DEVLET BAŞKANLARINA VE İDARECİLERE NASîHAT - kainatingunesi.com

Devlet Başkanlarına ve İdarecilere Nasihat

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retlerine devlet ileri gelenleri sık sık mektup yazarak nasihat ister­lerdi. Çünkü onlar Ahmed Rıfâî’nin büyük âlim ve evliyâ bir zât olduğunu bili- yorlardı. Bunlardan biri olan Abbâsî halîfesi Ebû Ahmed Müstencid Bil- lâh, bir adamını göndererek, Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinden nasî­hat istedi. Halîfe, Ahmed Rıfâî hazretlerine gönderdiği mektupta şöyle yazı- yordu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Emîr-ul-mü’minîn’den Seyyid Ahmed Rı- fâî’ye! Sizden nasîhat istiyorum. Çünkü ben, sizin nasîhatlarınıza çok muhtâcım. Bana yapacağınız nasîhatlar çok faydalı olacak. Allahü teâ- lânın size ihsân ettiği kıymetli bilgilerden bana yazınız. Çünkü siz, Allahü teâlânın mânevî lütuflarına mazhar olan bir zâtsınız. Bana ve bütün müs- lümanlara duâ ediniz.”

Seyyid Ahmed Rıfâî, mektubu okuduktan sonra; “Ne diyeyim! Eğer nasîhate gücüm yetmez desem, riyâ olur. Eğer gücüm yeter desem, hoş bir şey olmaz. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil-azîm.” dedi. Sonra kâğıt istedi. Talebelerinden Ahmed bin Abdülmuhsin Tarrî’ye şöyle yaz­dırdı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Onun Resûlüne salât ve selâm olsun. Nasîhat isteyen mektubunuz bana ulaştı. Peygamber efendimiz; “Din nasîhattir, din nasîhattir, din nasîhat­tir.” buyurdu. Eğer bu hadîs-i şerîf olmasaydı, sana bu nasîhati yapmaz­dım. Çünkü, senin gibi insanlara nasîhat için iki şart lâzımdır: 1) Nasîhat edenin ihlâslı olması, 2) Amel etmek şartıyla, din kardeşinin yaptığı nasîhatı kabûl etmek.

Ey müminlerin emîri! Resûlullah’ın sünnetine tâbi olarak, Allahü teâlânın emirlerini nefsinde yaşar ve Allah’ın emirlerine saygı gösterir­sen, insanlar da senin memurlarına saygı gösterirler.

Ey emîr! Bizans Kayserinin ve mecûsî sultanlarının memleketlerin­deki kuvvetlerine bakma. Onlar câhil oldukları için, hakdan uzaklaşıp, dünyâlıklara yöneldiler. Onlar ölünceye kadar dünyâ muhabbeti ve ar­zusu ile yaşadılar. Emri altında olanlara, yumuşaklıkla iyi muâmele et­mediler. Onlara güç gelecek işler emrettiler.

Ey müminlerin emîri! Sana gelince; sen, müslümanların malını, ca­nını ve memleketlerini muhâfaza et. Her işinde Allahü teâlâdan kork. Her hâlinde Peygamber efendimizin emrine uy. O zaman, Allahü teâlânın himâyesinde, Resûlullah’ın gölgesinde olur, sözü geçerli biri olursun. Allahü teâlâ meleklerden olan ordularını sana yardımcı gönderir.

Ey müminlerin emîri! Bu dünyâda, yiyecek, içecek ve giyecek şey­lerden her gelene dikkat et. İnsanlara zulm etmekden sakın. Şeytan seni aldatıp zulme yönelttiği zaman, nefsine; “Şâyet zulmedilen, hapsedilen, kahredilen, iftirâ edilen sen olsaydın, kendin için sultandan ne isterdin?” diye sor. Kendine nasıl muâmele edilmesini istiyorsan, insanlara öyle muâmele et. Çünkü sen böyle yaparsan, adâleti ve insanlığın îcâbını ye­rine getirmiş olursun. Şunu iyi bil ki senin mülk ve devletin, Allahü teâlâ- nın mülküne göre pek azdır. Sen ve senin mülkün, Allahü teâlânın mül- küdür.

Ey müminlerin emîri! Senin dünyâda nasîbin; seni gölgeleyecek mik- dârda gölge, seni örtecek kadar elbise, seni doyuracak kadar yiye­cek, mallarından sana âit olan mikdârdır. Sen, Allahü teâlânın emirlerine riâ- yet etmek sûretiyle, O’na karşı olan edebi gözetirsen, Allahü tealânın lü- tuf ve ihsânlarına kavuşursun. Allahü teâlânın emrine uymaz, mahlûk­larına zarar verirsen, zâlim olursun.

Ey müminlerin emîri! Şunu iyi bil ki, sultanların ordusu, adâlettir. Bek- çileri, yaptıkları işlerdir. Hâllerini bildiren defterleri ise, emri altında çalı- şanlar ve arkadaşlarıdır. Bu defterler, halkın gözü önündedir. Onun için bu defterleri ıslâh et, muhâfazasını sağlam yap, ordunu kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle berâber ol. Katı kalbli, zâlim ve dalâlette olan, sapık kimselerden uzak dur. Çünkü böyle kimseler, senin düşmanların­dır. İşlerini, kadınların, gençlerin ve mürüvvetsiz kimselerin eline verip, onların oyuncağı hâline getirme. Çünkü onlar işleri karıştırır, kötü bir şe­kilde sonuçlanmasına yol açarlar.

Bir işi yapmak istediğin zaman, insaflı ve adâletli ol ki, hakkı olma­yan birine o işi teslim etmeyesin. Allahü teâlâyı zikret. Kendini haksızlık yap- maktan uzak tut. Çünkü bulunduğun makam, hak üzere bulunulacak, hak üzere yürünülecek bir makamdır. Kızdığın zaman affa sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâ- tadan daha iyidir.

İşlerinde, dindâr, hikmet ehli, din gayreti bulunan kimseleri seç. On­lar arasından da, tabiat bakımından güzel, akıl bakımından olgun, gö­rüşü ve konuşması iyi, delîli sağlam olanlarını seç. Allah ve Resûlünü en iyi bilen kimseleri seç. Adâlet husûsunda, iyi veya kötü, mümin veya kâ­fir, herkese eşit muâmele et. Dînin ve din ehlinin, âlimlerin hakkını gözet. Vefât edip Rabbine kavuştuğun zaman, âkıbetinin iyi olmasına vesîle olacak işleri yap.”

