Bî’at-ı Rıdvan
Resûl-i ekrem efendimiz, Hudeybiye’de iken öteden beri Müslümanlarla dost olan Huzâa kabilesinin reîsi Büdeyl, huzura gelip, Kureyş ordusunun çevre kabîle-terinin de katılmasıyla Hudeybiye’de konduklarını, orduları dağılıncaya kadar çarpışmaya yemîn ettiklerini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Biz, buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmiş değiliz. Ancak Umre yapmak, Kâbe-i muazzamayı tavaf ve ziyaret etmek için gelmiş bulunuyoruz. Buna rağmen bizi, kim Beytullah’ı ziyaretten alıkoymaya kalkarsa, onunla çarpışırız. Şüphesiz ki, harpler Kureyş ‘i ziyadesiyle yıpratmış, güçsüz hâle getirmiş ve pek çok zararlara uğratmıştır. Şayet onlar arzu ederlerse, kendilerine bir mütâreke müddeti tâyin edeyim. Bu müddet içinde, benim tarafımdan emniyet içinde bulunsunlar. Onlar, benimle diğer kabileler arasına girmesinler. Beni, onlarla başbaşa bıraksınlar. Eğer ben, o kabilelere galip gelir de, cenâb-ı Hak da onlara hidâyet ihsan edip Müslüman olurlarsa, Kureys müşrikleri isterlerse, onlar gibi Müslüman olabilirler. Şayet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara galip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş, kuvvet kazanmış olurlar. Eğer, Kureyş müşrikleri bunları kabul etmez de benimle çarpışmaya kalkarlarsa, varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, yaymaya çalıştığım bu din uğrunda, basım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım. O zaman Allahü teâlû da, bana yardım edeceği hakkındaki vadini şüphesiz yerine getirecektir!” buyurdu. Huzâa kabilesinin reîsi Büdeyl, Peygamber efendimizin buyurduklarını Kureyş ordugâhına ulaştırmak üzere yola çıktı.
Müşrikler, Büdeyl’den, Resûlullah efendimizin buyurduklarını dinledikten sonra, ileri gelen adamlarından Urve bin Mes’ûd’u, görüşmek üzere Peygamber efendimize gönderdiler. Urve, Kureyş’in hiç kimseyi Mekke’ye sokmamak üzere kesin kararlı olduğunu bildirince, Habîb-i ekrem efendimiz; “Ey Urve! Allah için söyle! Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Kâbe-i muazzamayı ziyaret ve tavafa mâni olunur mu?” buyurduktan sonra, Huzâa kabile reîsine söylediklerini Urve’ye de anlattılar.
Urve, bir taraftan Peygamber efendimizi dinlerken, bir taraftan da Eshâb-ı kiramın hâl ve hareketlerine, birbirlerine ve Alemlerin efendisine olan davranışlarına, saygı ve hürmetlerine dikkat ediyordu. Sevgili Peygamberimizin teklifini dinledikten sonra kalktı, Kureyşîlere bunu anlatmak üzere yürüdü. Onların yanına varıp; “Ey Kureyş topluluğu! Benim Kayser, Necâşî, Kisrâ gibi bir çok hükümdarların huzurlarına elçi olarak gittiğimi bilirsiniz. Yemin ederim ki, ben, şimdiye kadar, Müslümanların, Muhammed’e gösterdikleri hürmet ve saygının hiç bir hükümdara yapıldığını görmedim. Sahâbîlerinden hiç biri, ondan izin almadıkça konuşmuyor, başından bir kıl düşse, kapıp bereketlenmek için koyunlarında saklıyorlar. Aldığı abdest suyunu, birbirleriyle kapışırcasına paylaşıyorlar. Yanında konuşurlarken, seslerini duyulmayacak kadar kısıyorlar. O’na olan hürmetlerinden, yüzüne bakamıyor ve gözlerini önlerine indiriyorlar, O, Eshâbına bir işaret verse veya bir emirde bulunsa, can behâsına da olsa, yerine getirmeye çalışıyorlar.
