimden yaş akmakta, ağlamam ihlâssız ve riyâ ile olmasın diye de böyle ağlamaktayım!” cevâbını verdi.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kalbi yufka, gözleri yaşlıydı. “Ağlamak, gözün ağlaması de- ğil, kalbin ağlamasıdır. Adam var ki gözleri ağlar, fakat kalbi hastadır. Çünkü münâfıkların ağlaması, kalpten ve içten değil, sâdece baştaki gözden gelir.” buyurdu.

Bir arefe günü Arafat’ta vakfe yaptı. Öğleden akşama kadar ağladı. Hem de günâhları düşünüp; “Şu günde bağışlanmış olsa bile vah yaptı­ğım çirkin işlere, vah günâhlarıma.” deyip dururdu.

Meşhur velîlerden Huzeyfetü’l-Mer’âşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Allahü teâlâdan olan korkusu sebebiyle çok ağlardı. Böyle bir zamanda yanına gelen birisi ona dedi ki: “Bu derece ağlayıp sızla­mana, ızdırap çekmene sebep nedir? Yoksa Allahü teâlânın Rahîm, çok merhâmetli, Kerîm ve Gafûr olduğunu bilmiyor musun?” dedi. Bunun ü- zerine Huzeyfetü’l-Mer’âşî hazretleri; “Allahü teâlâ; “Bir fırka Cennet’te, bir fırka Cehennem’dedir.” buyuruyor. Ben bu iki fırkanın acaba hangi­sindeyim, bunu bilmediğim için ağlıyorum.” dedi. Soran; “Mâdem ki, sen daha kendi hâlini bilmiyorsun, nasıl olur da başkalarına yol gösterirsin?” dedi. Bu sözü duyan Huzeyfet-ül-Mer’âşî hazretleri, çok mânâlar ifâde eden bu sözün tesiriyle düşüp bayıldı. Kendine gelince, “Ey Huzeyfe! Biz seni dost edindik, kıyâmet günü seni Cennetliklerden olarak haşrede- ceğiz.” diyen bir ses duydu. Bu sesi, o mecliste bulunup da henüz müs- lüman olmayan üç yüz kişi duyup müslüman olmuşlardır.

Çeştiyye yolunun büyüklerinden Hâce Hübeyret-ül-Basrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Allah aşkından devamlı ağlardı. Bir gün duâ edip ağlar­ken, gâipten bir ses işitti: “Ey Hübeyr! Seni affedip, bağışladık. Git, Huzeyfetü’l-Mer’âşî’nin hizmetinde bulun!” denildi. Hemen yollara düşüp, Huzeyfetü’l-Mer’âşî hazretlerinin yanına giderek, talebeleri arasına katıl- dı. Bir seneye varmadan hocasına halîfe oldu. Artık gözü hiçbir dünyâ lezzetini görmüyordu. O kadar şiddetli ağlardı ki, görenler hâline acır; “Artık bu hayattan geçmiş, hemen ölür.” derlerdi. Birçok talebe yetiştirip, insanları Cehennem ateşinden kurtarmak için çalıştı. Talebeleri arasında bir çok velî vardı. Bunlardan en meşhûru Uluvv-i Dîneverî hazretleridir.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Zâhidlerin gözleri, âriflerin ise kalbleri ağlar.”

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma’- sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Attâr-ı Şiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağla­masının sebebi sorulunca; “Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetin- den ağla­maktayım” dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye so­rulunca da; “Mec­lislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum.” buyurdu.”

Tâbiînden Muhammed bin Sûka (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allah korkusundan çok ağlardı. Cuma günleri arkadaşlarını arar bulur ve on­larla birlikte ibâdet eder, aynı düşünceler içinde göz yaşı dökerlerdi.

Kendisine babasından mirâs kalan yüz yirmi bin dirhem parayı, bir şüphe üzerine, tamamen sadaka olarak dağıttı. Zekât alacak duruma düştü. Muhammed bin Sûka’nın üstünlüklerine dâir, kendisine yetişerek sohbetinde bulunmuş olan büyük İslâm âlimlerinden çeşitli rivâyetler vardır. Onun cömertliği, ibâdete düşkünlüğü, günâhlardan kaçınması, Al- lahü teâlâdan korkması hakkında sözler kitaplara geçmiş, nesilden nesile ibret olacak hayatı anlatılmıştır.

Süfyân-ı Sevrî hazretleri anlatır: “Bir gün Rekbet hazretleri ile bera- ber Muhammed bin Sûka’nın ziyâretine gittik. Bir ara Rekbet bana; “Yâ Süfyân! Kûfe’de iki kişi var. Bunlar Allah yolunda çok çalışıyorlar. Onlar­dan biri Muhammed bin Sûka, diğeri ise Abdülcebbâr bin Vâil bin Ha- cer’dir.” buyurdu.