İstanbul’un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşem- seddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektubunda Fâtih Sultan Mehme- d’e şöyle nasihat etmektedir: “Bir dünyevî râhat ve cismânî lez­zete, bir de uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü hayat tarzı vardır. Birincisi ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifât etme. Esâsen peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil, cefâlar ve müşkil- ler lâyıktır. Sen de onların yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy… Sen herhangi bir insan gibi değilsin, memleketin durumu, senin durumu- na bağlıdır. Bedende görünen her şey ruhun eseri olduğu gibi, memle- kette meydana gelen şeyler de Fâtih’in eseri olacaktır. Çünkü be­dene oranla ruh ne ise, memlekete oranla sultanlar da aynı şeydir.”

Tâbiînin büyüklerinden, velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Re- bâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Halîfe Abdülmelik’in, hac için Mekke’ye geldiğini duyup, onunla görüşmek istedi. Bu görüşmeyi Esmâî şöyle anlatır: “Halîfe Abdülmelik, devletin ileri gelenleriyle birlikte oturu- yorlardı. O sırada Halîfeye, Atâ bin Ebû Rebâh’ın içeri girmek iste­diğini haber verdiler. Bunu duyan Halîfe hemen ayağa kalkarak, Atâ haz­retlerini karşıladı. Elinden tutup, yanına oturttu. Hâlini hatırını sorup, gön- lünü aldı. Ziyâretinin sebebini sordu. Bunun üzerine; “Ey müminlerin Emîri! Mescid-i Harâmın ve Mescid-i Nebînin bakım ve tâmiri hakkında Allahü teâlâdan kork, bu hususa çok ehemmiyet ver.” diye tavsiyede bulununca, Halîfe; “Bu tavsiyenizi yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağım.” dedi. Atâ hazretleri tekrar şu nasîhatı yaptı: “Eshâb-ı kirâ­mın evlâdına iyi muâmele et. Onları incitme. Çünkü sen, onların vâsıta­sıyla bu makâma gelebildin. Emrin altında bulunanların durumlarını da gözet. Sınır boylarında düşmana karşı nöbet bekleyen müslümanlar hakkında da Allahü teâlâdan kork. Çünkü onlar düşmana karşı müslü- manların kal’asıdır. İhtiyaçlarını gider. Onları unutma. Sonra müslüman- ların işlerini, hâllerini yokla araştır. Çünkü sen bunlardan mes’ûlsün. Kapında emrin altında bulunanlar hakkında da Allahü teâlâdan kork, onların hâllerinden habersiz olma. Kapıyı kilitleyip, onları kapı dışında bırakma.” Atâ bin Ebû Rebâh hazretleri nasîhatını yapıp, bitirdikten sonra, gitmeye hazırlanırken, Halîfe; “Ey Ebû Muhammed! Bütün buyur- duklarını yapacağım. Fakat hep başkasının ihtiyâcından söz ettin. Sizin hiç ihtiyâcınız yok mu?” diye sorunca; “Ben, dileklerimi, her şeyin sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlâya arz eder, O’ndan isterim. Bu­rada size, müslümanların ihtiyaçlarını dile getirdim.” deyince, Abdülmelik; “İşte şeref ve üstünlük budur. Zâten seni yükselten de bu hâlindir.” dedi.

Meczûb. Hak âşığı. Çok tanınmış evliyâdan Behlül-i Dânâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyururdu ki:

 

ÖLÜM BİR NASÎHATTİR

 

Hârun Reşid devrinde, yaşayan velî bir zât,

Aslen Kûfeliyse de, Bağdat’ta sürdü hayat.

 

Hârûn Reşîd bu zâtı, kıymetli tutuyordu,

Nasîhatları ile, ferahlık duyuyordu.

 

Bir gün onu görünce, dedi ki: “Beni dinle,

Görüşmek istiyordum, çok zamandır seninle.”

O, oralı olmayıp, etmedi hiç iltifât,

Dedi: “Öyle bir arzu, olmadı bende fakat.”

 

Kızmadı Hârûn Reşîd, cevâbına Behlül’ün,

Dedi: “Biraz nasîhat, etsene bana bu gün.”

 

Buyurdu: “Ey hükümdâr, ne diyeyim ben sana,

Bir şu sarayına bak, bir de şu kabristana.

 

Bundan ibret almayan, başka neden alır ki,

Ölümden daha büyük, nasihatçı var mı ki?

 

Ey emîrel müminin, nolacak senin hâlin?

Huzûr-u ilâhîye, çıkarsın sen de yârın.

 

İşlediğin her işten, soracaklar sana hep,

Onlara verilecek, cevâbın var mı acep?

 

O gün çıkar meydana, çok perişan olduğun,

Başka ne nasîhati, istiyorsun ey Hârun?”

 

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus ziyârete gelmişti. Mevlânâ hazretleri ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sul- tan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; “Mevlânâ hazretleri bana nasîhatte bulunsun.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Sana ne nasîhat ve- reyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk edi­yorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allahü teâlâ seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.” buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe et- ti ve; “Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı göste- riyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et.” dedi ve pişmanlıkla ora- dan ayrıldı.

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden Abbâsî Halîfesi Hârûn Reşîd bir ara nasihat istemişti. Bu­nun üzerine Ebû Yûsuf hazretleri; “Allahü teâlâ müminlerin emîrine uzun ömür, nîmet, haysiyet ikrâm edip, şeref ve izzetini yükseltsin! Ona ihsân ettiği dünyâ nîmetlerini, bitmeyen, tükenmeyen âhiret saâdetlerine ve Resûlullah efendimize kavuşmaya vesîle kılsın…

Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ sana öyle bir vazîfe verdi ki, se­vâbı sevâbların en büyüğü, cezâsı da cezâların en büyüğüdür. Allahü teâlâ seni bu ümmetin işlerine memur etti. Bu vazîfenin başına geçtikten sonra artık sen, idârelerini emânet aldığın insanlar sebebiyle imtihâna çekildin. Onların işlerini üzerine alarak ömrünü tüketmeye başladın. Binâ; adâlet ve doğruluk temelleri üzerine kurulup, işler adâlet ve doğ­rulukla yürütül- mezse, Allahü teâlâ o binânın temellerini bozar, yapanla­rın ve yardımcı olanların üzerlerine yıkar. Bu bakımdan Allah’ın sana ih­sân ettiği vazîfe- lerini ihmâl edip, hakların zâyi olmasına sebeb olma! Çünkü bir işi yap- maya güç kuvvet veren Allahü teâlâdır.