Ey Kureys cemâati! Elinizi ne kadar kılıçlarınıza atsanız, bütün çârelere başvursanız onlar. Peygamberlerinin bir kılını bile size teslim etmezler. Hattâ her hangi bir zararın erişmesine ve O’na kimsenin el sürmesine bile meydan vermezler. Durum budur. Bundan sonrasını iyi düşünün! Hâl böyle iken, Muhammed bize iyi bir mütâreke teklif ediyor.bundan faydalanın!” dedi. Kureyşli müşrikler, bu sözleri kabul etmeyip, Urve’ye kaba davrandılar ve onu darılttılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Kureys karargâhından bir haber gelmeyince, Hırâş bin Ümeyye’yi (r.anh), tekliflerini tekrar etmek üzere elçi olarak gönderdiler. Müşrikler, İslâm elçisine çok kaba davrandılar. Devesini kesip yediler, kendisini öldürmek için üzerine yürüdüler. Ellerinden zor kurtulan Hırâş bin Ümeyye, Peygamber efendimizin huzuruna gelip durumu anlatınca, elçisine yapılan bu hakarete çok üzüldüler. Bu sırada müşrik karargâhından Ahâbiş kabilesinin reîsi Huleys göründü. Peygamber efendimize doğru geliyordu. Müşrikler, elçi olarak onu görevlendirmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz Huleys’in geldiğini görünce; “Bu gelen, kurbana saygı gösteren, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye ve ibadet yapmaya özenen bir kavimdendir. (Ey Eshâbım!) Kurbanlık develeri ona doğru sürünüz de görsün!” buyurdu. Eshâb-ı kiram, kurbanlık develeri ona doğru salıverdiler ve; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!” diye telbiye getirdiler. Huleys, boyunları bağlı, kulakları işaretli olan kurbanlıkları görünce, uzun uzun baktı. Gözleri doluktu ve; “Müslümanların, Kabe’yi tavaf ve ziyaretten başka hiç bir niyetleri yok. Onları, bundan men etmek ne kadar kötü bir harekettir! Kabe’nin Rabbine yemîn ederim ki, Kureyşliler, bu yanlış hareketlerinden dolayı helak olacaklardır!” demekten kendini alamadı. Bu sözleri işiten Alemlerin efendisi; “Evet öyledir, ey Kinâne oğullarına mensûb olan kardeş” buyurdu. Huleys, utancından Resûlullah efendimizin huzuruna gelemediği gibi, mübarek yüzüne dahî bakamadı. Geri Kureys karargâhına döndü. Gördüklerini anlatıp; “Sizin, O’nu, Kabe’yi ziyaretten men etmenizi doğru bulmuyorum” diye fikrini açıkça söyledi. Kureyş müşrikleri çok sinirlendiler ve Huleys’i cahillikle suçladılar.
Müşrikler, bu defa gaddarlığı ile nam salmış Mikrez bin Hafs’ı elçi gönderdiler. O da cevâbını alarak geri döndü. Mikrez’in elçiliğinden sonra müşrikler, Müslümanların ani bir baskın yapmasından korkuya kapıldılar.
Peygamber efendimiz, işi yarıda bırakmak istemiyor ve Kureyşlilerce îtibârlı olan bir Eshâbını göndermek istiyordu. Neticede hazret-i Osman’ın gönderilmesine karar verildi. Sevgili Peygamberimiz, Osman bin Affân’a (r.anh); “Biz buraya, hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik. Sâdece Kâbe-i muazzamayı tavaf ve ziyaret etmek için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz, diye söyle” ve “Onları İslâm’a davet et!”‘ buyurdular. Ayrıca, Mekke’de bulunan Müslümanlara, Mekke’nin yakın bir zamanda fethedileceğini müjdelemesini de tenbih ettiler.
