ÇALGI – İÇKİ - kainatingunesi.com

Çalgı – İçki

Büyük velîlerinden Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Semâ’, kasîde dinlemek, söylemek hakkında soruldu. Bu­yurdu ki: “Hali sağlam, ilimde âlim, içi ve dışı îtibâriyle doğru istikamet sâhibi olmayanın semâ’ dinlemesi doğru olmaz. Bizim gibilere ise bağır­mak, çağırmak, dönmek hiç uygun değildir. Çünkü bizim kalplerimiz he­nüz ibâdetlerle ülfet, dostluk hâlinde değildir. Kendimizi ibâdete zorla sevk ediyoruz. Nefsimizi başı boş bırakırsak bizi felaketten felakete sü­rükler.”

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ince bir düşünce tarzına sâhipti. Naklederler ki: Ebû Kâsım Nasrâbâdî onunla birlikte Semâ meclisindeydi. Ebû Kâsım Nasrâbâdî’ye; “Bu Semâı neye göre dinliyorsun?” diye sordu. Ebû Kâsım; “Oturup gıybet yapmaktan ve bunu dinlemektense semâ dinlemek daha iyidir.” cevabını verdi. Bunun üzerine İbn-i Nüceyd hazretleri; “Semâ esnâsında yapmama gücüne sâhib olduğun bir hareket senden sâdır olsa, yüz yıl gıybet etmek ondan iyidir.” buyurarak semânın uygun olmadığını bildirdi.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen bü­yük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ’da, yaz mevsiminde bir akşam, ta- lebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş soh- bet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor, din- leyenlere feyz saçıyordu. Evin yakınında, Buhârâ vâlisinin sarayı vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlikte def ve çalgı ça- lıp, eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu. Behâeddîn Buhârî; “Bizim bu sesleri işitmemiz câiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lâ­zımdır.” dedi.

Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Hâlbuki vâli ve adamları sabaha ka­dar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Behâeddîn Buhârî hazretle­rinin talebelerine; “Biz çalgı sesinden sabaha kadar uyuyamadık, siz na­sıl durabildiniz?” dediler. Talebeler; “Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lâzımdır.” buyurdu. O andan îtibâ­ren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik.” dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli durumu öğrenince, yaptığı işe pişmân olup, tövbe etti. Bu hâdise Buhârâ’da günlerce anlatıldı. Herkes Behâeddîn Buhârî’nin bü­yüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha çok arttı.

Bağdât’ta yetişen büyük velîlerden Hammâd bin Müslim Debbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) yapılması haram olan bir şeyle karşılaşsa ve- ya başkaları tarafından yapılan bir haram işi görse, hatâyı kendisinde bulur, tövbe ve istigfâr ederdi. Bir gün yolda giderken, bir evden çalgı ve şarkı söyleyen bir kadının sesini işitti. Hemen tövbe ve istigfâr ederek e- vine gelip evdekilere, “Biz hangi günâhı işledik de, bugün yolda bir gü­nah ile karşılaştım?” diye sordu. Âilesi de, “Akşam eve, içinde canlı res- mi olan bir tabak hediye getirmişlerdi.” dedi. Tabağı getirip kırdıktan son- ra; “Bir daha böyle bir şey kabûl etmeyiniz.” buyurdu.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şarab haramdır. Çünkü aklı gi­deriyor ve insanı sarhoş ediyor. Gaflet, yânî Allahü teâlâyı unutmak şa­rabından sarhoş olanın sarhoşluğu, şarab içenin sarhoşluğundan daha zayıftır. Şarab içmenin cezâsı haddir. Gaflet şarabının cezâsı uzaklıktır. Şarab içen, sarhoşken namaz kılmaktan men olunur. Gâfil olan, namaz­dan mahrum olur. Sarhoş ayılmayınca had vurulmadığı gibi, gaflet sar­hoşu da ölüm kamçısıyla uyanmayınca, kendine gelmeyince, nasîhat kâr etmez. Şarab bütün günahlara ve hatâlara sebeb olduğu gibi, gaflet de bütün uzaklık ve ayrılıkların sebebidir.

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Geçmiş üm­metlerin hıyânet yapmalarına, kâfir olmalarına sebep, şarap içmekti.”