Bugünün işini yarına bırakma, yoksa işleri ve hakları zâyi edersin. İstekler bitmeden ecel gelir çatar. Ecel gelip çatmadan sâlih amel işle. Çünkü ölüm gelince, amel yapılmaz. Çobanlar sâhiblerine karşı sürüle­rinden sorumlu olduğu gibi idâreciler de, idâre ettiklerinden Allahü teâ- lâya hesap vereceklerdir. Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bu vazi­fede bir saat bile kalsan hakkı yerine getir. Çünkü âhiret gününde Allah indin- de idârecilerin en mesûdu, tebeasını mesûd eden idârecidir.

Doğruluktan ayrılma, yoksa idâre ettiğin kimseler de doğruluktan ay­rılır. Nefsin isteğine göre emir vermekten ve kızgınlıkla iş görmekten sa­kın. Biri âhiret ile diğeri dünyân ile ilgili iki işle karşılaştığın zaman, âhiret işini tercih et. Çünkü dünyâ fânî âhiret bâkîdir. Allah korkusuyla titre, Al­lah’ın emirlerinde insanlara farklı muâmele yapma. Allahü teâlânın emir- lerini yapmakta hiç bir kınayıcının kötülemesinden korkma!

Dâimâ temkinli ol. Temkinli olmak dil ile değil kalb iledir. Azâbından korkarak ve rahmetini umarak Allahü teâlâya sığın. Sığınmak ve korun­mak, korku ve ümid iledir. Kim Allah’a sığınırsa Allah onu korur. Dâimâ doğru yol iyi bir âkıbet, hakka ulaştıracak sağlam bir gidiş üzere ol. Zâyi olmayacak bir iş ve herkesin gideceği âhiret için çalış. Çünkü varılacak bu yer, kalblerin hopladığı, bahânelerin son bulduğu yerdir. O gün bütün mahlûkât, Allah’ın huzûrunda baş eğer ve zillet içinde dururlar. Onun hükmünü beklerler. Azâbından korkarlar. Sanki her şey olmuş bitmiş gi­bidir.

Kıyâmet gününü bilip de amel etmeyenin, o gün çekeceği hasret ve duyacağı pişmanlık bitmez. Öyle bir gündür ki, o gün ayaklar kayar, renkler değişir, duruş uzar, hesap çetin olur…

O ne korkunç bir ayak kayması! O ne fayda vermez bir pişmanlıktır! Bu hayat gece ve gündüzün yer değiştirmesinden ibârettir. Durmadan biri diğerinin peşini takibediyor. Gece ve gündüz (zaman) her yeniyi es­kitir, her uzağı yaklaştırır, vâd edilmiş olan her şeyi getirir. Allah herkesi ona göre cezâlandırır. Allah’ın hesâbı çabuktur. Öyleyse Allah’tan kork, sakın! Çünkü ömür az, iş mühim, dünyâ ve dünyâdakiler fânîdir. Âhiret ise devamlı kalma yeridir. Mahşer günü, haddi aşanların yolunu tutmuş olarak Allah’ın huzûruna çıkma! Şunu iyi bil ki, kıyâmet gününün hâkimi olan Allahü teâlâ, kullarına mevki ve makamlarına göre değil, amellerine göre hükmedecektir. O halde dikkatli ol. Çünkü sen boşuna yaratılmadın ve başı boş bırakılmayacaksın. Şüphesiz yaptıklarından hesâba çekile­ceksin. Nasıl cevap vereceğini düşün. Bil ki, kıyâmet günü insanoğlunun ayakları, Allah huzûrunda hesâba çekildikden sonra kayacaktır.

Resûlullah efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdu: “Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır. Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl ka­zandı ve nerelere harcetti. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı.”

“Her kim bana bir defâ salâtü selâm getirirse, Allah ona on salâtü selâm sevâbı verir ve on tâne günâhını affeder.”

“Şüphesiz hayır, bütün kısımları ve taraflarıyla Cennet’tedir. Şüphe­siz şer de bütün kısımları ve taraflarıyla Cehennem’dedir. Biliniz ki, Cen­net sevilmeyen şeylerle çevrelenmiş, Cehennem de şehvetlerle çevre­lenmiştir. Bir kimseye nefisce sevilen kötülük perdelerinden birisi açılır da ona sabrederse Cennet’e yaklaşır ve Cennet ehlinden olur. Yine bir adama şehvet ve hevâ perdelerinden biri açılır da ona yaklaşırsa ateşe yaklaşır ve Cehennem ehlinden olur. Haydi, ancak hak ile hükmedilecek bir gün için hak ile amel ediniz. Böyle yaparsanız hak menzillerine koş­muş ve konmuş olursunuz.”

“Benim sözümü işitip de, duyduğu gibi nakleden kimsenin Allah yü­zünü ak etsin. İlim yüklenip nakleden nice kimseler vardır ki, âlim değil­dir. Nice âlim kimseler de vardır ki, duyduklarını kendilerinden daha âlim olanlara naklederler. Üç haslet vardır ki, mümin kişinin kalbi onlarda al­danmaz, yâni kötülüğe sapmaz. Yaptıklarını Allah için yapmak, müslü- manların âmirlerine doğruca nasîhat etmek, cemâate devâm et­mek. Zîrâ cemâatin duâsı, ferdi kötülüklerden korur.”

Ey müminlerin emîri bu suâllerin cevâbını hazırla! Çünkü bu gün amel defterine yazılan, dünyâda işlediğin her şeyden yarın âhirette sana okunacak, sorulacaktır. İşlediğin her şeyin şâhitler huzûrunda açığa çı­karılacağı günü hatırla!

