CEHÂLET– HİKMET – İLİM - kainatingunesi.com

Cehalet – Hikmet – İlim

Büyük velîlerden Ya’kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmek ve öğretmek için çırpınır, buna çok ehemmiyet verirdi. Bu se­beple buyurdular ki: “Câhillikte ileri olan, sefîhlikte, ahmaklıkta, malını zararlı yerlere harcamakta, vara yoğa sarfetmekte de ileri olur. Câhillik­ten kurtulmadıkça, sefîhlikten kurtulamaz.

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kalbinde dünyâ hırsı bulunan bir kimsenin ilmi, Abdullah ibni Abbâs hazretlerinin ilmi kadar olsa, o kimse, insanlar için zararlıdır. Çünkü onun kendisine hayrı yoktur. Başkalarına nasıl olsun?”

Yine buyurdular ki: “Bir şeye ihtiyaç duyulduğu halde, çalışıp onu te- min etmemek, çoluk çocuğu perişan bırakmak, câhillik ve tenbelliktir.”

Buhârâ evliyâsından ve Şâfiî mezhebi âlimlerinden Ali bin Muham- med (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdu: Büyüklerin huzûrundaki edepsizlik ve dostların ara­sında onları aşağı görmek ne büyük cehâlettir.

Büyük velîlerden Ma’rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Amelsiz Cennet’i istemek ve emir olunduğunu yapmadan rah­met ummak, câhillik ve ahmaklıktır.”

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmi kendisine fayda vermeyen kimseye, cehâleti zarar verir.”

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanları Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan din­ler, inançlar, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı saâdete kavuşturmazlar. Kur’ân-ı kerîmin ahkâmını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hikmetin birinci husûsiyeti sükût edip, ihtiyaç ka­dar konuşmaktır.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hikmet ehlindendi. “Allahü teâlâ indinde her şeyin bir hakkı vardır. Allahü teâlânın yanında hakların en yücesi hikmetin hakkı­dır. Kim hikmeti (faydalı ilim, fen, sanat, söz, nasîhat, din ilmi, mânevî ilim, Peygamber efendimizin sünneti) ehli olmayana bırakırsa, Allahü teâlâ ondan hikmetin hakkını ister.” buyururdu.

Meşhûr hanım velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aley- hâ) zamanında Mısır’da, dört tâne kız çocuğundan başka kimsesi bulun- mayan ihtiyar bir kadının olduğu rivâyet edilir. Bunlar iplik eğirirler, her Cumâ günü ihtiyar kadın ipliği pazara götürüp, yirmi dirheme satardı. On dirheme, iplik yapmak için pamuk, kalan on dirhem ile de yiyecek bir şeyler satın alır, gelecek Cumâya kadar bunlarla idâre ederlerdi. Yine bir Cumâ günü, ihtiyar kadın bir hafta müddetince eğirdikleri ipliği, kırmızı bir beze sarıp, çarşıda satmak için yola çıktı. Bohçayı başında taşı­yordu. Yolda giderken büyük bir kartal gelip, ipliklerin bulunduğu boh­çayı kaparak kaçtı. Kadıncağız düşüp bayıldı. Kendine geldiğinde olan­ları hatırlayıp ağlamaya başladı. Başına toplananlara hâlini anlatıp; “Bir hafta boyunca çocuklarım nafakasız ne yaparlar?” diye sızlandı. Orada­kiler kendisine; “Falan yerde Seyyidet Nefîse isminde velî bir hanım vardır. Hâlini ona arzet, bakalım ne diyecek?” dediler. Kadın gelip Sey- yidet Nefîse’ye durumu anlattı, o da ellerini açıp duâ etti. Kadına da; “Sen şimdi evine git. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.” buyurdu. Kadınca­ğız evine gitti. Bir müddet sonra Seyyidet Nefîse’ye bâzı kimseler gele­rek; “Biz deniz yolculuğunda idik. Gemimiz bir ara su almaya başladı. Ne yaptıysak su giren yeri kapatamadık. Sizi vesile ederek Allahü teâlâya duâ edip bizleri o sıkıntıdan kurtarmasını istedik. O sırada büyük bir kartal göründü. Pençesinde kırmızı bir bohça vardı. Gemimizin üze­rine gelince, bohçayı bırakıp gitti. Bohçayı açtık. İçinde çok miktarda ip­lik vardı. Bunlarla gemimize su sızan yeri iyice kapadık. Bundan sonra selâmetle memleketimize geldik. Bu hâlimize şükür için, size hediye ola­rak beş yüz dirhem getirdik, lütfen kabûl ediniz.” deyip gittiler. Seyyidet Nefîse, Allahü teâlâya şükredip ağladı. Sonra o ihtiyar kadını yanına is­tedi. Kadın gelince ona; “Kartalın kaptığı iplikleri kaça satacaktın?” dedi. Kadın; “Yirmi dirheme.” deyince, Seyyidet Nefîse ona beş yüz dirhemi verip hâdiseyi anlattı ve; “Allahü teâlâ senin her dirhemine 25 kat ihsân etti.” buyurdular.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanların ve kâinâtın yaratılış gâyesinden bahsederek buyurdu­lar ki: “Ey kardeşim! Bu kâinâtın yaratılmasındaki hikmet, Allahü teâlânın mârifetine kavuşmaya, O’na yaklaşmaya ve O’na ibâdet etmeye çalış­maktır. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Zâriyât sûresi 56. âyetinde meâlen; “Cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım.” buyurdu.

İnsanlar bu dünyâya oyun, oyuncak, mal, evlat, soyu ile iftihâr et­mek için gelmedi. Allahü teâlânın rızâsını kazandıran ve O’nun rahme­tini celb eden şeylere çalışmanız gerekmektedir. İnsanın ömrü kıymetli­dir. Onun- la alçak ve aşağı olan dünyâyı değil, en azîz ve matlûb olan âhireti iste- mek lâzımdır. Zîrâ dünyâ, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerdir.”

İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allahü teâlâ ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyur­dular ki: “Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan bi­rini (Hızır’ı) buldular.” (Kehf sûresi: 65) (E. Ans. c.1, s. 20)

Hem Sa’lebî hazretleri’nin, hem de İmâm-ı Rabbânî hazretleri’nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve in­sanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Mu- hammed Pârisâ hazretleri; “İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhis- selâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır.” buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 21)

Senâullah-ı Dehlevî hazretleri, bu ilim hakkında şöyle demektedir: “Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vah- yedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygam- berler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazî- felidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstün­dür.”

Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri ise, şunları ifâde etmektedir: “Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bi­lir.” (E. Ans. c.1, s. 21)

Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâla­rına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk’ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yol- larını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve amel- ler, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir. Deylemî’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “İlm-i bâtın, Allahü teâlânın sırlarından bir sırdır. O’nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir.” Buy- rulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; “İlm-i bâtın ile kulun, Allahü teâlâya yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin ve tâlibleri O’na ka- vuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren â- limlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 27)

Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yo­lunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışıla­rak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allahü teâlânın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir. (E. Ans. c.1, s. 27)

İmâm İbn-i Mâce hazretleri’nin Sünen’inde geçen bir hadîs-i şerîfte; “İlim, Çin’de de olsa onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müs- lümana farzdır.” buyrulmuştur. Ed-Dürrü’l-Muhtâr’daki hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha ka- dar ibâdet etmekten daha sevaptır.” Berîka’da geçen bir hadîs-i şe­rîfte, Peygamber efendimiz; “İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ, bilmedik­lerini bildirir.” buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 27)

Ebü’l-Esved ed-Düelî hazretleri; “Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükme­derler.” demiş, Lokman Hâkim de oğluna şunu söylemiştir: “Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bu­lamadım.” Ayrıca; “Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar.” buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı Dehlevî, “İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 27)

Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Tapduk Emre’nin hizmetinde bulunurken, mânevî âleminde bir ilerleme olmadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düştü. Yolculuğunda bir gün iki kimseye rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her ö- ğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek ge­lirdi. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldi. O da duâ etti. Duâda, “Yâ Rabbî benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et!” dedi. Duâ bitince, iki sofra yemek geldi. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin?” diye sordular. Yû­nus Emre; “Önce siz söyleyin.” dedi. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Em- re’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik.” de­diler. Bunun üzerine Yûnus Emre durumunu anlayıp, tekrar Tapduk Emre’nin yanına döndü ve kapısının önüne yattı. Tapduk Emre’nin göz­leri görmüyordu. Kapının önüne varıp, ayağı bir şeye takılınca; “Bu bizim Yûnus değil mi?” diye sordu ve onu kabûl etti. O andan îtibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşüremediği ilâhileri söylemeye başladı.

Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyurdular ki: “Biz bir âlime gittiğimizde, bize göre, ondan edep ve terbiyeyi öğrenmek, onun ilminden istifâde etmekten önce ge­lirdi.”

“İlim bir hazînedir, onu meseleler, müşküller açar.”

“İlim, sormakla kazanılır.”

“Ezberlediğim ve öğrendiğim bir şeyi aslâ unutmadım.”

“İlim, unutmak ve müzâkereyi (karşılıklı okuyup, anlatmayı) terk et­mek ile kaybolur.”

“İlmin bir takım düşmanları vardır. Birisi âlimi terk etmek. Böylece, âlim, ölümüyle ilmini de alıp götürür. Diğeri, unutmak. En tehlikeli düş­manı ise, yalandır.”

“İlim ona üstün gelme düşüncesiyle alınır ve öğrenmeye çalışılırsa, ilim gâlib ve üstün gelir. Hiç bir şey de elde edilmez. Fakat, ilme, gece gündüz bir dost gibi yapışılırsa, o zaman ilim elde edilir.”

“Faydalı ilim, Allahü teâlânın indinde, pek fazîletli bir ibâdettir.”

“İlmiyle amel etmeyen âlimin, ilmine güvenilmez.”

“Kimse benim gibi ilme sabretmedi. Benim gibi de ilmi yaymadı.”

Bizden önceki büyüklerimizden duydum. “Sünnete sarılmak, insanın dünyâ ve âhirette kurtuluşuna vesîledir. İlmi yaşatmak din ve dünyâ işle­rinin iyi olmasını temin eder. İlim giderse, din ve dünyâ da gider. Her şe­yin nizam ve intizâmı bozulur.”

Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zer- rûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında ilimler hakkında şöyle buyurdular: “Akâid ilmi ile îmân bilgileri, fıkıh ilmi ile dînin emir ve yasakları öğrenilir. Tasavvuf ilmi ile ise, kalbi kötü düşüncelerden temiz­leyerek ihsan mertebesine kavuşulur. İhsân, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmektir. Îmân bilgileri öğrenildikten sonra, önce fıkıh bilgileri öğ­renilir. Bununla iktifâ edip, mânevî hâllerden ve ilimlerden mahrum ka­lınmaz. Bunun için kalbi kötü düşüncelerden kurtaracak ve temizleyecek tasavvuf bilgileri öğrenilir. Fıkıh ile tasavvufun her ikisinden de pay al­malıdır. İmâm-ı Mâlik “Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çı­kar. Zındık olur. Fıkıh öğrenip, tasavvuftan haberi olmayan bid’at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen hakîkate varır.”

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhe­binden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (rahme- tullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine buyururdu ki: “İlim, insan­lara, ekmek ve su kadar lâzımdır. İlim, rivâyet, kuru mâlûmât ve bilgi çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.”

Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmi över, amellerin ihlâs ile yapılmasının fayda vereceğini söylerdi. Bunun için; “İ- lim; cehâlete karşı kalbin hayâtı, karanlığa karşı gözün nûrudur.” Buyur- dular.

Hindistan’da yetişen meşhûr velîlerden Abdülvehhâb Müttekî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İlim gıdâ gibidir. Ona bir zaman ih- tiyaç vardır. Faydası da herkesedir.”

“Selef-i sâlihînin yolu; çeşit çeşit iyi işleri yapmak, ahlâkını güzel­leştirmek ve ilmi yaymaktı.”

Evliyânın büyüklerinden Ali bin Bendâr Sayrafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmin yararlı bir hâlde bulunması için, onun bulun­duğu yer olan kalbin temiz olması lâzımdır.”

Büyük velîlerden ve fıkıh âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şöyle buyurdu: Biliniz ki, ilim üç kı- sımdır. Birincisi, Âdemoğlunun ilmidir. İkincisi, meleklerin ilmidir. Üçün- cüsü ise, mahlûkâtın ve mevcûdâtın ilmidir. Bu kısımlardan başka dör- düncü kısım vardır ki, bu da Allahü teâlânın ilmidir. Bu ilme, ilm-i mek- nûn (sır ilmi) de denir. Bu ilmi, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İlim Çin’de de olsa alınız.” Başka bir hadîs-i şerîfte ise; “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” buyruldular.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyu­ruyor ki: “Otuz sene mücâhede eyledim, nefsimin istediklerini yapmadım. İlimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım.”

Kerâmet sâhibi evliyâ zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fı­kıh âlimlerinden Hasan bin Ali Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evli­yânın meşhûrlarından Sehl-i Tüsterî hazretleri’nin arkadaşı idi. Ondan şöyle nakletmiştir: “Allahü teâlâ dünyâyı yarattı. Dünyâ üzerinde âlimler ve câhiller yarattı. İlmin en fazîletlisi, kendisiyle amel edilen ilimdir. İlmin ancak kendisiyle amel olunanı delildir. Amelin doğru olanı hâriç, diğer kısmı hebâ olmuştur. Amelin sahîh olması için de çok şart vardır.”

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbe­tinde, İlme çalışmayı teşvik husûsunda   buyurdu ki: İlme çalışanın işâ­reti, dünyâdan kaçmaktır, dünyâyı sevip onda kalmak değil.”

“Kendisiyle amel etmediğin şeyi bırakman daha iyidir. İlim, amel et­mektir. Allahü teâlâya itâat ettiğin zaman sana öğretir. Allahü teâlâya is­yân edersen, sana öğretmez. İlim, âlimlerin ihtiyaç malzemesidir.”

Bişr-i Hâfî’nin ilme ve irfâna bağlılığı, şöhret ve riyâset (başkanlık) sevdâsıyla değil, sünnet-i seniyyeye uyma arzûsuyla idi. Nitekim; “Reis­lik arzûsuyla ilim öğrenen, Allahü teâlâyı kızdıracak bir işle O’na yak­laşmaya çalışıyor demektir. Çünkü ilim sebebiyle reislik istemek gökte ve yerde öfkeyi gerektirir.” buyururdu.

Bağdât’ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kendine lâzım olan ilimleri öğrenmeli ve bu ilim­lerle amel etmeyi de ihmal etmemelidir.”

“İlim, Allahü teâlâyı tanımaya ve O’na itâat etmeye vesîle olduğu için, ilim öğrenmek büyük ibâdettir.”

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden birisi şu- dur: Peygamber efendimiz buyurdular ki: “İlim, hazînedir. Anah­tarı, so- rup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü teâlâ size merhamet et­sin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevap vardır. Talebeye, hocaya, dinle­yenlere ve onlara icâbet edenlere.”

İstanbul’da yetişen meşhûr velîlerden Cemâleddîn Mahmûd Hulvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her işin başı ilimdir. İlmin başı ise Allahü teâlânın inâyetidir.”

Irak velîlerinin büyüklerinden Ebü’l-Hasan Cûsukî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) buyurdular ki: “İlim yükseltir, cehâlet alçaltır.”

Evliyânın büyüklerinden olan Alvân Hamevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim ile amelin berâberce yapılmasını bildirir, amelsiz ilmin insan­lara yük olacağını anlatırdı.

