AKIL - kainatingunesi.com

AKIL

Kalbe gelen te’sirleri inceleyerek, iyilerini kötülerinden ayıran kuvvet. Lügatte; kalb, diyet, sığınak, idrâk merkezi ,hâfıza, kale, iyiyi kötüden ayırabilme kabiliyeti, düşünme ve anlama hâssası, zihin, anlayış, idrâk, zekâ, düşünme,

hâtır, görüş, tedbir, gibi mânâlara gelir. İstilâhda ise akıl; kalbe gelen te’sirleri inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Akıl, mahlûkat (varlıklar) içinde en önce yaratılan mahluklardandır.

“Riyâd-ün- nâsıhin” kitabında buyruluyor ki: “Akıl, insanın gönlüne yerleştirilmiş bir nûrdur. Buna sahip olan insan, akılla karşısındaki şeyleri anlayabilir.İnsan akıllı olduğundan, emirleri yapmak ve yasak edilenlerden sakınmakla emrolunmuştur.İnsan aklıyla doğru ve yanlışı ayırır, iyi veya kötü amel(sevab veya günah) işler ve bu amelleri için hesaba çekilir.İdrâk(anlama) olan akıl, insanların şahsiyetlerinin ve tabiatlarının başka başka olması gibi şahıslarda değişik olarak bulunur. Bazı kimselerin aklının çok ve kuvvetli olmasına karşılık bazılarınınki de zayıf ve azdır.Fakat; hemen hemen her insanda , fayda ve zararı, İslâmiyet’in iyiliğini, ona uyanın dünya ve ahiret saâdetine kavuşacağını anlayacak kadar akıl vardır.

Bâzı âlimler; “Akıl, kişinin, sözünün ve işinin doğru olmasıdır”demişlerdir. Ayrıca; “Sözleri, işleri ve hareketleri karışık olan bunaktır, yani aklı yok denecek kadar azdır. O kimsede bazan doğruluk  ve bazan yanılma çok olur “ demişlerdir.

Yine “Riyâd-ün-nâsıhin” kitabında diyor ki: “Allahü teâlâ meleklere akıl verdi, şehvet vermedi. Hayvanlara şehvet verdi, akıl vermedi.İnsana ise; hem aklı hem şehveti verdi.” İmâm-ı Gazâli hazretleri ise “İhyâu ulûmiddin” kitabında; “Akıl ile şehvet birbirinden tamamen ayrı ve birbirine zıt olan iki varlıktır. Aralarındaki ayrılık gece ile gündüz gibidir .Birbirlerini kabul etmezler.Karşılaştıkları vakit aralarında savaş başlar.Galip olan taraf diğerini ezer” buyurmaktadır.

Aklı, şehvetine galip olan insan çok yükselir.Meleklerden de üstün olur. Aklı şehvetine mağlup ve esir olan ise alçalarak hayvanlardan daha aşağı derecelere düşer.

“Hulâsat-ül-hakâik” kitabında diyor ki: “Akıl, ıkâl kelimesinden  alınmıştır.

Ikâl, devenin kaçıp gitmemesi için dizlerini birbirine bağlayan dizbağına,kösteğe verilen isimdir. Ikâl,deveyi kaçıp gitmekten koruduğu gibi, akıl da insanı uygunsuz işler yapmaktan korur.”

Süfyân bin uyeyne (r.aleyh) ; “Akıllı kimse, iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce alan, kötüyü görünce reddedendir” buyurmuştur.

Tâbiinin büyüklerinden Vehb bin Münebbih hazretleri; “Muhammed aleyhisselamı hak peygamber olarak gönderen Allahü tealaya yemin ederim ki, önce gelenlerin ve sonra geleceklerin hepsinin aklı, Resûlullah’ın (s.a.v.) aklı yanında, dünyadaki kum tanelerinin hepsine göre tek bir kum tanesi gibidir.” buyurmuştur.

Hazret-i Ali buyurdu ki: “Akıl öyle bir ağaçtır ki, kökü takvâ, dalı hayâ ve meyvesi verâdır. Akıl ağacının kökü olan takvâ; insanı, fıkha, zühde ve Allahü tealanın gayrisinden yüz çevirip, yalnız O’na yönelmeye davet eder. Akıl ağacının dalı olan hayâ ise; insanı doğru sözlü olmaya, çok iyilik yapmaya ve şüpheli olan şeyleri terk etmeye sevkeder.