Ey müminlerin emîri, korunması emredilen şeyi koru, bakıp gözetil­mesi emredileni de gözet. Bu vazîfeleri Allah rızâsı için yapmanı tavsiye ederim.

Eğer bunları yapmazsan yürünmesi kolay olan yol zorlaşır. Gözlerin etrafı görmez olur, alâmetler, işâretler ortadan kalkar, gerçekler kaybo­lur. O geniş yol sana daralır… Nefsine karşı koy… Emrinde olanların za­rar ve telefine sebeb olma. Yoksa Allah onların haklarını senden alır. Sen de kendi hak ve sevâbını kaybedersin… Allah’ın, idâresini sana emânet ettiği kimselerin, tebeanın işlerini unutmazsan, sen de unutul­mazsın. Onlardan ve haklarından gâfil olmazsan, sen de aldatılmazsın. Şu fânî dünyâda kalbin ve dilin, Allah’ı zikretmekten, O’nun resûlüne salât ve selâm getirmekten nasîbini alsın…

Ey müminlerin emîri! Sana verilen nîmetleri iyi koru ve iyi muamele et. Nîmetlerin şükrünü yap ve artmasını iste. Allahü teâlâ Kur’ân-ı ke­rîm- de meâlen; “Eğer şükrederseniz nîmetlerimi arttırırım ve eğer nan­körlük ederseniz şüphesiz azâbım çok şiddetlidir.” (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.

Allahü teâlâ indinde ıslahdan daha sevgili ve fesattan daha kötü ve sevimsiz bir şey yoktur. Günahları işlemek nîmetlere karşı nankörlüktür. Nîmete nankörlük edip de buna tövbe etmeyen milletler, kavimler izzet ve şereflerinden mahrum olurlar ve Allah onlara düşmanlarını musallat kılar.

Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ sana ihsân ettiği şeylerde, seni kendi nefsine uymaktan muhâfaza etsin. Sevgili kullarına ihsân ettiği nî­metleri sana da ihsân etmesini dilerim…”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü’l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Sultan Mahmûd Gaznevî Han “Bana nasîhat ediniz ” deyince “Şu dört şeye dikkat et. Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster.” dedi. Sultan Mahmûd; “Bana duâ buyurun.” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Ey Mahmûd, âkı­betin makbûl olsun.” dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan, sul­tânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ek­mekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız.” dedi. Sultan, Ebü’l-Hasan’ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü’l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.

Sultan Mahmûd giderken, Ebü’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan do­layı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyo­rum.” dedi.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kapısına Emîrül-müminîn Hârûn Reşîd ile Vezîri Fadl Ber- mekî geldiler. O, Kur’ân-ı kerîmdeki meâlen; “Günah işleyenler, ken­dilerini îmân edenlerle bir tutacağımızı mı sanıyorlar?” (Câsiye sûresi: 21) âyet-i kerîmesini okuyordu. Hârûn Reşîd; “Nasîhat istersek, bu bize yeter.” dedi. Kapıyı çaldılar. Fudayl; “Kim o?” deyince; “Emîrül-müminîn.” dediler. Bunun üzerine; “Emîrü’l-müminînin benim yanımda ne işi var ve benim onunla ne işim var? beni meşgûl etmeyiniz.” dedi. Vezîri; “Ulûl-emre, halîfeye itâat vâcibtir…” deyince Fudayl bin İyâd yine; “Beni meş­gûl etmeyiniz.” buyurdu. Vezir; “Müsâdenle mi girelim, yoksa zorla mı?” dedi. “Müsâdem yok, ama zorla girecekseniz, siz bilirsiniz.” buyurdu. Hâ­rûn Reşîd içeri girdi. Fudayl, kimsenin yüzünü görmemek için kandili söndürdü. Karanlıkta Hârûn Reşîd’in eli Fudayl’ın eline değdi. Fudayl; “Bu el ne yumuşaktır, Cehennem’den kurtulursa…” buyurunca, Hârûn Reşîd ağladı ve nasîhat olacak bir söz daha söylemesini istedi. O şöyle buyurdu: “Senin büyük baban hazret-i Abbâs, Peygamber efendimizin amcasıydı. Peygamberimize; “Beni bir kavme emir (başkan) yapınız.” demişti. Peygamberimiz de; “Ey amcam! Seni nefsin üzerine emir ettim.” yâni nefsinin Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle meşgûl olması, insanların bin senelik tâatından iyidir, buyurdu. Çünkü; “Bir emirlik (başkanlık) kı­yâmette pişmanlıktır.” buyurmuştur. Hârûn Reşîd; “Biraz daha söyle.” dedi. O yine; “Ömer bin Abdülazîz’i halîfe yaptıkları zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Kab’ı çağırdı ve; “Ben bu işe düştüm, kurtuluş çârem nedir?” diye sordu. Onlar da; “Yarın kıyâmet gününde azaptan kurtulmak istiyorsan, müslümanlardan yaşlıları baban yerine koy, gençleri kardeş kabûl eyle, çocukları da kendi çocukların gibi düşün! Kadınları ise kız kardeşin ve annen kabûl eyle. Onlara babana, annene, kardeşine ve çocuklarına yaptığın gibi muâmele eyle!” dediler.”

Hârûn; “Biraz daha söyle.” deyince yine; “İslâm ülkesi senin evin gi­bidir. İnsanları ev halkın gibidir. Babalarına lütufla, kardeşlerine ve ço­cuklarına iyilikle muâmele eyle!” buyurdu. Sonra devâm ederek; “Korka­rım şu güzel yüzün ateşle yanar ve çirkinleşir. Güzel yüzlerden niceleri Cehennem’de çirkinleşir ve emirlerden (başkanlardan) niceleri orada esir olur.” buyurdu.

Hârûn; “Biraz daha söyle.” dedi ve hüngür hüngür ağlayıp feryâd etti. Fudayl hazretleri; “Allahü teâlâdan kork ve O’na ne cevap vereceğini düşün cevaplarını şimdiden hazırla! Çünkü kıyâmet günü, Allahü teâlâ sana müslümanların hepsinden tek tek soracaktır. Hepsi için adâlet iste­yecektir. Eğer bir gece bir ihtiyar kadın, evinde bir şey yemeden yatarsa, yarın senin eteğine yapışır ve sana hasım (düşman) olur.” buyurdu. Hâ­rûn Reşîd, ağlamaktan kendinden geçti.