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) göre ilim, amel etmek içindi. “Amel edilmeyen ilmin faydası yoktur. Bir ilim ta- lebesi, ömrünü ilim öğrenmeye harcarsa, nerede ve ne zaman amel et- meye vakit bulacak.” buyururdu.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında buyurdular ki: “Sâdece ilim öğrenmek için e- vinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını gö- rür. İlim kendisiyle amel edilince kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıy­met- lenir.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim sâhibi olduğu için Allahü teâlâdan çok korkardı. Bu hu­susta; “İlim, insana Allah korkusunu kazandırır. İlim sâhibi olan kimsenin başkalarından korkusu gidip, kalbinde yalnız Allah sevgisinden hâsıl olan bağlılık duygusunun artması ile huzur ve sükûna kavuşur. Bu haller ise, herkesin ilimdeki derecesine göredir.” buyurdular.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmi â- limden öğrenmeyi teşvik eder; “Kendiliğinden yetişen ağaç, yaprak ve­rir. Fakat meyve vermez. Verse de tatsız olur. İnsan da böyledir. Hocası ol- mayan kimseden hiçbir şey hâsıl olmaz. Ben söylediklerimi kendili­ğimden söylemiyorum. Bu anlattıklarımı hocam Nasrabâdî’den öğren­dim. O, Şiblî’den, o da Cüneyd-i Bağdâdî’den öğrendi. Bizim büyükleri­mize olan hürmet ve tâzimimiz o kadar fazlaydı ki, hocamın huzûruna gideceğim zaman, mutlaka gusül abdesti alıp, ondan sonra giderdim.”

Nişâbur’da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: “Devamlı ilimle meşgûl olmak, insanın ayıplarını anlamasına sebeb olur.”

“İlim öğrenmek, ilmi ile amel etmek, amelini düzgün yapamadığını düşünüp korkmak, Allahü teâlâyı tanımanın alâmetlerindendir.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin huzûrunda, İmâm-ı Şâfiî hazretleri’nin; “İlim iki kısımdır. İlm-i edyân ve ilm-i ebdân.” sözü zikredildi. Buyurdular ki: “Allahü teâlâ, İmâm-ı Şâfiî’ye rahmet eylesin, ne güzel söylemiş. İlm-i edyân, hakîkat­ler ve mârifetler ilmidir. İlm-i ebdân, siyâset, riyâzet ve mücâhede ilmi­dir.” buyurdu.

Yine buyurdular ki: “İlmin nûrları ârife ışık tutar. Ârif bu ışık ile gay- bın acâib ve garib cihetlerini görür.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her sorulana cevap verenin, açıkça görülen her şeyi yorumlayanın, karşısındakilerin hâlini hesâb etmeden her ilmi açık­layanın bu hareketleri, câhil olduğunu gösterir.”

Yine buyurdular ki: “İlimde esas, Allah korkusudur. İlmin yanında korku olursa, bu ilmin sana faydası vardır. Yoksa o ilim, senin için nok­sanlık ve vebâl olur.”

“Faydalı ilim; aydınlığı, gönül ve kalbe yayar, kalbdeki perdeleri kal­dırır.”

Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Biz ameli ilimden daha efdal görürüz. Fakat bugün ilme, amelden çok daha fazla ihtiyacımız var. (Çünkü ilim unu­tuldu).”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Amelsiz ilimden sordular, cevaben; “Amelsiz ilim peşinde koşanın misâli şeytandır. Kendisini makam, mevki arzusuna kaptıranın misâlî Firavun’dur. Yâni makam korkusundan îmân etmemiştir.” sözle­riyle amelsiz ilim sâhiplerini ve makam, mevki peşinde koşanların hâlini haber verdi.

Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmi, amel için öğ­reniniz. Çokları bunda yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü, amelleri ise zerre gibi küçüldü.”

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “İlim öğrenmenin ilk şartı, susmak ve edepli olmaktır. İkinci şar- tı, dikkatle dinleyip ezberlemektir. Üçüncü şartı, öğrendiği ile amel et- mektir. Dördüncüsü de, öğrendiği ilmi başkalarına öğretmek, herkese yaymaktır.”

Yine buyurdular ki: “İlim, Allahü teâlâdan korkmak ve ona ibâdet etmek için öğrenilir.”

“İlim öğreten birini buldukça öğrenmeye devâm ederiz.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) asıl ve kıy­metli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdular ki: “İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir.” buyurdu. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Üç kısım ilim vardır ki, bunlar tövbe, tevekkül ve hakîkat ilimleridir. Tövbe ilmi ki, bu ilmi seçilmişler, büyük zâtlar ve avâm, diğer insanlar kabûl et­tiler. Tevekkül ilmini, seçilmişler kabûl etti, ama avâm kabûl etmedi. Ha­kîkat ilmini ise, insanların ilim, akıl ve anlayış seviyelerinin üstünde ol­duğu için, çok kimse anlıyamadı.”

Yine buyurdular ki: “Âhirette her incinin bir sedefi vardır. Her şeyin kendi hâline göre bir şerefi, değeri vardır. İnsanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir. Onun şerefi de ilim iledir. İlmi olmayan kimse, câhil­lik içinde kalır, muhabbet kadehini içemez, vilâyet libâsını giyemez. Allahü teâlâ câhili kendine dost edinmez.”

“İlim, çok tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrıca bunun için az uyumalı ve Allahü teâlânın yardımını talep etmelidir. Âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:

“Geceleyin Allahü teâlânın korkusundan ağlayan göze ateş dokun­maz.” Bir kimse, 40 gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pınarları zâ- hir olup, kalbinden lisânına akar. Peygamber efendimiz; “Mü’min, gece çok ağlar, gündüz çok tebessüm eder.” buyurdular.”

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Ne kadar ilim tahsil etmeliyiz?” diye soruldu. Cevap olarak; “İyi ile kötüyü birbirinden ayıracak kadar olsun öğreniniz.” buyur­dular.

Mâverâünnehr’de yetişen âlimlerin büyüklerinden Abdullah imâmî İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hocası büyük âlim Alâed- dîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine ilk kavuştuğu zaman, hocası ona şu meâlde bir beyit okudu:

Senden eser kalmasın; olgunluk budur.

Kendini vahdette yok eyle; kavuşmak budur.

 

(Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür. O büyüklerin sözünde Rab­bânî tesir vardır.)

Hâce Abdullah-i İsfehânî bu beyti işittikten sonra, bütün gayretini ilim öğrenmeye ve öğrendiklerine uymaya çalıştı. Bulunduğu yolun edeb- lerine uymağa çok dikkat ederdi. Çok cömert ve mütevâzî idi.

İsfehân’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhurlarından Ab­dullah-ı İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, kendisinden na­sîhat isteyenlere buyurdu ki “İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, an­cak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amel- lerde kusûr etmez. Allahü teâlânın, mü’minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için per­deleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, vâd ve vaîdlerde bulunmuş­tur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelme­yen her îmân, Azrail aleyhisselâm canı almaya geldiği zamandaki şid­detli korkular karşısında sâbit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız ölme- sinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkuları zuhûr ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok az insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzla­rın yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet il­miyle, Selef-i sâli- hîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını düzeltmezse, çalışmaları zâyi olur. Gayreti boşa gider.”

İlme çok önem verirdi. Talebelerini ve sevenlerini hep ilme teşvik ederdi. İlim husûsunda şöyle dedi:

Hazret-i Ali buyurmuştur ki: “Allahü teâlâya ilimsiz ibâdet eden kim- se, değirmene bağlı merkep gibidir. Gün boyunca yürür, fakat hep aynı yerindedir.”