Bir gün kardeşinin oğlu kendisine bir suâl sordu. Muhammed bin Sû- ka hazretleri ağlamaya başladı. Yeğeni, “Ben suâlin cevâbını verecek- siniz diye sordum, siz ise ağladınız, cevap vermeyecek misiniz?” de­yince, o da; “Ey kardeşimin oğlu, suâlin cevâbından âciz oluduğum için değil, bu mevzûu bugüne kadar sana öğretmediğim için ağlıyorum” bu­yurdu.

Muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Biz öy­lelerine (Eshâb-ı kirâma) kavuştuk ki, hanımları ile aynı yastığa baş ko­yar, ama bu halde sabaha kadar sızlanır, ağlar, yastık gözyaşından ısla­nır. Yirmi sene buna devam eder de, ne bu ağlamadan, ne de sızlama­dan hanımların haberi olmazdı.”

Yine buyurdular ki: “Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyâda henüz gireceği yeri bilmiyen kimsenin gülmesi de o nisbette şaşılacak şeydir.”

Tebe-i tâbiîn devri velîlerinden Ömer bin Zer (rahmetullahi teâlâ a- leyh) çok tesirli konuşurdu. Vâz ettiğinde dinleyenler hüngür hüngür ağ- lar, kendilerinden geçerlerdi. Ömer bin Zer vâzına başlarken; “Kardeş- lerim! Göz yaşlarınızı bana ödünç verin.” derdi. Bu sebeple bir gün oğlu; “Babacığım! Çok kimseler konuşup vâz ediyor. Hiç kimsenin gözü ya- şarmıyor. Ama siz konuşurken herkes göz yaşı döküyor. Bunun se­bebi nedir?” diye sordu. O da; “Oğlum! Ağıt tutması için ücretle getirilmiş kişi ile ölen çocuğu için ağlayan kadın hiç aynı olur mu?” diye cevap verdi.

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah- metullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine, Hasan-ı Basrî hazretlerinin; “Cen- net’te, Allahü teâlâyı görmekten bir an mahrum olursam öyle ağla­yıp, feryâd edeceğim ki, bütün Cennet ehli bana acıyacak.” dediğini nak- lettiklerinde; “Bu çok güzeldir. Lâkin, eğer dünyâda, Allahü teâlâdan bir an gâfil olduysa ve bu gafletinden dolayı aynen bildirdiği üzüntü, ağ­lamak ve inlemek meydana geldiyse âhirette de dediği gibi olacaktır. Aksi halde olmayacaktır.” buyurdu.

Râbia hazretleri; Bir gün ağlıyordu. “Ey Allahü teâlânın sevgili kulu niçin ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var.” dediler. Buyurdular ki: “Ayrı- lıktan korkuyorum, belki ölüm vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey Râ- bia) diye Allahü teâlâ hazretleri hitâb buyurursa benim hâlim nice olur? Eyvah, eyvah!” deyip ağladı.

Allahü teâlânın muhabbeti ile çok ağlar, hep mahzûn olarak yaşardı. Cehennem lafzını duyunca, onun dehşeti ile kendinden geçerek bayılıp düşerdi.

Tâbiînden velî ve büyük bir fakîh (İslâm Hukûku âlimi) Recâ bin Hayve (rahmetullahi teâlâ aleyhim) zamânında Eyyûb bin Süleyman bin Abdülmelik vefât etmişti. Cenâzenin bulunduğu yere babası Süleyman bin Abdülmelik, yanında Ömer bin Abdülazîz, Saîd bin Ukbe, Recâ bin Hayve olduğu halde girdi. Süleyman, oğlu Eyyûb’a bakmaya başladı. Gözleri iyice dolmuştu. Sonra “İnsana, böyle bir musîbet gelince, hislen- memesi, içinin galeyâna gelip, kabarmaması mümkün değil. Böyle bir durum karşısında, insanların bir kısmı, Allahü teâlâya karşı tam bir tesli­miyet gösterip, mükâfâtını ondan bekleme olgunluğunu gösterir. Bir kısmı sabır ve tahammül etme gücüne sâhib olur. Bunların ikisi de, sağ­lam ve metin kimselerdir.

Bir kısmı da vardır ki, sabır ve tahammül gösteremezler. Bunlar za­yıf kimselerdir. Fakat, şu anda ben, kalbimde bir hislenme, acı bir coşma görüyorum. Eğer içime bir serinlik vermezsem, ciğerimin, üzüntü ve ke­derden parça parça olacağından korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz “Ey müminlerin emîri! Sabretmeniz gerekir. Yoksa, ecir ve sevâbınız boşa gider. Saîd bin Ukbe de, ağlamaklı bir haldeydi. Sanki ağlamak için yardım ister gibi bir hâli vardı. Recâ bin Hayve ise; “Ey müminlerin emîri! Sizin bu derece, aşırı bir üzüntüye kapılmanıza, bir mânâ veremiyorum. Ortada o kadar önemli bir mesele yok. Bana şöyle anlattılar: Resûlullah efendimizin, ezvâc-ı mütahherasından olmakla şe­reflenen, Mâriye vâlidemizden İbrâhim adında bir oğulları olmuştu. Fa- kat daha küçücük iken vefât etmişti. Onun vefâtında, Resûlullah efendi­mizin mübârek gözlerinden yaşlar akıp; “Göz ağlar, kalb üzülür. Ancak Allahü teâlânın râzı olduğunu söyleriz. Ey İbrâhim, bizler senin için çok mahzû- nuz (üzgünüz)” buyurmuşlardı. Bu sözler karşısında, Süleyman bin Ab- dülmelik hıçkıra hıçkıra ağladı. O kadar ağladı ki, orada bulunan­lar bir şey oldu sandılar.