Sonra Hârûn Reşîd, Fudayl bin İyâd’a; “Birisine borcun var mıdır?” dedi. O; “Evet, Allahü teâlâya borcum var. O da itâattır, huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay hâlime.” buyurdu. Hârûn Reşîd; “İnsanlara borcun var mı demek istiyorum.” dedi. “Allahü teâlâya şükür olsun ki, bana çok nîmetler verdi, hiç şikâyetim yoktur.” buyurdu. Bunun üzerine Hârûn, onun önüne bin altın koyup; “Bunlar helâldir. Annemin mîrâsındandır.” dedi. Fudayl hazretleri; “Bütün bu nasîhatlerimin sana hiç faydası ol­madı.” buyurdu ve yanından kalkıp gitti. Hârûn Reşîd de çıkıp gitti. İsmi anıldığında, Hârûn Reşîd; “Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert kimsedir.” derdi.

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yaşadığı dönemde Selçuklu sultanı olan Sultan Sencer; Ehl-i sünnet îtikâdında, dînine bağlı ve bid’atleri reddeden bir pâdişâhtı. Uzun müddet tahtta kalmış olup ilme ve ulemâya çok hürmet eder, kendisi de ilimle meşgûl olurdu. O zama­nın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine hased edenler, İmâm-ı A’zam’ın aleyhinde bulunuyor diye iftirâ ederek, Sultan Sencer’e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî’yi ya­nına dâvet edip, görüşmek istediğini bildirdi. Durum İmâm-ı Gazâlî’ye iletilince bâzı mâzeretlerini bildirerek gitmedi. Sultan Sencer’e mâzeretini bildirmek ve nasîhat etmek üzere bir mektup gönderdi. Bu mektubun tercümesi şöyledir: Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâmı, İslâm beldesinde mu­vaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlı­ğının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.

Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenâb-ı Hakk’ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yer yüzünün bütün beldeleri, vilâyet­leri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedî pâdişâhlığa (saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdaldir.” bu­yurdu. Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazana­cağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak de­receye varmıştır.

Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan top­rak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâkî kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz.

Beni yanınıza dâvet etmiş bulunuyorsunuz. Benim hâlim şudur: Elli üç senelik bir ömür yaşamış bulunuyorum. Bunun kırk senesi, ilim öğ­renmek ve öğretmekle geçti. Yirmi senem, Sultan-ı Şehîd’in (Melikşah’ın) saltanâtı zamânında geçti. Sultan Melikşah’tan İsfehan’da ve Bağdât’ta bulunduğum sıralarda pekçok iltifât ve ikrâm gördüm. Çok defâ mühim işlerde, Emîr-ül-müminîn ile onun arasında elçilik vazifesi yaptım. Din ilimlerinde, yedi yüz kitap yazmaya muvaffak oldum. Yâni dünyânın her türlü saâdetini gördüm. Fakat hepsini terk ettim. Bir müddet Beyt-i Mukaddes’te (Kudüs’te) kaldım. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın mübâ­rek türbesinde ahdettim, bundan sonra hiçbir sultânın yanına gitmeye­ceğim ve hiçbir sultândan en ufak bir şey kabûl etmeyeceğim. Münâza­rayı terk edeceğim dedim. On iki seneden beri bu ahdimde durdum. Bu bakımdan, sultanlar beni bu hususta mâzûr gördüler.

Şimdi beni huzûrunuza çağırdığınıza dâir bir haber almış bulunuyo­rum. Emre itâat olsun diyerek, Mûsâ Rızâ hazretlerinin mübârek türbe­sine kadar geldim. İbrâhim aleyhisselâmın mübârek makâmında yaptı­ğım ahdi bozmamak için, ordugâha kadar da geldim. Bu türbede, kabrin başucunda diyorum ki: “Ey Resûlullah’ın torunu, sen şefâatçi ol ki, Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâm’ı (Sultan Sencer’i), dünyâ sultanlığında babaların­dan daha ileri gitmeye muvaffak etsin. Âhiret sultanlığında, saâdetinde ise, Süleymân aleyhisselâmın derecesine eriştirsin. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın makâmında yapılan ahde hürmet etmesi için muvaffaki­yet versin. Gönlünü Hakka çevirip, halkı bırakan bir kimsenin (İmâm-ı Gazâlî’nin) kalbini perişân eylemesin.”

İnanıyorum ki, hakkınızda böyle duâ etmem, Hak teâlânın dergâ­hına yüz tutmam, resmî olarak yanınıza gelmemden daha faydalıdır. Eğer bunu kabûl etmeyip, gelmem için bir fermânınız olursa, emre itâatın lâzım olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı kabûl etme yolunu seçerim.

Allahü teâlâ, dilinize ve gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhafaza etsin… Vesselâm.”

Bu mektup Sultan Sencer’e ulaşınca, mâdem ki Meşhed’e gelmiş, ordugâhımıza az bir mesâfe var. Oradan gelmek güç bir iş değildir diye­rek, gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî, Sultan Sencer’in yanına geldi. Huzûruna girince ayağa kalkıp, İmâm-ı Gazâlî’yi karşılayıp kucakladı. Sonra da kendi tahtına onu oturttu. Çok hürmet gösterdi. İmâm-ı Gazâlî oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebe­sine, Kur’ân-ı kerîmden bir miktar oku buyurdu. Talebesi de meâlen; “Allah kuluna kâfi değil mi?” buyurulan, Zümer sûresi 36. âyetini oku­yunca, İmâm-ı Gazâlî “Evet” dedi. Daha sonra söze başladı. Sultâna karşı şöyle konuştu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Kurtuluş an­cak müttekîler, takvâ sâhibi olanlar içindir. Düşmanlık da ancak zâlimle­redir. Mülk-i İslâm bâkî olsun. İslâm âlimlerinin âdeti şöyledir: İslâm me­liklerinin huzûruna girdiklerinde; duâ, senâ, nasîhat ve bir ihtiyâcın gide­rilmesi husûsunda konuşma yaparlar.