Câhil de böyledir. Cehâletle, Allahü teâlâya çok çok ibâdet eder. Fakat bu ibâdeti, onun Allah indinde yakınlığını arttırmaz. Bâzan kul çok ibâdet yapar, fakat câhil olduğundan ibâdeti emre uygun olarak yapa­maz, dolayısıyle boşu boşuna yorulmuş, meşakkat ve zahmet çekmiş olur. Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da an­cak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; “İlim öğrenmek, her kadın ve er­kek müslümana farzdır.” buyurdu. Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, ame­lini sahîh kılan, mutlaka bilmesi lâzım olan ilim, ilm-i hal bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır. Bu sebeple, ibâdetlerin ancak ilimle doğru yapılabileceği anlaşılmaktadır.

İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki: “Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bula­maz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf eder- se, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider.”

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyururdu ki: “İlmin evveli niyet, sonra anlamak, sonra yapmak, sonra muhâfaza, sonra da yaymaktır.”

Yine buyururdu ki: “Kim ilmi ararsa öğrenir. İlmi öğrenen, günah iş­lemekten korkar. Günahtan korkan ondan kaçar. Ondan kaçan ise kı­yâmet günü hesaptan kurtulur.”

“İlimde cimrilik yapan kişiye Allahü teâlâ üç belâ verir: Ya ölür, ilmi gider. Yâhud unutur veya kendine ilmi unutturacak kimse ile dostluk ku­rar, öylece ilmi gider.”

Ben, peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu zannetmiyorum. Âlimlerden biri, bir ihtiyaçla karşılaşınca, onun ile meş­gûl olur, okuyamaz. Onun ihtiyâcını giderip, okumasını sağlamak daha makbûldür.”

Velî ve hadîs âlimi Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri buyurdular ki: “İnsan, ilmi, göz yaşı dökerek istemeli. Çünkü ilim, insana nefsi için bir hüccet, delildir.”

Yine buyurdular ki: “İlim husûsunda birbirinize faydalı olunuz. Birbi­rinizden ilmi gizlemeyiniz. “İlimdeki hıyânet, maldaki hıyânetten daha kötüdür” hadîs-i şerîfini kendinize rehber edininiz.”

“Bir kimse, ilim bakımından kendinden üstün bir kimse ile karşıla­şınca, bunu fırsat ve ganîmet bilmelidir. Çünkü onun ilminden istifâde eder. Kendi dengi birisi ile karşılaşınca, bir biriyle müzâkere eder ve bir­birlerinden faydalanırlar. Kendisinden aşağı bir kimse ile karşılaşınca, ona tevâzu gösterir ve bir şeyler öğretir. Her işittiğini söyleyen, istisnâî ve şâz (kaide dışı) meselelere göre konuşup anlatan kimseler, ilimde yüksek mertebeye erişemezler.”

Meşhûr velîlerden Abdurrahmân Tafsûncî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “İlimlerin en faydalısı, kulluk vazîfesi ile ilgili hü­kümleri öğrenmektir. Ve yine ilimlerin en yükseği tevhîd ilmi olup, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgileri öğrenmektir.”

“Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine getirilince, tevâzu sâhibi ol- makla berâber, kahramanlık göstermenin bir zararı olmaz. Sünnet, nâ­file olan bir amel ve taleb edilen bir ilim, kibir ile berâber hiçbir fayda ver- mez.”

Büyük velîlerden ve hadîs âlimi Abdüla’lâ Kureşî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) ilmiyle âmil olup öğrendiklerini her zaman tatbik ederdi. “Kime bir ilim verilir de bu ilim ona Allah korkusundan ağlama huyunu kazan- dırmazsa, o bu ilmin faydasını göremez.” buyururdular.

Hindistan evliyâsından Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri genç yaşta, Hindistan’ın büyük âlimi Abdulkud- dûs’un ilim meclisinde ve sohbetlerinde bulunup, tasavvufta mânevî de­receler kazandı. Devamlı hizmet ve sohbetinde kalmayı arzu ettiğini bil­dirince Abdülkuddûs hazretleri ona; “Önce lâzım olan din bilgilerini öğ­ren. İlim deryâsında balık gibi yüz, bir sâhilden diğer sâhile geç, sonra yine bize gel. Bu yola bel bağla ki, ilimsiz vilâyet, velîlik; tuzu az yemeğe benzer.” buyurdular.

Abdülehad bu sözleri dinledikten sonra, hocası Abdülkuddûs’ün yaşlı olduğunu, dönüşünde vefât etmiş olabileceğini ve bir daha da ona ka- vuşamayacağını düşünerek; “Korkarım ki, sonra, bu azîz ve yüksek soh- beti bulamam.” dedi. Bunun üzerine; “Eğer beni bulamazsan, oğlum Rükneddîn’in sohbetine devâm et ve arayacağını onda ara.” buyurdu. “Sabredeyim, bakalım yüksek keremleri ne gösterir.” sözü gereğice, zâ­hirî ilimleri tahsîl için oradan ayrıldı. Daha tahsîli bitmeden, hocası Abdülkuddûs hazretleri vefât etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra, hocası Abdülkuddûs’ün işâreti üzerine, Şeyh Rükneddîn’in yanına gitti. O da babasının işâretine uyarak, Abdülehad’a büyük bir alâka gösterip tasav­vufta yetiştirdi. Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlarından icâzet, diploma verdi.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlimde mâhir, dînî meselelere gereği gibi vâ­kıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil; Ehl-i sünnet vel cemâat îti­kâdı ile diğer dalâlet ve bozuk îtikâdları birbirinden ayırmaya gücü yet­meyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından ha­beri olmayan ve yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmiyen mü­nâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb edenleri bid’at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır.”

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velî­lerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.

Irak’ta yetişen büyük velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasav­vuf bü- yüklerinden birisine, Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde “İnşâallah” bu- yurması hakkında sorulunca; “Allahü teâlâ “İnşâallah” buyurmakla, kul- larına böyle söylemeyi, öğretmeyi murâd etmiştir.” buyurdu. Âyet-i kerî- mede Allahü teâlâ kâmil ilmi ile “İnşâallah” derse, ilmi noksan olan kulların konuşmalarında, “İnşâallah” demeleri gerektiği hakkında işâret vardır. Bu yüzden Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kab­ristânda; “İnşâallah biz size yakında katılacağız.” buyurmuştur. Halbuki, Peygamber efendimizin ölüm hakkında ve onlara kavuşma husûsunda hiç bir şüphesi yoktu.

Anadolu evliyâsından Ahıskalı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde şöyle buyururdu: “İlim ve ilim sâhiplerinin kadri ve kıymeti Allahü teâlânın katında yüksektir. İnsanlar arasında ise şerefi büyüktür. İnsan ve cinlerin tabiatında olanlara hürmet yerleştirilmiştir. İlim, insanları cehâletten irfân derecesine ulaştırır. Ebedî saâdete ve devlete kavuşmakta sağlam bir ip, Cehennem’e düşmekten kurtulmakta güvenilir bir vâsıtadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Allahü teâlâdan kullar içinde ancak âlimler korkar.” (Fâtır sûresi: 28) Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Melekler ilim tâlibine, ondan râzı oldukları için kanatlarını gererler” “Suda balıklara kadar gökdekiler ve yerdekiler âlim için istiğfar ederler (onun günahlarının bağışlanmasını isterler).” “Alimin âbide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.”

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlim tahsîl etmek, sırf Allahü teâlâya itâatı ve âdâbı öğrenmek içindir.”

Ahmed bin Ebü’l-Havârî hazretleri; “İlim nasıl öğrenilir?” diyen bir sevenine şu tavsiyede bulundu: “Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Her kim bildiği ile amel ederse, Hak teâlâ ona bilmediği ilimleri verir.”

 Büyük velî ve âlimlerden Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde büyüklerden bahseder, insanla­rın istifade etmesi için nakiller yapardı. Şöyle nakletmiştir: Ebû Mûsâ:   “Allahü teâlânın ilim verdiği kimse, onu, insanlara öğretsin. Fakat, bil­mediği şeyi söylemekten sakınsın. Yoksa, kendisini ilgilendirmeyen bir şeye karışmış olur, dinden çıkar.”

İbn-i Mesûd: “Sizden birine, bilmediği bir şey sorulduğu zaman, bil­mediğini îtiraf etsin, utanmasın.”