İmam-ı Rabbâni hazretleri buyurdu ki: “İslâmiyet akla tabi olmayı emir, nefse tabi olmayı da yasak ediyor. Çünkü, tabiatı icabı akıl,İslâmiyete uymayı, nefs ise, uymamayı emr ve teşvik ederler. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felaketlere sürüklenirdi. Bununla beraber nefsin yaratılmasında da hikmet-  ler vardır. Nefs olmasaydı, insan yaşamasında, üremesinde ve medeni hayat için çalışmasında kusur ederdi. Böylece nefs ile cihâd sevabından mahrum kalırdı.”

“Berika” kitabındaki hadis-i şeriflerde buyruldu ki: “ Aklın alâmeti, nefse sahip ve hakim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hatırlamaktır.Ahmaklığın alâmeti de nefse uyup, Allahtan af ve merhamet beklemektir.”

“Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler.”

“Riyâd-ün-nâsihin”deki bir hadis-i şerifde Resulullah efendimiz (s.a.v.) Ebu

Zer’e (r.a.) buyurdu ki:”Allahü tealanın haram eylediklerinden kaçın ve   emret-  tiklerini yerine getir ki akıllı olasın.”

“İhyâu ulûmiddin” kitabında bildirilen hadis-i şeriflerde buyruldu ki:

“İnsanın, akıl gibi yüksek iktisâbı (kazancı) olamaz. Akıl, sahibini iyiliğe ulaştırır, fenalıktan alıkor. Aklı kemâle ermedikçe insanın dini müstakim(dosdoğru) ve imanı tamam olmaz.

“İnsan, güzel ahlakı sebebiyle , gündüzleri oruç tutan ve geceleri ibadetle geçirenlerin derecesine ulaşır. Fakat aklı tamam olmadıkça ahlâkı güzelleşmez

Aklı olgunlaşınca imanı kemâle erer. Rabbine itaat ve düşmanı olan şeytana isyan eder.”

Hazret-i Âişe birgün Peygamber efendimize (s.a.v.) ; “Ya Resulullah insanlar dünyada ne ile üstünlük kazanırlar?” diye suâl ettiğinde “Akıl ile” diye cevap verdi. Âişe (r.anhâ); “Herkesin kıymeti, ameli ile ölçülmez  mi ?” deyince, Resul aliyhisselam ; “Ya Âişe ! İnsanlar akıllarının aldığından  fazla bir şey yapabilirler mi ? Allahü teâlânın kendilerine ihsan ettiği akılları nispetinde amel ederler. Ondan sonrada amellerine göre mükafatlandırılırlar.” buyurdu

İbni abbâs’ın  (r.anhümâ ) bildirdiği bir hadis-i şerifde buyuruldu ki : “Her şeyin bir âleti, bir hazırlık istidâdı vardır. Mü,’minin âleti, akıldır. Her şeyin bir bineği vardır. Kişinin  bineği aklıdır. Her şeyin bir direği vardır. Dinin direği akıldır.Her kavmin bir dayanağı vardır. Her kavmi bir çağıran(davet eden) vardır. Âbidleri ibâdete davet eden de akıldır …”

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri “Seâdet-i Ebediyye” kitabında bulunan bir mektubunda buyuruyor ki: “Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. Yani anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı batıldan , iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmak için yaratılmıştır. Akıl, sadece insan, melek ve cinlerde vardır.Çünkü, mahlûkat içerisinde hakkı batıl ile karşılaştırabilecek olanlar yalnız bunlardır. Allahü teâlânın kendisinde ve O’ na ait bilgilerde, hakkın batıl karıştırılması olamayacağından,o bilgilerde , akıl yalnız başına sened olamaz. Mahlûklara ait bilgilerde hakkı batıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, kullar arasındaki bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya ait bilgilerde hakkı batıl ile karıştırmak istidâdı olmadığından, akıl; o bilgilerde ileri gidemez.Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Orada ayrılık gayrılık olamaz. Bundan dolayı, orada aklın işi yoktur.