Duâ hususunda evlâ olan, gece karanlıklarında Hak teâlâya gizlice münâcaat etmek, yalvarmaktır. Çünkü insanlar arasında yapılan duâ­larda riyâ, gösteriş ihtimâli var. Hâlis olmayan böyle dualar, Hak teâlâ in­dinde müstecâb değildir. Bu huzûrda medh ve övgüde bulunmak da ri­yâkârlıktan uzak değildir. Yükseklik ve ışık bakımından, güneşin par­makla gösterilip, övülmeye ihtiyâcı yoktur. Güzellik kemâle ulaşınca, övenlerin pazarını bozar, bunların eli boş kalır.

Medih ve senâdan maksad ise bir işi yükseltmektir…

Bu dört husustan en mühim olan, nasîhat ve ihtiyâcı gidermektir.

Nasîhat berâtı, izni, Risâlet kaynağından alınan yüce bir mertebedir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Size iki vâiz (nasî- hatçı) bıraktım, biri susar, biri konuşur. Susan nasîhatçı ölümdür. Konu- şan ise Kur’ân’dır.” Dikkat et, susan nasîhatçı ölüm, lisân-ı hâl ile ne söy- lüyor ve konuşan nasîhatçı ne söylüyor? Susarak, hâliyle nasîhat eden ölüm diyor ki:

Ben, her canlıyı pusuda beklemekteyim. Zamânı gelince âniden pu­sudan çıkıp yakalayıveririm. Eğer benim herkes için yapacağım muâ­melenin bir benzerini görmek isteyen varsa; pâdişâhlar, kendilerinden önce gelip geçmiş pâdişâhlara, emîrler de, vefât etmiş geçip gitmiş emîrlere baksınlar. Melikşâh, Alparslan, Çağrı Bey toprak altından hâlle­riyle şöyle nidâ ediyorlar:

“Ey Pâdişâh, ey gözümüzün nûru, bizim nerelere sevkedildiğimizi ve ne korkunç işler gördüğümüzü sakın unutma! Emrinde bulunanlardan biri aç iken, aslâ bir gece bile tok uyuma! Biri çıplak iken, sen istediğin gibi giyinme! Şöyle vasiyet ederler: Benden bir kelime kabûl et, bu; “La ilâhe illallah”dır. Bunu dâimâ dilinde tut, yalnız kaldığın zaman söylemeyi aslâ unutma. Asıl îmân, bunu söylemekle istikrâra kavuşur. Buyruldu ki: “Îmân, suyunu tâatdan alır. Kökü adâlet ile, devamı Hakkı zikretmek ile kâimdir.” Bunların hepsini yapıp âhiret azâbından kurtulursan da, kıyâ­mette suâlden kurtulamazsın. Hadîs-i şerîfte; “Herbiriniz çobansınız ve herkes emri altında bulunanlardan mesûldür…” buyruldu.

Ey Pâdişâh! Hak teâlânın hak nîmetini edâ eyle ki, nîmet; doğru îmân, doğru îtikâd, güler yüz ve güzel ahlâktır ve iyi amellerdir. Bunlar­dan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri hediye-i ilâhîdir. Mâdem ki Allahü teâlâ bu nîmetleri sana ihsân etmiş, sen de dördüncüden, iyi amel etmekten kendini mahrûm etme ki, küfrân-ı nîmet etmiş olmayasın ve ey ayakta duran emîrler! (vezîrler, kumandanlar!) Eğer devletinizin mübârek ve dâimî olmasını istiyorsanız, nîmetin kadrini biliniz. Nîmeti, felâket ve bedbahtlıktan ayırd ediniz. Biliniz ki; sizin bu Horasan melîkinden başka, göklerin ve yerlerin mâliki olan başka bir pâdişâhınız vardır. Yarın kıyâ­mette, herkesi hesâba çekecek ve “Benim nîmetimin hakkını nasıl elde eylediniz, nasıl yerine getirdiniz?” buyuracak. Meliklerin kalbleri, Allahü teâlânın hazîneleridir. Rahmet, azâb ve cezâya dâir yeryüzünde her ne vukû bulsa, meliklerin gönülleri vâsıtasıyla olur. Allahü teâlâ, kendi hazî­nemi size emânet ettim. Sizin dilinizi o hazînenin kilidi yaptım, korudunuz mu? Yoksa emânete ihânet mi ettiniz? diye soracak. Hazîneye ihânette bulunan, bir mazlûmun hâlini pâdişâhtan gizliyendir.

Bir ihtiyâcın arz edilmesine gelince, benim bir umûmî, bir de husûsî olmak üzere iki hâcetim vardır. Umûmî olan şudur: Tûs ahâlisi sıkıntı içindedir. Soğuk ve susuzluktan mahsûller tamâmiyle mahvolmuştur. Onlara acı! Hak teâlâ da sana acısın. Açlık dert ve belâsıyla müminlerin boynu ve belleri kırıldı…

Husûsî hâcetim ise şudur: Ben, on iki seneden beri halktan uzak­laşmış, bir köşeye çekilmiştim. Sonra Fahr-ül-mülk, Nişâbûr Medresesi müderrisliğini kabûl etmem için ısrâr etti. Ben ona; “Bu zaman, benim sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve duvar bile aleyhine geçer.” demiştim. Bugün ise iş o raddeye gelmiş ki, işitmiş olduğum sözleri rüyâda görseydim, karışık rüyâdır derdim. Bunların aklî ilimler ile alâkalı olanlarında eğer bir kimsenin îtirâzı varsa, buna şaşıl­maz. Çünkü benim sözlerimde, herkesin anlayamayacağı gibi mânâlar çoktur. Bununla berâber ben, kime olursa olsun herhangi bir sözümü açıklayıp isbât edebilirim. Böylece meseleyi açıklığa kavuştururum. Bu gâyet kolaydır. Fakat, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin aleyhinde bulunmu­şum diye söz söylüyorlarmış. İşte buna aslâ tahammül edemem. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben, Ebû Hanîfe’nin ümmet-i Muhammed ara­sında, fıkıh ilminin inceliklerinde ve mânâsında en büyük âlim olduğunu kesin olarak kabûl etmekteyim. Her kim ki, bu söylediğimin tersine bir sözüm olduğunu veya bir şey yazdığımı söylerse o yalancıdır.