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatıyor: Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytanın işle­rinden bir pisliktir. Bunlardan kaçının ki, felâh bulasınız!” (Mâide sûresi: 90) âyet-i kerîmesinin mânâsı Tevrât’ta şu şekilde vardı. “Bâtılı gidersin, oyunu boşa çıkarsın, çalgılı oyun âletlerini yok etsin! diye, biz hakkı in­dirdik. Şarap içene yazıklar olsun! Allahü teâlâ bu mânâda, izzetine ve celâline yemin ederek; “Bir kimse, haram olduğunu bilerek içerse, kıyâ­met günü onu suya hasret bırakırım. Şarabın haram olduğunu bilerek bı­rakana, Cennet ırmaklarından içiririm.” buyurdu.

Velîlerden ve meşhûr tefsîr âlimi Dehhâk bin Müzâhim (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: “Bir kimse şaraba devâm ettiği halde ölürse, kıyâmet günü, sarhoş olarak haşredilir.”

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini zamânın devlet adamlarından Ebü’l-Fadl Büveyh-i Deylemî bir gün ziyâret etti. Görüşme esnâsında Şeyh hazret- leri ona dönüp; “Şarabı içmekten vazgeçip tövbe et.” diye nasîhat etti. Ebü’l-Fadl; “İmkânı yok efendim. Ben şarab içmeyi bıraka­mam. Çünkü ben, hükümdârımız Fahrü’l-Mülk’ün en yakını, nedîmiyim. Onunla iyi görüşürüm. Oturup beraber şarab içeriz. Benim şarabı bırak­mama vezir- ler râzı olmazlar. Buna gücüm yetmez.” dedi. Kâzerûnî haz­retleri buyur- du ki: “Sen şarab içmekten vazgeçip, benim yanımda tövbe et. Hüküm- darın ve vezirlerin yanına vardığın zaman, ziyâfette içki ver­diklerinde hemen bizi hatırla. “Ebü’l-Fadl, Şeyh hazretlerinin sözünü dinleyip içki içmekten vaz geçti ve geçmişteki günahlarına da onun huzû­runda tövbe etti.

Aradan bir müddet geçtikten sonra hükümdar Fahrü’l-Mülk ziyâfet tertipletip devlet ileri gelenleriyle birlikte Ebü’l-Fadl’ı da dâvet etti. Ziya­fette şarap dağıtılacak, çalgılar çalınıp eğlence yapılacaktı. Ebü’l-Fadl olacakları ve fitneden nasıl kurtulacağını düşündü. Ziyâfet için gerekli hazırlıklar yapıldı, eğlence ve ziyâfet başladı. Vezirlerden birisi Ebü’l-Fadl’a da şarab getirdi ve içmesi için zorladı. Ebü’l-Fadl o anda Kâzerûnî hazretlerinin sözlerini hatırladı. Onun rûhâniyetine sığınıp; “Efendim himmet buyurup beni bu fitneden kurtarın.” diye yalvardı. Ebü’l-Fadl bü­yük bir endişe içinde beklediği sırada içeriye büyük bir kedi atıldı. Sürâhi ve bardakların ortasından sıçrayıp bir çırpıda hepsini devirip, yıktı. Sü­râhi ve bardaklarda bulunan şarap yere döküldü. Sofradaki yiyecekler de döküldü. Oradakilerden kimse kediye mâni olamadılar ve şaşkın şaşkın bakakaldılar.

Kâzerûnî hazretlerinin kerâmetini gören Ebü’l-Fadl, olanlar karşı­sında ağlamaya başladı. Fahrü’l-Mülk, Ebü’l-Fadl’a dönüp; “Neden ağlı­yorsun?” diye sordu. Ebü’l-Fadl olanların iç yüzünü anlattı. Kâzerûnî hazretlerinin kendisine tövbe ettirdiğini söyledi. Fahrü’l-Mülk ona; “Ser­bestsin istersen gidebilirsin, tövbeni bozma. Bizim hâlimizi bize bırak.” dedi. Orada bulunanlar da durumu öğrenip Kâzerûnî hazretlerinin kerâ­metine şâhid oldular.