Akıl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs (ölçmek) olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etti ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etti ise af olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid ile gaibe istidlal (bilinmiyeni bilinene benzete­rek anlamağa çalışmak) lâzım olur. Yâni, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akıl ve ilim adamlarının hepsi, şâhidden gaibe istidlalin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmektedir. Akıl, yalnız, Allahü teâlâ­nın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçtür. Önce. aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu bilmek gerekir.

Mütevâtî; bir cins içinde bulunan fertle­rin hepsinde eşit mikdarda bulunan sıfat demektir, insanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. insanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsavidir (eşittir). Meselâ bir pey­gamberin ve bir kâfirin insanlığı müsavidir, insanlık peygamberde daha çok, daha kuvvetli değildir. Bir nebinin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yoktur. Cemşid gibi meşhur bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Yâni Cemşid’deki insanlık, çobandaki insanlıktan üstün değildir, insanlık bakımından ikisi de aynıdır.

Müşekkik ise bir cins içindeki fertlerin hepsinde müsavi miktarda bulunmayan sıfat­tır, ilim gibi; ilim, âlimlerin bâzısında çok, bâzı­sında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilim­den elbette daha çoktur ve daha geniş, daha parlaktır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âli­min bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tetkik ve tecrübe sahibi olan âlimin ilmine daha çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, elbette ona daha çok itimâd edilir.

Akıl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilim gibi müşekkik midir? Elbette müşekkiktir. Yâni, nev’inin, yâni kendilerinde akıl bulunan insan, cin ve melek sınıflarının bütün fertle­rinde müsavi (eşit) olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında bin­lerce derece farkı vardır.

Akıl, başlıca iki kısımdır: Selim akıl, sakîm akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz; pişman olacak hiç bir harekette bulunmaz ve düşündüğü şeylerde asla hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işleri yapar. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. Böyle akıl ancak peygamberlerde “aleyimüssalâtü vesselam” bulunur. Peygamberler selîm akıl sahibi olduklarından her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır; pişman olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Eshâb-ı kiramın, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin, din nâmlarının (r.aleyhim) akılları da bunların kıllarına yakın olup, ahkâm-ı islâmiyye’ye uygun akıllardır. Onun için, bunların zamanında, İslâmiyet genişledi. Müslümanlar çoğaldı. Târihi iyi anlayan, bunu pek iyi görür.

Sakîm akıllar; selîm akılların aksi, tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılarak, üzüntüye, pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.

Bu iki kısım akıl arasında, çok çeşitli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, mü’ minlerin, dîni ve dünyevî aklı olduğu gibi kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklına nisbetle üstündür. Mü’minin âhıret işlerini anlayan aklı ise dünyâ işlerini anlayan aklından daha üstündür. Fakat, bu hâl devamlı eğildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akıl, devamlı olan, bitmeyen işlere yarayan akıldan daha kıymetli olamaz.

Akıl ile zekâyı birbirine karıştırmamalıdır. Zekâ, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları bulmâya, benzeyiş ve ayrılışları anlamaya yarayan şeydir. Zekâ için çeşitli tarifler yapılmış olup, bâzıları şöyledir;

“Zekâ; yeni icâb ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uymasıdır.

‘Zekâ; düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmaktır.”

“Zekâ; problem, mes’ele çözmek kuvvetidir.”

Bu tarifler gösteriyor ki, zekâ; sevk-i tabiîden, yâni içgüdüden yukarı, akıldan aşağı, bir şuur basamağıdır. Aklın tatbikcisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıl sahipleri, teorik yollar ve kaideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbikini sağlar. Fakat, aklı az ise, akıl sahiplerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarurî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Yani, zihni iyi işlemez ve istidlalleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir, fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lazımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtaçtır. Bu prensipleri idare eden akıldır. O hâlde, her zekî kimseyi akıllı sanmak doğru olamaz. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir.

Akıllılardan öğrendiği usûlleri, yeni harb şart­larına uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner.

Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuv­vetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, on bin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, inançsız kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük tehlike olur.

Netice olarak; her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akıl ile ölçü­lemeyeceği meydana çıkar.

Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü, akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbi­rine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmayan aklı bâzan doğruyu bulur, bâzan da yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, değil din işlerinde, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, son­suz âhıret işlerinde, nasıl olur da akla uyulur?

