AKIL, ZEKÂ, RUH ve KALB NEDİR ? - kainatingunesi.com

Akıl Nedir ?

Akıl, anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karışdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmışdır.

Her işde, ve hele dînî işlerde Akla güvenilemez, bu işler Akıl ile ölçülemez.

Din işleri, Akıl üzerine kurulamaz. Çünki, Akıl, bir karârda kalmaz. Herkesin Aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm (sıhhatli) olmıyan Aklı da, ba’zan doğruyu bulur, ba’zan da yanılır ve yanılması daha çok olur. En Akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir Akıla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret işlerinde, nasıl olur da, Akla uyulur?

İnsanların şekli ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, Akıl, tabi’at ve ilmleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir. Birinin tabi’atine uygun olan birşey, başkasının tabi’atine uymaz. O hâlde, din işlerinde, Akıl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, Akıl ile şeri’at, birlikde, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Bunun içindir ki: (Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin neticelerine bağlama ve Akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuşlardır.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsi hazretleri buyuruyor ki:

(Îmânın aslı, kendisi: Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve i’tikâd etmekdir, inanmakdır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resulü tasdik etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikde tasdik etmiş olur ki, o zemân Peygambere i’timâd tam olmaz, İ’timâd tam olmayınca, îmân olmaz, Çünki, îmân parçalanamaz. Akıl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.

İnanılması lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe ile isbât edemeyince, inanmaz veya şübheye düşerse, o zemân, tecribesine inanmış olup. Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.

Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakda, aklın, felsefi ve tecribî ilmlerin yardımı büyükdür. Fekat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıkdan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünki, akıl ile, tecribe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zemânla değişmekde, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir]. [Seâdet-i ebediyye / 382]

İmâm-ı Muhammed-Gazâli “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, müslimân olan bir kimseye, ilk önce (Lâ ilahe illallah, Muhammedün resûlullah) kelimesinin ma’nâsını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye (Kelime-i tevhîd) denir. Her müslimânın, kelime-i tevhîdin ma’nâsına hiç şübhe etmeden, yalnız inanması yetişir. Bunları, delîl ile isbât etmesi ve akla uydurması farz değildir, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, arablara, delîl ile bilmelerini ve bu delîlleri de söylemelerini, şübhelerini araşdınp, bunların çözülmesini emr buyurmadı. Yalnız İnanmalarını, şübhe etmemelerini emr eyledi. Herkesin böyle kısaca îmân etmesi yetişir. Fekat, her şehirde birkaç din âliminin bulunması farz-ı kifâyedir. Bunların, delîlleri bilmesi, şübheleri gidermesi, suâlleri çözmeleri vâcibdir. Bunlar, mü’minlerin çobanı gibidir. Bir tarafdan, onlara i’tikâd, ya’nî îmân bilgisi öğretir. İ’tikâdlarını korur. Bir tarafdan da din düşmanlarının İftirâlarına cevâb verirler. [Faideli bilgiler / 33]

(Elmünkızü-aniddalâl) kitabında diyor ki: Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzvları ile anlaşılanların üstündedir, ve bunların yanlışını çıkarır. Meselâ güneş pencereden göründüğünde göz güneşi pencereden küçük görür. Fakat akıl bunun yanlış olduğunu güneşin büyük olduğunu söyler. Bu sebeple his uzvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, Akıl da, Peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramakdan âcizdir. İnanmakdan başka çâresi yokdur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karâr verebilir?

Nakil yolu ile anlaşılan, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri, akıl ile araşdırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yâhud, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harâb olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan Aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. İbnî Sîna ve islam felesofu denilen kimselerin durumu böyledir. Ya dalalete ya da küfre düşmüşlerdir.

Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir mi’yârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmakdan başka çâre yokdur. Görülüyor ki, Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecribeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydâna çıkarırken, bir tarafdan da, insanların se’âdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni’ olmuşlardır. Tecribelerin dışına taşmıyan akıl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zemân görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çokdur.

Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhur Alman kimyageri profesör (F.Arnd)ın da, İstanbulda çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitabındaki (Fen ve ilm terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir) yazısı, bu doğru sözlerden biridir.

Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çokdur. Fekat, akla uymayan birşey yokdur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve Akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhıret se’âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir Akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyânın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son kıyamete kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyâya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermişdir. Bütün Peygamberler, Akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araşdırmak, bulup fâidelenmek için çalışmayı emr ve teşvik buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden her birinin, insanları ebedî se’âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.