Hazret-i Osman, müşriklerin yanına gidip, Peygamber efendimizin buyurduklarını aynen anlattı. Onlar, hazret-i Osman’ın teklifine de olumsuz cevap verdiler. İstediği takdirde sâdece kendisinin Beytullah’ı tavaf edebileceğini söylediler. Hazret-i Osman ise; “Resul aleyhisselâm, Beytullah’ı tavaf etmedikçe, ben de etmem!” buyurdu. Buna çok kızan müşrikler, onu alıkoydular. Bu haber, Eshâba; “Osman şehîd edildi!” şeklinde ulaştı. Durumu Peygamber efendimize bildirdiklerinde çok üzüldüler ve; “Bu haber doğru ise, bu kavimle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız” buyurdular. Sonra orada bulunan Semûre ismindeki ağacın altına oturup; “Allahü teâlâ, bana biat etmenizi emretti” buyurarak, Eshâbını bîate davet etti. Kahraman Eshâb, elini, Peygamber efendimizin mübarek eli üzerine koyarak; “Allahü teâlâ, sana zafer ihsan edinceye kadar, önünde çarpışa çarpışa fethi gerçekleştirmek, veya bu uğurda şehîd olmak üzere biat ettik!” diye söz verdiler. Peygamber efendimiz, bir elini, diğer elinin üzerine koyarak orada bulunmayan hazret-i Osman nâmına kendi kendine biat etti. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâbının bu bî’atına çok memnun olup; “Ağaç altında, gerçekten bî’at edenlerden hiç biri, Cehenneme girmeyecektir” buyurdu. Bu bi’ate,Bî’at-ı Rıdvan denildi.
Eshâb-ı kiram radıyallahü anhüm, artık kılıçlarını çekmiş yerlerinde duramıyor, Resul aleyhisselâm ı n bir işaretini bekliyordu.
Bu sırada İslâm karargâhını gözetleyen Kureyş casusları, mücahitlerin, sevgili Peygamberimize, bu uğurda şehîdlik şerbetini içinceye kadar çarpışmak üzere bi’at ettiklerini ve hazırlık yaptıklarını görmüşlerdi. Derhâl Kureyş karargâhına varıp, olup bitenleri anlattılar.
Peygamber efendimiz, her ihtimâle karşı geceleri, Eshâbını korumak üzere nöbetçiler bırakıyordu. Hazret-i Osman’ın tutuklandığı günlerden bir gece, Mikrez yönetiminde elli kişilik bir müşrik güruhu, İslâm askerlerini uykuda bastırmak üzere saldırdılar. O gece, Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları nöbet tutuyorlardı. Gelen küffârı kısa bir mücâdeleden sonra kıskıvrak yakaladılar. Sâdece Mikrez kaçabildi. Esirleri, Resûlullah efendimizin huzuruna getirdiler. Bir kısmı hapsedilip,bir kısmı da affedildiler. Müşrikler, ertesi gece de baskın yapmak istediler fakat yine yakalandılar. Peygamber efendimiz, onları da affedip salıverdi.
Kurtar beni yâ Resûlallah!… İslâm ordusunun, gecegündüz savaşa hazır durumda beklediğini ve her an saldırabileceklerini anlayan küffâr ordusunun kalbine korku düştü. Andlaşmaktan başka çıkar yol olmadığını görerek, acele bir elçi hey’eti seçtiler. Süheyl bin Amr başkanlığında seçilen bu hey1 ete; “Bu sene Mekke’ye girmemeleri şartıyla andlaşma yapın” denildi.
Sevgili Peygamberimiz, Kureyş elçilerini kabul buyurdu. Elçilerin ilk istekleri, hapsedilmiş adamlarının bırakılması oldu. Alemlerin efendisi de; “Mekke’de tutukladığınız Eshâbımı bırakmadığınız müddetçe, bu adamlarınızı salıvermem!” buyurdular. Süheyl; “Doğrusu bize, çok adaletli ve insaflı davrandınız” diyerek, Mekke’de tutuklanan hazret-i Osman’ı ve daha önce hapsettikleri on kadar Eshâbın serbest bırakılmasını sağladı. Bundan sonra, baskın sırasında yakalanıp hapsedilen müşrikler serbest bırakıldı.