İnsanların şekil ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akıl, tabiat ve ilimleri de ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkası­nın aklına hiç de uygun gelmeyebilir. Birinin tabîatine uygun olan bir şey, başkasının tabîatine uymayabilir. O hâlde, din işlerinde, akıl; tam bir ölçü, doğru bir senet olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam bir vesika ve doğru bir ölçü olur. Bunun için islâm âlimleri; “Dînini ve îmânını; insan düşüncelerinin neticelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuç­lara uydurma!” buyurmuşlardır.

Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, bunu selîm olan akıl yapabilir, her akıl yapamaz.

Demek oluyor ki, selîm olmayan akılların, yanılmalarından dolayı bir hakîkati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir şey ifâde etmez. Selîm olan akıllar, yâni peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve vârislerinin akıllan, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür, islâmiyet’in her hükmü, bu akıllar için, pek meydanda, aşikâr ve apaçıktır. Sened ve isbâta lüzum olmadığı gibi, tenbihe ve haber vermeğe de gerek yoktur.”

Hindistan’da yaşamış islâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülazîz-i Dehlevî (r.aleyh) Fârisî olarak yazdığı “Tefsîr-i Azîzî”de Fatiha sûresini açıklarken, “Sırât-ı müstekim”i de uzunca bildirmiştir. Burada buyuruyor ki: “…Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saadeti felâketten, doğ­ruyu eğriden ve fâideliyi zararlıdan ayırabilen bir kuvvet de yarattı. Bu çok kıymetli kuvvet, akıldır. Şaşmayan, yanılmayan akla akl-ı selim denir. Akl-ı selîm sahibi olan kimse nef­sine uymaz, İslâm dînine uyar. Aklı dinleme­yen kimse ise, nefsine uyar.

Allahü teâlâ, bütün insanlara, imân etmele­rini emretti, insanlar arasından dilediklerine merhamet edip, bunların akla uyarak îmân etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının kalblerini îmân ile doldurdu. Akıllarına uymayıp, Allahü teâlânın davetini kabul etmiyenlerden, diledik­lerini kendi taşkın, azgın hâllerinde bıraktı. Dilediklerini de yine ihsan ederek, dilediği zaman hidâyete kavuşturdu ve kalblerini îmân ile doldurdu. Kendi hâllerinde bıraktığı kulla­rından, gafletten uyanarak doğru yolu arayan­lara da, merhamet ederek, hidâyete kavuşturacağını vâd etmektedir.

İmâm-ı Gazali hazretleri, “EI-Munkızü anid-dalâl” adlı kitabında buyuruyor ki: “Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanla­rın üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkar­dığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlamayacağı gibi, aklın da, peygamber­lik makamında anlaşılan şeyleri ölçmesi müm­kün değildir. Bunlann doğru ve yanlış olduğuna karar veremez. “Akıl, doğruyu, iyiyi bulmaya yarayan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır.

Nakil yolu ile anlaşılan, yâni peygamberle­rin “aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı yokuşa çıkarmak için zorlamağa ben­zer. Bu durumda at yokuşa sürülür ve kamçıla­nırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar; yahut, alışmış olduğu yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar. Sonunda eşyalar harâb olur. Akıl da, ulaşama­dığı ve anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzet­meğe kalkışarak yanılır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek iyilerini kötülerinden ayır­mağa yarayan, bir mi’yâr, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp hayrete düşer. O hâlde peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, peygamberlere (aleyhi-

müsselâm) tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Böyle bir dav­ranış, gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol alma­sına benzer. (Bu da her an uçuruma, girdaba düşmeye sebep olur.) Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri, hayâlleri ile izaha kalkışan madde­ciler; akılları dışında bulunan mes’elelerın çoğunda yanılmışlar, bir yandan bâzı hakikat­leri meydana çıkarmalarının yanında, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sahipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve haber vermişlerdir.