Hülâsa dînî konularda Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı Kerîmden ve hâdîs-i şerîflerden anlayıp bildirdiklerine uymalıdır. Bu konularda aklına güvenerek hareket etmemelidir. Kur’ân-ı Kerîm ve hâdîs-i şerifleri kendi aklına göre açıklamaktan, aklın ermediği konuları, mutlaka akılla anlamaya onları akılla açıklamaya çalışmaktan ve bu hususta kendini zorlamaktan, her dîni mes’eleye aklî izâh getirmeye çalışmaktan son derece sakınmalıdır. Çünkü böyle yapmak insanın akılla izah edemediği konularda şüpheye düşmesine sebep olur, bu ise insanın imânına zarar verir. Halbuki aklın ermediği konulara öylece inanmalı, dînî konularda hikmeti ve sebebi bildirilenleri öğrenmeli, hikmeti bildirilmiyenleri ise öylece kabul etmeli, o hususlarda akıl yürütmemeli, aklı zorlamamalıdır. Aklı sadece bildirilenleri anlamaya çalışmakta kullanmalıdır. Kendi aklı ile ne bir şey ilave, ne de noksan yapmamalıdır. Dînî konularda Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıklarına değil de kendi aklına uyan, ibâdetlerini dört mezhebden birine bağlı olmadan yapan, kendi aklına uymuş olur. Böyle yapılan ibâdetler makbul değildir. Bu sebeple din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları kitaplardan öğrenmelidir. Kendi aklına göre iş yapan dîne değil, kendi aklına uymuş olur.

Akıl ve Zekâ

[Aklı ve zekâyı birbirine karışdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamakdır.

Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikde yükselmek akla değil, zekâya alâmetdir. Alman pyschologue ve pedagogue’larından William Stern, (Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, (Zekâ, mücerred fikirlerle düşünebilmekdir) demişdir.

Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fekat, düşüncelerin doğru olması içîn, Akıl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre eden Akıldır. O hâlde, her zekî kimseyi Akıllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllılardan öğrendiği usûlleri, yeni harb vaz’iyyetine uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, Aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve Akılsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede, islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçdığı târihlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat daha çok korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].

Ruh ve Kalb (Gönül) Nedir ?

İsrâ sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Sana rûhdan soruyorlar. Rûh, Rabbimin yaratdığı varlıklardan biridir diye cevâb ver) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, ruhun ne olduğunu anlatmağı men’ etmekdedir. Bunun içindir ki, Tasavvuf büyüklerinden ve islâm âlimlerinden çoğu, ruhun ne olduğunu konuşmakdan İctinâb etmişlerdir, sakınmışlardır. Fekat, Kur’ân-ı Kerîm’den anlaşılıyor ki, rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasakdır. Yoksa hâssalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir.

Ruha fârisî dilinde (Can) denir. Hayvan ölünce, canı çıkdı denir. Ruhu bedeninden ayrıldı demekdir. Kalb ve ruh, cism değildir.

Kalb ve ruh, anlayıcı ve idare edicidir. Kendilerini bilirler. Kendisini bildiğini de bilirler. Göz vâsıtası ile renkleri, kulak ile, sesleri kavrar. Sinirleri, çalışdırır. Adaleleri hareket etdirir. Böylece, bedene iş yapdırırlar. Böyle işlere (İradî), ya’nî istekli işler denir.

Rûh, his organları ile duyulmaz. Cism ve cismânî (cisimle ilgili) olan şeyler his olunur. Ruh, cism ve cismânî olmadığı için his olunamaz,

İnsan ölünce, rûhu ne olur?

İnsan ölünce, cesed çürüyünce, ruh yok olmaz. Ölmek, bunların bedenden ayrılması demekdir. Bedenden ayrılınca, mücerred ya’nî maddî olmıyan âleme karışırlar. [Kıyamete kadar] yok olmaz.

Kalb ve rûhun çeşitleri Nelerdir ?

Nebâtların ve hayvânların da, kendilerine göre rûhlan vardır, Kalb, yalnız insânda vardır.

a-) Her canlıda (Nebâtî rûh) vardır. Doğma, büyüme, tegaddî [beslenme], zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini (Nebâtî rûh) yapar. Bu işler, insanlarda ve hayvanlarda ve nebâtlarda da yapılmakdadır. Nasıl yapıldığı tabî’at bilgisi derslerinde öğrenilmekdedir. Bunlarda büyüme, bütün hayât boyunca yapılmaz. Mu’ayyen bir mikdâra vardıkdan sonra, bu iş durur. Bu mikdâr, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zemândaki mikdârdır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme ölünceye kadar devam eder. Çünkü, gıdâ almadan yaşanamaz.

b-) Hayvânlarda ve insanlarda, (Hayvânî rûh) da vardır. Bunun yeri göğüsdür. İstekli hareketleri yapdıran bu rûhdur. İnsanlarda, kalbin emri ile yapar.

c-) İnsanlarda ayrıca bir rûh dahâ vardır ki, Rûh deyince kalb ile berâber, bu rûh anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu rûhdur.