Tâbiînin, zâhid, âbid, velî ve müttekilerinden Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gözlerinden rahatsızdı. Bunun için ta­bibe gitti. Tabib; “Bir husûsa dikkat edersen, gözlerin iyi olur” dedi. Sâbit; “O nedir?” diye sorunca tabib; “Ağlama!” dedi. Bunun üzerine Sâbit; “Ağlamayan gözde hayır yoktur.” buyurdular.

Türkistan’ın büyük velîlerinden Sa’düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) on iki yaşında iken babası ile ticâret için sefere çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladılar. Sa’düddîn, kervansarayın kapısında oturur- ken, oraya bir grup tüccar gelip, konuşmağa başladılar. Aralarındaki he­sâbı görebilmeleri için, birbirlerine uzun müddet bağırıp çağırdılar ve çe­kişmeğe başladılar. Tüccarların bu hâlini seyreden Sa’düddîn, ağlamaya başladı. Tüccarlar, çocuğun sebepsiz yere ağlamasına hayret edip niçin ağladığını sordular. Bunun üzerine Sa’düddîn; “Sizin yüzünüzden ağlıyo­rum. Sabahtan beri buradayım, dünyâ hırsı yüzünden kavga edip duru­yorsunuz. Bir ân için olsun, Allahü teâlânın ismini anıp O’ndan bahset­mediniz. O’nun emir ve yasaklarından hiç konuşmadınız. Size acıdığım için ağlıyor, Cehennem’e düşmemeniz için de duâ ediyorum.” dedi. Tüc­carlar, çocuğun bu hâline hayran oldular ve hepsi yaptıklarına tövbe edip, helâlleşerek işlerini bitirdiler.

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa’bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Kâdı Şüreyh ile berâberdim. Ona, birisi ile dâvâsı olan bir kadın geldi. Ağlamaya başladı. Bunun üzerine ben Kâdı Şüreyh’e; “Yâ Ebâ Ümeyye! Herhalde bu kadın mazlumdur.” Deyince, Kâdı Şüreyh; “Yâ Şa’bî, hazret-i Yûsuf’un kardeşleri de babala­rına ağlayarak gelmişlerdi. Bu kadının ağlaması, suçsuz olduğunu gös­termez.” dedi.

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanında, bir gün Şuayb bin Harb ağlamaya başladı. Orada bulunanlar da ağladılar. Kendisinin büyük bir şey yaptığı zannedilince hazret-i Tâvûs ona dönerek; “Ey kardeşim! Yaptığın bir günah için yerdekiler ve gökdekilerin hepsi de seninle berâ­ber ağlasalar yine de azdır.” dedi.

Büyük velîlerinden Utbet-ül-Gulâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri hakkında Anbese-i Havvâs şöyle anlatır: Utbet-ül-Gulâm, beni dâimâ ziyâret ederdi. Bir gece yanımda kaldı. Seher vakti şiddetli bir şe­kilde ağladı. Sabah olunca, ona; “Bu gece beni çok korkuttun. Niçin öyle ağladın?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Ey Anbese! Günahlarım çok. Yarın kıyâmet günü huzûr-ı ilâhiye nasıl varırım.” dedi ve bu sırada neredeyse yıkılacaktı, onu hemen kucakladım. Utbe! Utbe! diye bağırdım. Bana ha­fîf bir sesle cevap verdi. “Kıyâmet günü hâlimin ne olacağı hâtırıma gel­dikçe kendimi kaybediyorum.” dedi. Sonra ağlamaya başladı. Onun bu ağlayışı beni de ağlattı. O mahzûn bir sesle, göz yaşları dökerek, Allahü teâlâdan, lütuf ve ihsânını dilerdi. O, Kur’ân-ı kerîm okuduğu zaman ağ­lar, başkalarını da ağlatırdı. Allahü teâlânın korkusundan göz yaşları dinmezdi.

Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evinde bulunanlar dâhil, hiç kim- se güldüğünü görmemiştir. Çok ağlardı. “Kıyâmet günü bir yere top­la- nacaklarını ve Allahü teâlâya hesab vereceklerini bilen kimselerin kalb- leri nasıl sevinçli olur, nasıl gülerler, anlıyamıyorum.” buyururdu.