islâm dîninde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat akla uymayan bir şey de yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip, beğenme­diği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesinde olsaydı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce peygamberin gönderil­mesine lüzum kalmazdı. Böylece insanlar, dünyâ ve âhıret saadetini kendileri görüp bula­bilirdi ve Allahü teâlâ, (hâşâ) peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiç bir aklın, âhıret bilgilerini bulamıyacağı ve çözemiyeceği içindir ki. Allahü teâlâ, her asırda dünyânın her tarafına, peygamber gön­dermiş ve en son kıyamete kadar değiştirme­mek üzere ve bütün dünyâya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiş­tir. Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünyâ işle­rinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felâkete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış­lar ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenme­diği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O hâlde, insaf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudreti­nin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerinden ve tecrübelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını oku­yup anlamak şöyle dursun, bunların isimlerini bile işitmemiş olduğu sözlerinden anlaşılan bir câhilin, tam olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allah’ın Peygambe­rinin (s.a.v.) sözlerinden üstün tutulur? Pey­gamberimiz kitaplarda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adalet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bin dört yüz seneden beri dünyâ­nın her tarafında gelmiş geçmiş ilim tecrübe ve akıl sahiplerini hürmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hatâ bulunamamış olan emirleri ve sözleri, câhil bir kimsenin sözü ile lekelenemez. Bun­dan daha büyük bir bedbahtlık ve zavallılık olamaz. Tam akıl. şaşmayan, yanılmayan akıl­dır. Etrafa düşünceler savuran bu kimse, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi gün­lük işlerinde, hiç yanılmadığını iddia edebilir mi? Böyle bir iddiaya, başkaları inanır mı? Değil bir insan, bugün en akıllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en akıllıları olarak seçtikleri mebusları, bütün akılları ile, bütün ilimleri ile, başbaşa vererek, yaptıkları kânun­ları, az zaman sonra, yine kendileri beğenmeyip değiştiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmayan ve degiştirilemiyecek bir şey vardır. O da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullah’ m (s.a.v.) hadîs-i şerifleri, yâni mübarek sözleridir.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin bir çok yerinde, kâfirleri, akıllarını kullanmadıkları, yerleri, gökleri ve kendilerini inceleyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşma­dıkları için azarlamakta ve aşağılamaktadır.

Allahü teâlâ çok ihsan sahibi ve pek merha­metli olduğundan, akıl nimetini verdiğinden başka, ayrıca peygamberler göndererek, hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin fena oldukla­rını ve nefsin bütün arzularının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, peygamberlerin iyi dedikleri şeyle­ri, nefsin İsteklerinden ayırıp, kalbe bildirir. Kalb bunu dinlerse, insan saadete kavuşur. Şu hâlde insan, aklına uyarsa, yâni aklın göster­diği bir lüzum olan, peygamberlerin bildirdik­lerine uyarsa saadete kavuşur.

Peygamberlik makamı aklın ve düşüncenin dışındadır, üstündedir. Aklın eremiyeceği, anlayamayacağı pek çok şeyler vardır. Bunlar ancak peygamberlik makamında anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi peygamberler [aleyhimüsselâm) gönderilmezdi. Ahıret azâbları, peygamberler gönderilerek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 15. âyetinde neâlen; “Biz peygamber göndererek bildirmeden önce azâb yapıcı değiliz” buyurdu. Akıl çok şeyi anlarsa da, herşeyi anlaması mümkün değildir. Anlaması da, kusursuz ve tam olmaz. Çok şeyleri, peygam­berler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahaneleri önlenmiştir. Nisa sûresinin 164. âyetinde meâlen; “Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönder­dim. Böylece, insanların Allahü teâlaya özür, bahane yapmaları önlendi” buyurdu. Akıl, dünyâ işlerinde bile çok kerre yanılmaktadır. Bunu bilmeyen yoktur. Din bil­gilerini, böyle bir akıl ile tartmağa kalkışmak doğru olmadığı gibi; akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak da aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek ve peygamber­lik makamına inanmamak olur. Hâlbuki önce, peygambere inanmak, Allah’ın peygamberi olduğunu tasdik etmek lâzımdır. Böylece, O’ nun bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğu kabul edildiği gibi, şüphelerden kurtuluş nasîb olur. Dînin temeli, peygambere inanmaktır. Bu da peygamberin Allah tarafından gönderildi­ğini, hep doğru söylediğini aklın kabul etmesi­dir. Akıl bu temel bilgiyi kabul edince, peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabul etmiş olur. Peygamberin Allah tarafından gön­derildiğini, Allah’ın bildirdiklerini haber verdi­ğini kabul etmemiş olan bir akla din bilgilerinden bahsetmek ve inandırmaya çalış­mak çok zordur.