Uzun konuşmalardan sonra, andlaşmaya varıldı. Sıra yazılmasına gelmişti. Hazret-i Ali kâtip olarak seçildi. Sulhnâmeyi yazmak üzere kâğıt, divit hazırlandı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen HabîbuMah efendimiz hazret-i Ali’ye; “Yaz” buyurdu. “Bismillâhirrahmânirrahîm!” Buna Süheyl derhal îtirâz edip; “Yemîn ederim ki, ben Rahman sözünün ne demek olduğunu bilmiyorum. Böyle yazma; Bismike Allahümme diye yaz! Yoksa barışa yanaşmam!” dedi. Peygamber efendimiz, bansın yapılmasında çok büyük hikmetler görüyordu. Bu sebeple; “Bismike Allahümme de güzeldir” buyurdular ve hazret-i Ali’ye böyle yazmasını emrettiler. Yazıldıktan sonra, Peygamber efendimiz; “Bu, Muhammed Resûlullah’ in, Süheyl bin Amr ile üzerinde anlaştıkları ve sulh oldukları, şartlarını taraflarca yerine getirmek üzere imzaladığı maddelerdir” buyurduğunda, Süheyl’in, hazret-i Afi’nin etini tuttuğu görüldü ve Peygamber efendimize dönüp; “Yemîn ederiz ki, biz senin Resûlullah olduğunu kabul etseydik, sana karşı gelmez, Kabe’yi ziyaret etmene engel olmazdık. Bu sebeple, Resûlullah yerine, Abdullah’ın oğlu Muhammed yaz!” dedi. Peygamber efendimiz, onu da kabûl buyurarak; “Vallahi siz, beni yalanlasanız da, ben yine hiç şüphesiz Allahü teâlânın Resulüyüm, îsmimi ve babamın ismini yazdırmak, benim peygamberliğimi gidermez ki. Yâ Ali! Onu sil, Muhammed bin Abdullah yaz” buyurdular.
Resûlullah kelimesinin silinmesine, Eshâb-ı kiramdan hiç birinin gönlü razı olmadı. Bir anda her şeyi unutup; “Yâ Ali! Muhammed Resûlullah yaz, aksi hâlde, bu müşriklerle aramızı ancak kılıç hâlleder!…” dediler. Peygamber efendimiz, Eshâbının bu gayretlerine memnun oldular, fakat mübarek elleriyle susmalarını işaret buyurdular. Hazret-i Ali’ye, silinmesini emir buyurunca, o; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Senin bu mübarek sıfatını silmeye elim varmıyor!…” diyerek özür diledi. Sevgili Peygamberimiz orayı göstermesini istedi. Gösterince elinden alıp, kendi mübarek parmağı ile silerek Abdullah’ın oğlu yazdırdı.
Sonra, maddeler yazılmaya başlandı.
1- Andlaşma on yıl geçerli olacak, bu zaman içinde iki taraf birbiriyle harb etmeyecek.
2- Müslümanlar bu sene Kabe’yi ziyaret
etmeyecek. Ancak bir sene sonra ziyaret edebilecekler.
3- Kabe’yi ziyarete gelen Müslümanlar, üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu silâhından başka silâh bulundurmayacaklar.
4- Müslümanlar Kabe’yi tavaf ederken, Mekkeli müşrikler Kabe’den dışarı çıkıp onların serbestçe tavaf yapmalarını sağlayacaklar.
5- Kureyşlilerden Müslüman olan bir kimse, velîsinden izinsiz Medine’ye giderse, iade edilecek, Müslümanlardan biri K u rey ş tarafına geçerek, Mekke’ye giderse iade edilmeyecektir. Hazret-i Ömer bu madde için; “Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye sorunca; sevgili Peygamberimiz gülümseyerek; “Evet. Bizden onlara gidecek olanları Allahû teâlâ bizden uzak etsin!” buyurdular.
6- Eshâbdan biri, hac veya umre yapmak niyetiyle Mekke’ye gelse, canı ve malı emniyette olacak.
7- Müşriklerden biri, Şam’a, Mısır’a veya başka yere giderken Medine’ye uğrarsa, onun da canı, malı emniyette olacak.
8- Diğer Arab kabileleri, istedikleri tarafın himayesine girebilecekler. Müslümanlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklardı.