“Kişiye bilmediği sorulunca, Allahü teâlâ bilir demesi, ilimdendir.”

Ahmed el-Esrem hazretleri sohbetlerinde büyüklerden bahseder, insanların istifade etmesi için nakiller yapardı. Şöyle nakletmiştir: Şa’bî radıyallahü anh: “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır.” buyurmuşlardır.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bilgisizlik ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebâldir. Bu vebâlden kurtulmak amel etmekle müm- kün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allahü teâlâ için ya-pılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez.”

Evliyânın büyüklerinden Ali Dede Bosnevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) her zaman, her yerde büyüklerin sözlerini naklederek konuşurdu. Bir defâsında kime tâbi olunup kimlerden uzak durulacağı hakkında âlimlerden şu sözü nakletti.

“İnsanlar dört kısımdır. Birincisi bilir, fakat bildiğini bilmez. Bu kimse uykudadır, onu uyandırmak lâzımdır. İkincisi bilir, bildiğini de bilir. Bu âlimdir ona uyunuz. Üçüncüsü bilmez, fakat bilmediğini bilir. Bunun ir­şâda, yetiştirilmeye ihtiyâcı vardır. Buna bilmediğini öğretiniz. Dördün­cüsü bilmez, bilmediğini de bilmez. Bu câhildir, onu terkediniz.”

Hadîs-i şerîf âlimlerinin en büyüklerinden ve velîlerden İmâm-ı Buhâ- rî   (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdularki:

 

İLMİ ZELÎL EDEMEM

 

İmâm-ı Buhârînin ilminin üstünlüğü,

Yayılınca her yere, dîninin bütünlüğü,

 

İnsanlar hayran kalıp, koştular kendisine,

Ve binlerce talebe, üşüştüler dersine.

Lâkin kıskandı onu, bâzıları mâlesef,

O dahî çok üzülüp, onlara etti esef.

 

Göç etti Nişâbûr’dan, Buhârâ’ya nihâyet,

İnsanlar akın akın, ettiler hep ziyâret.

 

O yere teşrîfleri, erişince vâliye,

Bir haberci gönderdi: “Yanıma gelsin!” diye.

 

O kimse de gelerek, dedi ki: “Efendimiz!

Sizi, huzûrlarına, çağırıyor vâlimiz.

 

İlmi, bizzat dinlemek, istiyor ağzınızdan,

Ayrıca bir isteği, olacak zâtınızdan,

 

İlim öğretmek için, kendi çocuklarına,

Bekliyor vâli şimdi, sizi huzûrlarına.”

 

Bu teklif karşısında, düşündü, durdu biraz,

Buyurdu: “Benim ona, gitmem hiç uygun olmaz.

 

Ben onun ayağına, gidersem bu iş için,

İlmi zelil ederim, doğrusu budur işin.

 

Zîrâ ilim, herşeyden, şereflidir azîzdir,

Bu ise ilim için, hakâret-i bârizdir.

 

Kim ilme tâlip ise, gelir ilmin yanına,

Ve lâkin âlim gitmez, kimsenin ayağına.

 

O dahî istiyorsa, bir husûsu öğrenmek,

Buraya gelmelidir, ilme çok tâzîm gerek.

 

Çocuklarına dahî, ders veririm ben ama,

Onlar da zahmet edip, gelmeliler yanıma.

 

Zîrâ tahsis edersem, vakti o bebelere,

Haksızlık olmuş olur, sâir talebelere.

 

Herkes gibi onlar da, gelirse bize şâyet,

Edinirler onlar da, çok ilim ve mârifet.”

.

Lâkin anlıyamadı, vâli bu hakîkati,

Bir haber gönderdi ki: “Terk etsin memleketi!”

 

Hazret-i İmâm ise, çok üzüldü bu hâle,

Çıktı, lâkin Allah’a, etti onu havâle.

 

Bir ay geçmemişti ki, bu işin üzerinden,

Yolsuzluk sebebiyle, alındı görevinden.

 

Bir merkebin üstüne, bindirildi o vâli,

Ve gelip tükürdüler, ona cümle ahâli.

 

Çoluk, çocuk toplanıp, ettiler çok hakâret,

Ve onun bu hâlinden, insanlar aldı ibret.

 

Hazret-i İmâm ise, giderken Semerkand’a,

Dedi-kodu işitti, yine kendi hakkında.

 

İnsanların hâlinden, bir hayli üzülerek,

Daraldı temiz rûhu ve canı sıkıldı pek.

 

Bir gece teheccüdde, yalvardı Allah’ına:

“Yâ Rabbî, al rûhumu, dar geldi dünyâ bana”

 

Hastalandı âniden, bir bayram arefesi,

Vefât etti nihâyet, o bayramın gecesi.

 

Kabrinden bir hoş koku, yayılırdı her gece,

Hem de hiç azalmayıp, devâm etti günlerce.

 

Sonra gökten kabrine, indi bir nûr şûlesi,

Bir hayret kaplamıştı, bunu gören herkesi.

 

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul-ahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Bedreddîn Tirmizî is­minde biri simyâ ile uğraşırdı. Mevlânâ’nın ismini duyarak Konya’ya zi­yâretine gel- di. Önce oğlu Sultan Veled’e uğrayarak, yapacağı altınlar­dan hergün bir dirhem Mevlânâ’nın talebelerine vereceğini vâd eyledi. Bu haberi Mevlâ-nâ’ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedred- dîn’in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle uğraşarak altın yapma- ya çalışıyordu. Mevlânâ’nın geldiğini görünce, ayağa kalka­rak hürmette bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden, bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış eşyâları teker teker alıp Bedreddîn’e vermeğe başladı. Bedred- dîn, her eline gelen eşyânın en yüksek ayarda som al­tından yapılmış ol- duğunu hayretle gördü. Mevlânâ, Bedreddîn’in şaşkın bir hâlde kendi- sine baktığını görünce; “Ey Bedreddîn! Sen simyâ ile uğ­raşmayı bırak. Çünkü sen âhirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle berâber âhirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyin sev­gisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur.” buyurdu.

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Fen ilimleri, sâlih ile fâsık ara­sında müşterektir. Müslüman, kâfir herkes öğrenebilir ve hem öğretmiş olduğu ilmi geri almak lâzım gelse alamaz. Nitekim sanatkârın hâli böy­ledir. Fa- kat İslâmiyetin emir ve yasaklarından birine muhâlefette ısrar edici olsa dînî ilimlerden bir şey kazanamaz. Tasavvuf yolunda edindiği dereceler ise talebenin hocasına ters düşmesi ile elinden alınır ve sanki hiç gör- memiş, okumamış gibi olur. İşte dînî ilimler ile fen ilimlerinin farkı budur.”

İskenderiye’de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kulun ilmi arttıkça, ilim talebi, daha çok öğrenmek arzu ve ihtiyâcı da artar. Himmeti de yükselir. Çünkü kişi, cehâlet hâlinde, sâdece ilim öğrenmeyi, daha çok ilim sâhibi olmayı ister ve buna kendisini çok muhtaç hisseder. İlmin çok dereceleri vardır. Onun sonu yoktur.”

Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor: “Ebû Ali Müştevlî, hocalarından Ebû Yâkûb es-Sûsî’yi ziyâret için Bas­ra’ya gitti. Bir mahalleden geçerken, talebe arkadaşlarından birini gördü. Ona hocalarının bulunduğu yeri sordu. Talebe; “Hocamız falan yerdedir. Yanına vardığın zaman; “Git! İşine gücüne bak.” diyecektir. Gelen her­kese böyle demek âdetidir.” dedi. Ebû Ali Müştevlî, hocasının bulunduğu yere varıp kapısını çaldı. “Gir” diye ses geldi. Ebû Ali içeri girince, ho­cası: “İnsanların çoğu, yanıma dünyâ meselelerini konuşmak için geli­yorlar. Konuşmalarından, hâllerinden çok rahatsız olduğum için, böyle kimselere, “Git! İşine gücüne bak!” diyorum. Sen ise Allah rızâsı için, ilim ve edeb öğrenmek için geldin. Ben sana; “Git! İşine gücüne bak!” de­mem. Herkese aynı şey söylenmez.” buyurup, yanına oturttu. Çok ikrâm ve iltifâtta bulundular.”

Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri; İlm-i vehbînin yâni Allahü teâlânın ihsân ettiği çalışmakla ele geçmeyen ilmin, ilm-i kesbîden yâni çalışarak öğrenilen ilimden daha üstün olduğunu bildirerek buyurdular ki: “İlim şüpheye mâ- ruzdur. Yakînde ise şüphe söz konusu değildir. Yakîn olan yerde şüphe olmaz ki, zıtlık olsun. Tasavvuf ehlinin ilmi ilk zamanlar kesbîdir, sonra- ları vehbî ve bedîhî hâle gelir. Bu ilimde şüphe olmaz.”

Mansûr İmâr-ı Dımaşkî hazretlri şöyle anlatır: Ebû Hâşim Sofî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri; “Yâ Rabbî! Faydası olmayan ilim­den sana sığınırım.” derdi. Mânevî ilimlerde mütehassıs idi.

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine karşı bir defâ Hârun Reşîd, Hâşimoğullarından, yâni Pey­gamber efendimizin mensûb olduğu Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan olmakla övündü ve; “Ben kimlerdenim bilir misin?” dedi. Bunun üzerine Ebû Yûsuf; “Sen ancak nesebinle, soyunla iftihâr edebilirsin, ama dünyâda senin gibi Hâşimî soyundan gelen binlerce insan vardır. Fakat ilimde asrının teki, zamânının bir tânesi olan, soyla şerefli olanlar gibi değildir. Cihânı arasalar bir ikincisini bulamazlar.” buyurarak halîfe­nin sözünü kesti. Bunun üzerine halîfe sustu ve nefsini kötüleyip; “Bu kadar malım ve mülküm olacak yerde, ilim öğrenseydim çok daha iyi olurdu.” dedi.

İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri buyurdular ki: “Sen her şeyini ilme vermedikçe, ilim sana bir kısmını vermez.”

Evliyânın büyüklerinden Ebü’l-Abbâs Seyyârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında ceviz satın almak için bir dükkâna girdi. O ceviz is­teyince dükkan sâhibi çırağına; “Cevizlerin iyilerini seç.” dedi. Bunun ü- zerine Ebû Abbâs Seyyârî hazretleri; “Her ceviz sattığınız kimseye aynı muâmeleyi yapıyor musunuz. Herkes için iyilerini seçiyor musu­nuz?” dedi. Dükkan sâhibi; “Hayır bunu sizin ilminizin hâtırı için yapıyo­rum.” Dedi. “İlmin fazîletini, iki çeşit ceviz arasındaki farkla değiştirmem.” Bu- yurup, ceviz almaktan vazgeçti.

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine senelerce hizmet edip, tam ve geniş ilim öğrenen talebelerinden biri, birgün kendi kendine düşünüp: Senelerce zahmet çekip çok şey öğrendim. Bu kadar çok ilim­den bana en lüzûmlu ve faydalısı acabâ hangisidir? Âhirette imdâdıma yetişecek, mezarda dünyâ dostlarım beni yalnız bırakıp gittikleri zaman, bana arkadaş olacak, mezardan kalkınca, ananın evlâdından, kardeşin kardeşinden, dünyâdaki dostların birbirlerinden kaçıp, herkes başının çâresini aradığı vakit beni kurtaracak olan acabâ hangisidir? Dünyâda, âhirette faydası olmayan acabâ hangileridir? Bilsem de bunlardan uzaklaşsam. Çünkü, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem;

“Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmayan kalpten ve dünyâya doymıyan nefisten ve Allah için ağlamayan gözden ve ka­bûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun.” buyurmuştur, diye uzun zaman düşündükten sonra, anlamak için hocası olan Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî’ye (Allahü teâlâ, onun kabrini nûr ile doldursun) mektup yazdı. Bununla berâber birkaç zaman hayırlı duâ etmesini yal­vardı ve bana kısa, açık ve faydalı cevap veriniz de, her sabah okuyup, ona göre hareket edeyim, dedi.

Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, şu cevâbı yazıp gönderdi: “Ey sev­gili oğlum ve sâdık dostum! Allahü teâlâ, sana uzun ömürler verip, öm­rünü ibâdetle ve O’nun gösterdiği yolda gitmekle geçirmek nasîb eyle­sin! Bütün nasîhatler Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem- den alınmıştır. O’ndan gelmeyen nasîhatler faydasızdır. Dünyâya yayıl- mış olan bu nasîhatlerden, birisini bile almadın ise, senelerce ya­nımda niçin kaldın ve niçin okudun?

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâya yayılan na­sîhatlerinden biri şudur: “Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyece­ğine, ona gazab ve azâb edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası dokunmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzûmsuz şeylerle öl­dürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenme­diği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri, yâni sevapları, kötü işlerinden, yâni günahlarından ziyâde olmadı ise, Cehennem’e hazırlan­sın.”

Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir.

Ameli, ibâdeti elden bırakma! Kalbe âit hâlleri ve bilgileri unutma! Yâni hareketlerin ilme, hâllerin de, tasavvufa uygun olsun!

İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz. Diğer bir misâl, bir tabîb hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâç ha­kîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemeyeceğini pekâlâ bilirsin.

Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası yoktur.

İyi bil ki, çalışmayınca, din yolunda yürümedikçe sevap kazana­mazsın! Benî-İsrâil’den birisi senelerce ibâdet etmişti. Allahü teâlâ, bu­nun ibâdetlerini meleklere göstermek istedi. Yanına bir melek gönderip şöyle sordurdu: Daha ne kadar ibâdet edeceksin? Cennetlik olmadın mı? Cevâbında dedi ki: Benim vazîfem kulluk yapmaktır. Emir sâhibi O’dur. Melek bu cevâbı işitince: “Yâ Rabbî, sen her şeyi bilirsin. O kulu­nun cevâbını da duydun.” dedi. Cenâb-ı Hak; “O kulum, alçaklığı ile aşağılığı ile berâber bizden yüzünü çevirmiyor, biz de ihsân ve merha­met sâhibi olduğumuzdan, elbette onu bırakmayız. Ey meleklerim! Şâhid olunuz, onu affettim.” buyurdu.

İlim öğrenmek ve kitap okumak için çok gecelerini fedâ ettin ve çok tatlı uykularını kendine haram eyledin. Bilmem ki, niçin kendini bu kadar harâb ettin? İlim öğrenmekten maksadın eğer dünyâ menfaatlerini top­lamak, şöhret, mevki sâhibi olmak ve müslümanlara büyüklük göster­mekse, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürükle­mişsin! Yok eğer maksadın İslâmiyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmaksa, sana müjdeler olsun! Kendine ne güzel ve ebedî istikbâl hazırlamışsın. İstik­bâl, saâdet-i ebediyyeye kavuşmaktır.

Nasîhatlerin hülâsası, özü, Allahü teâlâya kulluk ve itâat etmenin ne demek olduğunu bildirmektir. Tâat demek ve ibâdet demek, Peygambe­rimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demektir. Yâni, bütün sözle­rini ve hareketlerini O’nun emir ve nehylerine uydurmak demektir. Yâni her söylediğin ve her yaptığın, söylememen ve yapmaman, hep, O’nun emri ile olmaktır. Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yaptığın işler, eğer O’nun emrine göre değilse, ibâdet olmaz, belki günah olur. Eğer namaz ve oruç da olsa, böyledir. Nitekim, Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruç tutmanın günah ve isyân oldu­ğunu biliyorsun. Hâlbuki, oruç bir ibâdettir. Fakat, emir ile olmadığından günah oldu. Bunun gibi, başkasından zorla alınan elbise içinde veya böyle bir yerde namaz kılmak da günahtır. Hâlbuki namaz bir ibâdettir. Fakat, emirle olmayınca isyân oluyor. Bunlar gibi, bir kimsenin, nikâhlı hanımı ile her türlü oyun ve latîfeler yapması ibâdettir, yâni sevaptır. Bunun sevâbı hadîs-i şerîf ile bildirilmektedir. Hâlbuki yapılan şey oyun ve eğlencedir. Fakat emirle olduğundan sevaptır. Şu halde, ibâdet de­mek, yalnız namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmi- yetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olurlar.