Kalbde tam îmân hâsıl olması için en yakın yol, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. Ra’d sûresinin 30. âyetinde meâlen; “İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itminana, rahata kavuşur.” buyruldu. Yâni, tam imâna kavuşur. Düşünerek, akıl ile ölçerek, bu yüksek makama kavuşmak çok güçtür. Şu önemli hususa çok dikkat etmelidir. Peygam­berin Allah tarafından gönderildiğini ve hep doğru söylediğini uzun uzun düşünüp kabul ve tasdik etdikten sonra. O’nun yolunda, izinde bulunan, her şeyde O’na uyan bir kimse; her şeyi düşünerek yapmış ve hepsinde akla uymuş olur. Peygamberin her sözüne uyması, akla uymak olur. insanın aklı, bir şeyin var olduğunu anlar, kabul ederse, o şeyden meydana gelen ve o şeyi meydana getiren par­çaların da var olduklarını anlamış, kabul etmiş demektir. Bu parçaların herbirinin varoldukla­rını ayrı ayrı İnceleyip, düşünüp anlamasına lüzum yoktur. O şeyin varolduğunu inceleyip kabul ettiği için, o parçaların hepsini inceleye­rek kabul etmiş sayılır.

Aklın tarifinden islâm âlimlerinin İzahlarına göre şu netice çıkmaktadır: Aklı olmayan deli ve bunu kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyan ona güvenerek aklın erme­diği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyet’te fel­sefe olmadığı gibi islâm felsefesi, islâm filozo­fu da yoktur. Felsefenin üstünde İslâmî ilimler, felsefecilerin üstünde de islâm âlimleri vardır.

Akıl, göz; islam bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, yerlerden kaçamaz, faydalı şey­leri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmağa hak­ları yoktur.

Akıl da, yalnız başına maneviyâtı ve faydalı, zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için, peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, akıl doğ­ruyu bulamaz, işe yaramazdı. İnsanlar tehlike­lerden, zararlardan kurtulamazdı. İslâmiyet’e uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyâda ve âhırette tehlikelerden, zararlardan kurtula­maz. Fen vasıtalan, mevki, rütbe ve para ne kadar bol olursa olsun, peygamberlerin gös­terdiği yolda gitmedikçe, hiç bir fert, hiç bir cemiyet mes’ûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler huzursuzluktan içleri kan ağlamaktadır. Dünyâda da âhıretde de rahata ve saadete erenler, sâdece peygamberlere uyanlardır. Onların gönülleri dâima huzur içindedir.

Ehl-i sünnet âlimleri, islâmiyet’in bildirdik­lerini, akıl ersin ermesin, isbât ettiler. Bu bilgi­lerden hiç birine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece; kabir azabına, burada Münker ve Nekir denilen iki meleğin soracak­ları suâllere, sırat köprüsüne, kıyametteki tera­ziye itirazsız hemen inandılar. Akıl, ermediği için, olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şeritlere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlattılar; anlıyamadıklarına, olduğu gibi öylece inandılar. Anlamadıklarına; eski Yunan felsefecileri gibi yapmayıp, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Yunan fel­sefecileri aklın erdiği şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına inanmadılar. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderil­meleri, Allahü teâlânın beğendiği şeylerden bir çoğuna aklın ermemesi sebebiyledir. Onlar bunu bilemediler. Akıl hüccet olmasına rağ­men tam hüccet değildir. Peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet olmuştur. Yâni, o büyüklerin gönderilmeleri ile, akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 15. âyetinde; “Biz, peygamber gönderme­dikçe, azâb yapıcı değiliz” buyurdu.

Akıl, insan için çok kıymetli bir nîmet, Allahü teâlânın büyük bir ihsanıdır. “Berîka” kitabında buyuruluyor ki; “Cebrail aleyhisselâm, aklı, hayayı ve îmânı Adem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki; “Yâ Adem! Allahü teâlâ haz­retleri selâm etti ve sana getirdiğim şu üç hedi­yenin birini kabul etsin buyurdu.” Adem aleyhisselâm aklı kabul eyledi ve Cebrail aleyhisselâm îmân ile hayaya; “Siz gidin” deyince, îmân dedi ki; “Allahü teâlâ hazretleri bana akıl nerede ise, sen de orada ol! diye emreyledi.” Ondan sonra haya da aynı şekilde, Allah tara­fından emrolunanı beyân ederek, her ikisi, akıl ile beraber Adem aleyhisselâmda kaldılar. Buradan açıkça anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ kime akıl verirse, haya ile îmân onunla bera­berdir. Aklı olmayanın hayası ve îmânı yoktur.