Sıra andlaşmanın imzalanmasına gelmişti. O sırada ayaklarındaki zincirleri sürükleye sürükleye İslâm ordusuna doğru bir kimsenin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaştı, yaklaştı; “Beni kurtarın!…” diyerek bağırdı. Bu sesi işiten Kureyş hey’eti reîsi, derhal yerinden fırladı. Eline aldığı dikenli ağaç dalını, onun başına yüzüne vurmaya başladı. O, bütün gayretini toplayarak kendini ‘Resûlullah efendimizin mübarek dizleri dibine attı ve; “Kurtar beni yâ Resûlallah!” diye yalvardı. Bu, Mekke’de Müslümanlıkla şereflendiği için, babası tarafından zincire vurulmuş bir müslumandı. Her gün ağır işkenceler edilir, putlara tapmaya zorlanırdı. Müşriklerin, Hudeybiye’ye gitmesinden faydalanarak, zincirlerini koparmış, kimseye görünmeden Mekke’den çıkıp, Müslümanların arasına kendini atmıştı. Hidâyete eren bu mübarek kimse, müşrik hey’etinin reîsi Süheyl’ in oğlu Ebû Cendel hazretleriydi. Süheyl, Peygamber efendimize, oğlu Ebû Cendel’i (r.anh) göstererek; “Biraz önce yazdığımız andlaşma gereğince, bana iade edeceğin ilk adam budur!” dedi. Peygamber efendimiz ve sahâbîler çok müteessir olmuşlardı. Herkes, Resûlullan efendimizin ne cevap vereceğini merakla bekliyorlardı. Bir tarafta sulhnâme, bir tarafta işkence altında bulunan bir sahâbî… Âlemlerin efendisi, Süheyl’e; “Biz, bu sulhnâmeyi daha imzalamadık!” buyurdu. Süheyl; “Yâ Muhammedi Andlaşmanın maddelerini, oğlum daha buraya gelmeden önce yazıp bitirmiştik. Eğer oğlumu iade etmezsen, ben de hiç bir zaman sulhnâmenin altını imzalamam!” diye inâd etti. Peygamber efendimiz; “Onu benim hatırım için andlaşmanın dışında tut” buyurdu ise de müşrikler bunu kabul etmediler. Süheyl bin Amr, oğlunu çeke çeke götürürken, Ebû Cen-del; “Yâ ResûlallahL. Ey Müslüman kardeşlerim!… Müslüman olmakla şereflenip size iltica ettiğim hâlde, beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz. Bana her gün dayanılmaz işkencelerin yapılmasını mı reva görüyorsunuz? Yâ Resûlallah! Dînimden döndürsünler diye mi beni iade ediyorsunuz?!…” diye feryâd ediyordu. Bu içler acısı yalvarışa dayanmak çok zordu. Gönülleri yaralanan sahâbîler, ağlamaya başladılar. Merhamet deryası, sevgili Peygamberimizin de mübarek gözleri dolmuştu. Süheyl’in yanına varıp; “Gel etme! Onu bana bağışla!” diye rica etti. Fakat Süheyl; “İmkansız bağışlamam!” diye cevap verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Ey Ebû Cendel Biraz daha sabret! Sana yapılanlara katlan! Bunların mükâfatını Allahü teâlâdan dile. Allahü teâlâ, sana ve senin gibi zayıf ve kimsesiz Müslümanlara muhakkak bir genişlik, bir çıkar yol ihsan edecektir” buyurarak tesellî eyledi ve; “Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz” buyurdu.
Bu içler acısı hâdiseye, heyetteki müşrikler bile dayanamamış ve; “Ey Muhammed! Ebû Cendel’i senin hatırın için biz himayemize alıyoruz. Ona, Süheyl’in işkence yapmasına meydan vermeyeceğiz!” demişlerdi. Bundan sonra Resûlullah efendimiz ve Eshâb-ı kiram biraz rahatladılar. (Süheyl bin Amr, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olup Eshâb-ı kiramdan oldu.)
Sulh-nâme iki suret yazılıp, taraflarca imzalandı. Müşrikler karargâhlarına döndüler.