O hâlde, bütün sözlerini ve bütün hareketlerini İslâmiyete uydur! Çünkü, kim olursa olsun, İslâmiyete uymayan ilimler ve çalışmalar, doğ- ru yoldan sapmaktır ve Allahü teâlâdan uzaklaşmaya sebeb olur. Pey- gamber efendimiz bunun için, eskiden kalma ilimleri ve âdetleri neshetti, değiştirdi. O hâlde, İslâmiyetin müsâadesi olmadan ağzını aç­mamak lâ- zımdır ve iyi bil ki, senin öğrendiğin ilimlerle Allah yolunda gi­dilemez. Şunu da bil ki, bu yol, kendilerine sûfî, yâni tarîkatçi ismini ve­rerek, tarî- kat büyüklerinin yolunda olduklarını iddiâ eden câhillerin, mâ­nâlarını an- lamadıkları, İslâmiyete uymayan sözleriyle de gidilemez. Bu yolda an- cak, nefisle mücâdele edenler gidebilir. Nefsin arzularını, şeh­vetlerini İslâmiyetin dışına taşırmamak lâzımdır. Laf ile gidilmez. İslâmiyette yeri olmayan sözler ve ilimler ve şehvet ile karışmış gâfil kalb, şekâvet ve felâket alâmetleridir.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “En büyük ilim olan mârifetullahın neticesi, heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden hayâ ve heybet duygusu gittiği zaman, artık onda hayır kalmaz.”

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: “Faydasız ilim, sâhibine faydadan çok zarar verir.”

Yine buyurdular ki: “Kim bir şeyin ona faydalı veya zararlı olduğunu bilmezse, cehâletini ortaya koyar.”

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmin tamamı iki şeyden ibârettir: 1) Allahü teâlâ- nın, ezelde, senin için takdir ettiği rızık için endişe etme. 2) Allahü teâ- lânın emir ve yasaklarına riâyet eyle.”

Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka’b-ül-Ah- bâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Câhil kimseler, ilimle bir- birlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sâdece övünmeleri­dir.”

Yine buyurdular ki: “İlim meclisinde bulunmanın sevâbı çoktur. İn­sanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılar­daki sevâbı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeye kal­kışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.”

Irak’ta yetişen büyük velîlerden Mâcid el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine yapılacak ve sakınılacak şeylerden soruldukta; “Kişiye, ilim olarak Allahü teâlâdan korkması yetişir. Kişiye, cehâlet olarak da kendi nefsini beğenmesi, ucb sâhibi olması kâfidir. Ucb artınca, ahmak­lık hâlini alır. Kişinin kendi ayıplarını görmesine mâni olur.” Buyurdular.

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî- de hadîs-i şerîf rivâyet ediyordu. Bu mecliste halîfe Hârûnü’r-Reşîd de vardı. Mâlik bin Enes hazretleri; “Âlim ilmini umûmdan başkasına tahsis eylese, o ilimden umûm ve havas (seçilmişler) istifâde edemez.” hadîs-i şerîfini rivâyet etti. Hârûnü’r-Reşîd insanlar arasında bu hadîs-i şerîfi yüksek sesle söyledi. Bunun üzerine hadîs-i şerîf okumak ve öğ­renmek isteyenler, mescide koştular. Mescid tamâmen doldu.

Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinden her gün evine gelip, oğlu Emin ile Me’mun’a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik hazret- leri halîfeye buyurdular ki: “Yâ halîfe, uygun olanı çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha aziz etsin! İlmi aziz ederse­niz aziz olursunuz; zelil ederseniz zelil olursunuz. İlim bir kimsenin ya­nına gitmez, o ilmin yanına gelir.”

Bunun üzerine halife İmâm-ı Mâlik’ten özür diledi ve her gün çocukla- rını İmâma göndererek ders aldırttı.

Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retlerine Hârun Reşîd, “Sana bir soru soracağım. Cevâbın için de sana üç gün mühlet veriyorum. İnsanların en âlimi ve en câhili kimdir?” dedi. Mansûr kalkıp dışarı çıktı, sonra yoldan geri dönüp geldi ve “Ey Emîr-ül-Müminîn, cevâbı dinleyiniz! İnsanların en âlimi tâat ve ibâdet et­tiği halde korkan, en câhili de isyân ettiği halde emîn olandır.” buyurdu­lar.

Hirat’ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlim, sana zarûri oldukça kazanmaya çalış, sana gerekli olmayan bilgileri elde etmeye uğraşma, zarûri bilgiyi ka­zandıktan sonra da, onunla amel etmekten başka bir şey isteme.”

İstanbul âlim ve velîlerinden. Muhammed Fethi Ali Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Hocası Kuşadalı İbrâhim Halvetî haz- retlerinin yazdığı bir mektubunda buyurdular ki: “Zâhirî ilimlerden mak- sat, îtikâdı, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdiklerine göre dü-   zeltmek, güzel ahlâkla ahlâklanıp, kötü ahlâktan uzak olmak ve sâlih ameller işlemektir. Hazerde ve seferde zâhirinizi bu bildirilenlerden ayır- mamağa çalışmalı ve bu yolda gayret göstermelisiniz?” (Mektup: 9)

Anadolu velîlerinden Muhammed Kadri Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ilimleri Molla Abdurrahmân’dan öğrendi. Molla Abdurrah- mân ondaki kâbiliyeti fark ederek sık sık; “Sakın ilmi terk etme. Şâyet terk edersen Allahü teâlânın sana verdiği bu zekâ, hâfıza ve kâbi­liyet, yarın kıyâmet günü senden dâvâcı olacaktır.” buyurdular.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma’- sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bid’atler yayı­lıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır.”

Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâ­lûm olup, emr-i ilâhîye ve şer’i Nebevî’ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâ­hir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ sûresi: 36). Allahü teâlâ doğru yola götürendir.”