İslâm âlimleri buyurdular ki; Müslümanla­rın bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere Ulûm-i Islâmiyye yâni müslümanlık bil­gileri denir. Bu bilgiler nakli ilimler ve aklî ilimler olmak üzere başlıca iki kısma ayrılır.

Nakli ilimler; Edille-i şer’iyye denilen dört ana kaynaktan çıkmış olan bilgiler olup, bunlara din bilgileri de denir.

Aklî ilimler ise, matematik, mantık ve tecrübî bilgilerdir. Bunlar; his organlan ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgi­lerinin anlaşılmasına ve onların tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzumludurlar. Bunlar, zamanla artar, değişir, gelişip ilerler.

Nakil yolu ile gelen bilgiler çok yüksek olup, aklın, insan gücünün ve dimağının üstündedir. Bunlar, hiç bir zaman, kimse tara­fından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur. İslâmiyet, akıl ile elde edilen bilgileri yasaklamamış, sınırlamamıştır.

Ancak aklî bilgilerin, nakil bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının dîne uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını; zulüm, işkence ve felâket vâsıtası yapılmamasını emretmiştir. Akıl ilimleri, islâm bilgilerinin bir kısmı olup islâmiyet’e lâzımdırlar, İslâmiyet bunları men etmez, emreder.

Akılla alâkalı olarak hadîs-i şeriflerde buyruldu ki:

“Allahü teâlâ aklı yarattığında, ona gel buyurdu. O da geldi. Sonra git buyurdu. O da gitti. Sonra otur buyurdu. O da oturdu. Sonra konuş buyurdu. O da konuştu. Sonra sus buyurdu. O da sustu. Sonra da buyurdu ki: Bana, senden sevgili ve daha kerîm olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle tanınırım. Seninle hamd edilirim. Seninle itaat olunurum. Seninle alırım, seninle veririm. Seni hesaba çeker, muhâtab ederim. Sevâb sana, ceza da sana. Sana en büyük ikram da sabırdır.”

“Âhırette sizi kurtaracak olan aklı­nızdır: Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır.”

“Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır. Allahü teâlâ akla şöyle hitâb etti: izzet ve celâlim hakkı için senden daha kıy­metli bir mahlûk yaratmadım. Seninle insanları muhafaza eder, seninle verir, seninle sevâb kazandırır ve seninle cezalandırırım.”

“Kıyamet günü insanlar, akılları nisbetinde Allahü teâlâya yakın olurlar.”

“Akıl, sahibini hidâyete erdirir, felâketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça îmânı tamam olmaz. Dini de müstekim (doğru) olamaz.”

“Aklı olmayan, güzel ahlaka sahip olamaz.”

“Her şeyin bir direği vardır. Mü’ minin direği ise akıldır. Kişinin ibâdeti aklı nisbetindedir.”

“İnsanın bineği, dînin direği, âbidlerin hedefi, mü’minin sermâyesi akıldır.”

“Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.”

“Sizin akılca en üstününüz, Allahü teâlâdan en çok korkanınızdır.”

“Akıllı  kimse,  Allaha  îmân  edip, peygamberleri tasdik eden ve ibâdetini yapandır.”

 

  1. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediye; sh.1177
  2. Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh.150
  3. İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-3,sh.96, cild-5, sh.368
  4. İhyâu ulûmiddîn; cild-1, 1.kitap, 7.bâb
  5. Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbâni; cild-1, m.219, 260, 266, cild-2, m.43, cild-3, m.11, 16, 22, 36, 43, 44, 90, 111, 113
  6. Mektûbât-ı Ma’sûmiyye; cild-1, m.220, cild-3, m.87, 173
  7. Riyâd-ün nâsıhîn
  8. Ma’rifetnâme
  9. Müfîd-ül ilm; sh. 49