Sizden şunu isterim ki; beni, Nişâbûr’da, Tûs’da ve diğer bütün şe­hirlerde ders verme işinden affediniz. Kendi hâlimde kalayım. Bu zaman, benim sözlerime tahammüllü değildir vesselâm.”

İstanbul’u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Edirne’den ay­rılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi: “Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâ- hiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve al­çak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu mese­lede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benim­serler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.

“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansın­lar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğ­ret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yu­muşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimesye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”

Tâbiînin ve devrindeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının halîfesi Ömer bin Abdülazîz haz­retlerine yazdığı mektupta dünyânın boş olduğunu şöyle anlattı: “Şüphe­siz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helâk eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvî ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse ya­rasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşme­mek için çektiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helâk ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu hususta dalgın­dır. Ona düşkün olan, ondan dünyâlık elde eder. Fakat aşırı giden alda­nır, âhirete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.

Dünyâya düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın.

Ey müminlerin emîri! Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müd­detçe, sevinçli ol. Yoksa, ne kadar üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindi­rirse, sonunda mutlaka beğenilmeyen bir şey vardır. Dünyâda sevinen aldanmıştır. Bugün faydalı görünen dünyâ yarın zarar verir. Dünyâda, ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu yok olmaya gider. Onun sevinci hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli olmaz ki, beklenip tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri boştur. Onun iyiliği kederdir. Eğer iyi düşünürse, Âdemoğlu, onda her an tehlike ile karşı karşıyadır. İnsan, rahatlık hâlinde de, musîbet zamânında da, tehlikeli durumlara düşmemeye gayret göstermelidir. İnsana öleceğini Allahü teâlâ ve peygamberleri aleyhimüsselâm, bildirmemiş olsa bile, dünyâ onu uykudan mutlaka uyaracaktır. Bununla beraber, yine Allahü teâlâ- dan azâb ile korkutan, Cennet ile müjdeleyen rehberler geldi. Allahü teâlânın indinde dünyânın zerre kadar kıymeti yoktur. Resûlullah efen­dimize dünyâ hazîneleri arz olundu da, O kabûl etmedi. Verilmiş olsaydı bile, Allahü teâlânın nezdindekinden sivrisinek kanadı kadar bir şey ek­silmezdi. Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılan­lar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâ­yet edilir: “Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, (Bu cezâsı çabuklaştı­rılmış bir günah) de, fakirliğin geldiğini görürsen, (Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti) de, istersen rahatlık sâhibini öv.”

Îsâ aleyhisselâm; “Katığım açlık, şiârım korku, bineğim iki ayağım, elbisem yün, ışığım ay, yemeğim ve meyvem yerden bitenler. Yanımda hiçbir şey olmadan sabahlar ve akşamlarım. Yeryüzünde benden zengin kimse yoktur.” buyurmuştur.

Adâleti, takvâsı ve hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz rahmetullahi aleyh, Hasan-ı Basrî’ye mektup yazıp, âdil devlet reisinin nasıl olması gerektiğini kendisine yazmasını istemişti. Bu arzu üzerine Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şu mektubu yazdı: “Ey Mü­minlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ âdil devlet reisini, zulme, haksız­lıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara destek olarak ya­ratmıştır.

Âdil devlet reisi, kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, tebaasına da öyle davranır. O bedendeki kalp gibidir. Uzuv­lar onun iyi olmasıyla iyi olur. Bozulmasıyla da bozulur.

Âdil devlet reisi Allahü teâlânın emirlerine uyar. O’na itâat eder. Em­rindeki tebaasını da Allahü teâlâya itâat etmeye sevk eder. Ey müminle­rin emîri, saltanatta, sâhibinin himâyesine verdiği malı ve âileyi darma­dağın eden köle gibi olma! Allahü teâlâ kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olan (reis) suç işlerse yakışık olur mu?

Ey müminlerin emîri! Ölümü, ölüm ânında yakınlarının sana yapa­cakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi bil ki, şimdi bulunduğun makamdan başka, senin kabir denen başka bir makamın daha vardır. Orada uzun müddet kalacaksın. Dostların seni yalnız bırakacak ve tek başına kalacaksın. Ki­şinin kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocukların­dan kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla. Kabir­dekilerin diriltileceği, gizli şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı hatırla. Ar­tık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Büyük küçük ne varsa hepsi amel defterine yazılmıştır.

Ey müminlerin emîri! Şu anda sen bir mühlet içindesin. Fırsat eldey­ken ve ecel gelip, çatmadan, fırsat elden gitmeden Allahü teâlânın kulları hakkında adâletle hüküm ver câhillerin hükmü ile hüküm verme! Onlar hakkında zâlimlerin tuttuğu yolu tutma! Böyle yaparsan hem kendi gü­nâhını, hem de başka günâhları yüklenirsin… Senin felâketine sebeb olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin. Kendileri dünyâ menfaatlerini elde etmek için seni âhirette kavuşacağın nîmetler­den uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını düşün ve ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni sarmış her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceksin.

Ey müminlerin emîri! Sana şefkat edip, elimden gelen nasîhatı yap­tım. Bu mektubumu dostunu tedâvi eden tabibin ilâcı gibi kabûl et. O, dostunu şifâya kavuşturmak için acı ilâç içirir.

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri.”

SEN DE ÖLECEKSİN!

 

Bir gün Hasan-ı Basrî’ye Ömer bin Abdülazîz,

Yazdı ki: “Nedir bana, mühim nasîhatiniz?

 

Zîrâ hükümdar oldum, bilcümle müslümana,

Muvaffak olmam için, tavsiyeniz ne bana?”

 

O da ona yazdı ki: “Yâ Emîrel müminîn,

Çoktur mesûliyeti, idâre edenlerin.

 

Şunu bil ki bir sultan, bedende kalp gibidir,

O iyi olur ise, milleti de iyidir.

 

Bozulur milleti de, bozulursa o sultan,

O halde sen kendine, dikkat eyle her zaman.

 

Gerçi bugün sultansın, tebana hükmedersin,

Lâkin bir gün sen dahi, ölüp kabre girersin!

.

Şimdi hep sevdiklerin, yanındadır bu günde,

Lâkin yalnız kalırsın, kabire girdiğinde.