İstanbul’da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İlim iki kısım­dır; biri îtikâda, biri de amele âit ilimdir. Îtikâd ile ilgili olanı, Allahü teâlâyı sıfât-ı subûtiyye ve sıfât-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller üç çe­şittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şöyle bir misâlle anla­tılır: Bir kimse çarşıdan ekmek almak istese bütün kuvvetleri ve hassa­ları ile bu işe teşebbüs eder. Ayağı ile yürür, gözü ile görür, kulağı ile işi­tir, aklı ile bilir. Hâsılı bütün âzâları ve hassaları ile hareket eder. Bunun netîcesi yemektir. Yemek ise tabiî bir iştir. Yemekte hayvanlar ile müşte­reklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve içmek için bu kadar önem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yönelişle bütün gücü ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dünyâda, insana bitmeyen bir vakit (ömür) verilmemiştir. İnsan için bir ecel (belli bir ömür) vardır. Bu ecel (ömür) de herkese nasîb değildir. Zîrâ büluğ çağına ka­dar olan zamânı saymadılar. Bir kimse büluğ çağına erse, mâzî geçmiş­tir. Artık ona hiçbir sûretle ulaşılamaz. İstikbâlin ise geleceği mâlum de­ğildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat’î olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Şeyh Muslihuddîn Tavîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, zâhir ilminde âlim olan bir kimse, gelip; “Ben bu yolu terk etmek istiyorum.” dedi. Muslihuddîn Tavîl, ona; “Hangi yolu terk etmek istiyorsun?” diye sorunca, o da; “İlim yolunu terk etmek isti­yorum.” dedi. Muslihuddîn Tavîl kızarak; “Bundan güzel yol mu vardır ki onu terk etmek istersin? İlim yolu öyle bir yoldur ki, o yola giren dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşur. Onu terk etmek, doğru yoldan ayrılmaktır.” buyurdu. Bu cevap karşısında o zât utanıp bir şey söyleyemedi. Bu sı­rada meclis- te bulunanlara; “Kâdılardan Germiyanlı Sinan Çelebi diye bir zât vardır bilir misiniz?” diye sordu. Orada hazır bulunanlardan bâzıları; “İlim ehli bir kâdıdır, yüksek derece sâhibidir. Biz onun adâletli ve yük­sek bir zât olduğunu biliriz.” dediler. Muslihuddîn Tavîl hazretleri bu­yurdu ki: “Sinân Çelebi, tasavvuf yolunu tamamlayıp, birçok yüksek de­recelere ulaştı ve kerâmetler sâhibi oldu. Zâhiren kâdılık vazifesini yü­rütüp, adâletle hük- meder, Allahü teâlânın dîninin emirlerini ve Peygam­ber efendimizin sün- netini anlatmakla meşgûl olurdu. Bâtınen nefsini tez­kiye ile mânevî saâ- detlere kavuşmağa çalışırdı. Zâhirdeki hâllerinden, bâtında olan güzel hâlleri daha çoktu. Ama sizden onun bu hâlini bilen yoktur.” Bu sözü bit- tikten sonra; “Yüksek gayret ve arzusu olan talebe, ister kâdı, ister mü- derris olsun, yüksek ve olgun bir zâta tâbi olduktan sonra, farkında ol- madan tasavvuf yolunu tamamlayıp kemâle ulaşır. Dünyevî ve dînî vazi- eler onun Hak yoluna girmesine mâni değildir. Yüksek rütbeler, gâyeye ulaşmaya perde olmaz.” buyurdu.

Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Biz ilme bir şeyi kaste­derek, niyet sâhibi olarak başlamadık. Fakat Allahü teâlâ bize iyi niyeti ihsân etti. Çünkü faydalı ilim, insanı iyi niyet ve ihlâsa kavuşturur.”

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilmini birçok âlim övmüştür. Onun için “Fakîhlerin fakîhi, âlimlerin âlimi” denilmiştir. Kendisi şöyle derdi: “Bâzan bir tek hadîs-i şerîfi öğrenmek için günlerce yolculuk ederdim.” Çünkü hadîs-i şerîfte; “İlim talebi için evinden çıkan kimse, e- vine dönünceye kadar Allah yolundadır” ve “İlim aramak için yola koyu- lan kimseye, Allahü teâlâ Cennet yolunu kolaylaştırır.” buyrulmuştu. O- nun ilmi hakkında Ali bin el-Medenî dedi ki: “Tâbiînin içinde ondan daha âlim birini bilmiyorum. O, Peygamberimizin sünneti böyle olmuştur dese, bu sana yeter!…” İmâm-ı Şâfiî: “Onun mürselleri, (Sahâbiyi saymadan bildirdiği hadîsleri), bizim için huccettir, sağlam bir delildir.” demiştir.

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ İzzeddîn bin Abdüsselâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle- ri’nin yanına, Alâeddîn Ebû Hasan ilim öğrenmeye gittiği zaman, ona da- ha çok kibrin kötülüğünü ve ilim öğrenmenin önemini îzâh etti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, bunun sebebini ise şöyle anlattı: “Ben, Şam’­daki Dı- meşk Câmiinin yanındaki odalardan birinde kalıyordum. Hava çok so- ğuktu. Gece uyurken ihtilâm oldum. Hemen kalkıp, oradaki ha­vuzdan gusl abdesti aldım. Tekrar odama gidip yattım ve uykuda iken yine ihti- lâm oldum. Dışarı çıkıp gusl abdesti aldım, odama gelip uyu­dum. Rü- yâmda bir kimse bana; “Yâ İzzeddîn! Sen ilim mi istersin, yoksa amel mi istersin?” diye sordu. Ben de; “İlim isterim, zîrâ ilim beni amele götürür.” dedim. Sabah olunca Tenbîh kitabını aldım. Çok kısa zamanda ezberle- dim ve kendimi bütünüyle ilme verdim. Böylece ilmim arttı ve ilim öğren- meye devâm ettim.

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa’bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Keşke ilmim olmasaydı. Dünyâdan tertemiz çıksaydım. Âhirete vardığımda, hiç olmazsa bu hususta hesâba çekil­mezdim.”

“Bizim kendilerine yetiştiğimiz insanlar ilmi, aklı olan ve onunla amel edecek kimselere öğretmek için öğrenirlerdi. Ama şimdi ilim tahsili ya­panlar, akılsızlar, iyi ameli olmıyanlar için ilim öğreniyorlar.”

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden te- min edilen faydadır.

Yine buyurdular ki: “Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütâlaası, hüzün ve kederi yok etmesin. İlmî mütâlaa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce duygular uyandırır.”

İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felâh bulmuş değildir. Ama ilmi tevâzu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur, kurtulur.”

İlim öğrenmek için üç şart vardır: Hocanın mehâretli, talebenin zekî olması ve uzun zaman.

İlim iki kısımdır; birincisi ilm-i edyân (naklî ilimler), din bilgileri. İkin­cisi ilm-i ebdân (aklî ilimler), fen bilgileridir.

Son asır Anadolu velîlerinden Şeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ a- leyh) ilim, irfânda yüksek bir derece sâhibi ve büyük bir velî olan Şeyh Seydâ hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. İbrâhim Ay adındaki bir kimse şöyle anlattı: “Ben Şeyh Seydâ’yı ziyârete ilk gittiğimde Pakistan’­dan bir zengin gelmiş, dört gün beklediği halde Şeyh Seydâ’yı göreme­mişti. Akşam vakti varmıştım. Sabah oldu. Şeyh Seydâ, erkenden İzmit Kağıt Fabrikasının Müdürünü çağırdı. İki memuru ile birlikte onlar içeri girince ben kapıda bekledim. İsmimle çağırılmadıkça girmemek düşün­cesindeydim. İsmimi kimseye de söylememiştim. Baktım Şeyh Seydâ’- nın oğlu Şeyh Muhammed Nûrullah ile beni; “İbrâhim Adıyamânî de gel- sin!” diye çağırtmış. İçeri girdim. Beni karşısına oturttu. Sağımda İzmit Kâğıt Fabrikası Müdürü, solumda da iki memuru vardı. Bize bîat verdi yâni talebeliğe kabûl etti. Yapacağımız vazifeleri anlattı. Ben kendi ken- dime; “Önceden duydum ki bu zât Nakşî, Kâdirî ve Rufâî yollarının ü- çünden de bîat veriyor. Bu nasıl olur?” diye düşündüm. Başımı kaldırıp yüzüne doğru bakınca, bana bakarak “Evet biz kök olarak Nakşî’yiz. Fa­kat hem Kâdirî, hem de Rufâîliği vermekle vazîfeliyiz.” buyurarak benim zihnimden geçen soruya cevap verdi.

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî’ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri: “Biz ilmin talebini, orucla takviye et­tik ve ilmin gösterdiği yolda amel ettik” ve “Kırk sene kadar dünyâ lez­zetlerinden bir şey tatmadık” buyurdular.

Talebesi İmâm-ı Şafiî, bir gün kendisine gelip hâfızasının zayıfladı­ğından bahsedince, o da günahlardan kaçınmanın lüzumunu anlattı. İmâm-ı Şâfiî bunu şu şiir ile dile getirdi:

 

“Vekî’e hâfızam zayıftır dedim,

Bana, her günahtan uzak dur, dedi.

İlim, ilâhî nurlardan bir nurdur,

Bu nûru, âsîye vermez, diye söyledi.”