Müslümanların aleyhlerinde gibi görünen bu maddeler için, Kureyş hey’eti çok sevinçli idi. Aksine bu sulhnâme büyük bir zaferdi ve bu maddeler Müslümanların lehine idi. Her şeyden önce, Müslümanların bir devlet olduğunu kabul ediyorlardı. Mekke’den bir müşrik, ticâret veya başka bir şey için Şam’a, Mısır’a giderken Medine’ye uğrasa, canı malı emniyette olacaktı. Böylece müşrikler Müslümanların yaşayışlarını yakından görecek, İslâm’ın adaleti, Eshâbın birbirlerine olan güzel davranışları karşısında hayran kalacak ve İslâmiyet’i seveceklerdi. Neticede Müslüman olup sahâ’bîlerin safları arasına katılacaklardı.
On sene devam etmesi gereken bu andlaşma ile, Müslümanlar çoğalacaklar, güçleneceklerdi. İslâmiyet her tarafa yayılacaktı.
Ancak; “Kureyşlilerden biri, Müslüman olup Medîne’ye sığınmak isterse, iade olunacak” maddesi için, Peygamber efendimiz müteessir olmuşlar ve; “Allahü teâlâ, onlar için, elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır” buyurmuşlardı…
Artık müşriklerle yapılacak bir iş kalmamıştı. Resûl-i ekrem; sallallahü aleyhi ve sel-lem efendimiz, Eshâb-ı kirama; “Kalkınız! Kurbanlarınızı kesiniz. Başlarınızı tıraş ettikten sonra ihramdan çıkınız” buyurdular. Peygamber efendimiz, herkesten, önce kurbanını kesti. Sonra kendisini berberi Hırâş bin Ümeyye hazretleri tıraş etti. Eshâb-ı kiram, o mübarek saçları daha yere düşmeden havada kapıştılar ve bereketlenmek için sakladılar. Sahâbîler de kurbanlarını kesip, bir kısmı saçlarını kazıttı, bir kısmı kısalttırdı.
Hudeybiye’de yirmi gün kadar kalınmıştı. Peygamber efendimiz arkadaşları ile birlikte Medine’ye dönmek üzere hareket ettiler. Yolda Allahü teâlâ, Peygamber efendimize Fetih sûresini vahye derek, nimetini ve yardımlarını tamamlayacağını müjdeledi.
Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi vesellem, muzaffer olarak nurlu Medine’yi teşrif ettiği günlerde, Kureyş’in Sakîf kabilesinden Ebû Basîr, Müslüman olmakla şereflenmişti. Müşriklerin arasında yaşayamayacağını anlayan Ebû Basîr (r.anh), yaya olarak Medine’ye geldi. Hudeybiye andlaşmasının gereği olarak da Medine’den ayrılıp, Kızıldeniz sahilindeki Îs denilen yere yerleşti. Burası, Kureyş müşriklerinin Şam’a gittikleri ticâret yolu üzerinde bulunuyordu. Bundan sonra, Kureyş’ten Müslüman olanlar Mekke’yi terkedip, Medine’ye değil, îs’e, Ebû Basîr’in (r.anh) yanına gittiler. Bunlardan ilki Ebû Cendel hazretleriydi. Artıkbunun arkası devâm etti. Elli kişi, yüz kişi, iki yüz, üç yüz kişi oldular. Kureyş kervanı Şam’a giderken buradan geçmek mecbûriyetinde kalıyorlardı. Ebû Basîr hazretleri yanındaki müslümanlarla, buradan geçen müşrikleri yakalıyor ve müslüman olmalarını istiyorlardı. Müslüman olmayanlarla çarpışıp, onları güç durumda bırakıyorlardı.
Mekkeli müşrikler, artık Şam ticâret yollarının kesildiğini görüp, Medîne’ye bir hey’et gönderdiler. Hudeybiye sulh-nâmesinin, “Kureyşlilerden müslüman olan bir kimse velîsinden izinsiz Medîne’ye giderse iâde edilecek!…” maddesinin kaldırılması için yalvardılar. Peygamber efendimiz merhamet buyurup, onların bu isteklerini kabûl ettiler. Böylece Kureyşlilerin Şam ticâret yolları açılmış oldu. Müslümanlar da sabretmelerinin karşılığında Medîne’ye Peygamber efendimizin yanına geldiler.