 

Bil ki imtihandasın, yâ Ömer sen şu anda,

Öyle amel eyle ki, kaybetme imtihanda.

 

Sana yazdıklarımın, ilâçtır her birisi.

Ve lâkin kullanmazsan, hiç olmaz fâidesi.”

 

Hasan-ı Basrî ona, başka bir mektubunda,

Buyurdu ki: “Bu dünyâ, biter elbet sonunda,

 

Zîrâ bu, bir konaktır, ölünce sona erer,

Ebedî kalacak yer âhirettir yâ Ömer.

 

Dünyâyı üstün tutan, zelîl olur âkıbet,

Zîrâ Allah dünyâya, bir zerre vermez kıymet.

 

Süslenmiş gelin gibi, cezbeder dünyâ seni,

Ahmak olan kaptırır, dünyâya kendisini.

 

Evet, gerçi dünyâlık, lâzımdır her mümine,

Lâkin onun sevgisi, girmemeli kalbine.

 

Zîrâ kalp, nazargâh-ı ilâhîdir âşikâr,

Dünyâ muhabbetinin, orada ne işi var?

 

Dünyâyı seven kişi, düşer onun ardına,

Ve lâkin hiç bir zaman, eremez murâdına.

 

Her gün ayrı düşünce, her gün ayrı bir keder,

Ona kim aldanırsa, ömrünü heder eder.

 

Halbuki dünyâ benzer, insanın gölgesine,

Yakalamak istesen, o kaçar senden yine.

 

Sen dünyâdan kaçarsan, o gelir hep ardından,

Tecrübe edilmiştir, bu böyledir her zaman.

 

Yâ Ömer, bu insanlar, uyumaktadır, ancak,

Melekül mevt gelince, âniden uyanacak.

.

Hak teâlâ dünyâya, verseydi biraz kıymet,

Vermezdi kâfirlere, dünyâdan zerre nîmet.

 

Yâ Ömer peygamberler, âlimler ve velîler,

Ona aldanmamayı, nasîhat eylediler.

 

Zîrâ âhiret için yaratıldı bu insan,

Ve hesap verecektir, dünyâda yaptığından.

 

Hem dahi sonu yoktur, ebedîdir âhiret

Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.

 

İnsan sonsuzluk için, yaratıldı yâ Ömer,

Öyleyse buna göre, âhirete değer ver.

 

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Sultan Şemseddîn fevka­lâde bağlı, önde gelen talebelerinden idi. Hâce hazretleri sözünü dinle­yen herkese yaptığı gibi, sultan olan bu talebesine de, dinleyenlerin dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşacakları çok kıymetli nasîhat ve tavsi­yelerde bulunmuştu. Ona, hazret-i Ömer gibi ve Ömer bin Abdülazîz gibi bir sul- tan olmasını, âdil olmakta, mazlûmun hakkını korumakta, insanla­rın ihti- yaçlarını gidermekte, onlar gibi olmaya gayret etmesini, geceleri uyanık kalmasını, ibâdet ve tâatle meşgûl olmasını, uyku bastıracak olursa, ab- destini tâzelemek sûretiyle bunu gidermesini, böylece namaz kılmaya, i- bâdet ve tâat yapmaya devâm etmesini söyledi. Gece, hizmet­çileri dâhil hiç kimseyi uyandırmamasını, rahatsız etmemesini bildirdi. Gece karan- lık bastırdığında, tebdîl-i kıyâfet ederek, tanınmamak için, fa­kirlerin giy- diği bir elbise giyerek şehri dolaşmasını, fakirlerin ve ihtiyaç sâhiplerinin kapılarını çalarak onlara gizlice yardımda bulunmasını tenbih ederdi. Câ- milerin devamlı kontrol edilerek, rahatça ibâdet edilme­sine mâni olan bir şeyin bulunmamasını, varsa derhal yok edilerek, müslümanların gâyet rahat ibâdet edebilmelerinin temin edilmesini sul­tâna emrederdi. Gündüz olduğunda, sarayın, bütün sıkıntıların çaresine bakıldığı bir yer olmasını, geceyi aç geçirmiş olanların aranıp bulunma­sını, saraya çağrılarak yar- dım edilmesini tavsiye ederdi. Nerede, kime bir sıkıntı veriliyorsa, sıkıntı- yı verenin sarayın adamlarından biri bile olsa derhal cezâlandırılmasını, ahâliden dinli dinsiz hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasını em- rederdi. Hattâ bu gibi hâllerin derhal tesbit edilebilmesi için sarayın çatı- sında bir kulübe bile yapılmıştı. Allahü teâlânın huzûrunda ağırlığını taşı- yamayacağı mesûliyetlerin, işitmeye tahammül edemeyeceği, izâh etme- ye imkân bulamayacağı, şikâyetlerin ortaya çıkabileceği kıyâmet günün- den çok korkmasını emrederdi. Sultan hazret-i Hâce’nin nasîhatlerinden, sohbetlerinden, feyiz ve bereketlerin­den çok istifâde edip, bu yolda çok i- lerlemiş idi. Ahâlisinden hiçbir kim­seye zulüm ve haksızlık edilmezdi. Sultan bir gün Hâce Kutbüddîn haz­retlerinin yanına geldi. Eteklerini tut- tu. Hâce hazretleri ona bakıp, aklın­dan geçenleri söylemesini istedi. Sul- tan şöyle anlattı: “Allahü teâlâ bana bir saltanat ihsân eyledi. Elbetteki kıyâmet günü bana bu ağır yükün he­sâbını soracak. O zor günde sizin beni terk etmemeniz için yalvarıyo­rum.” O da bunu kabûl etti.

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir defâsında Halîfe Mehdî, “Bana nasîhat et.” dedi. Mâlik bin Enes hazretleri; “Sana Allahü teâlâdan korkmayı tavsiye ederim. Peygamber efendimizin diyârına ve O’nun komşularına lütufta ve şefkatte bulunmalısın. Çünkü Resûlullah efendi­miz şöyle buyurdu: “Medîne benim hicret yurdumdu, kabrim burada, tek­rar dirilmem burada olacaktır. Medîne halkı benim komşularımdır. Benim komşularımın hukûkuna riâyet etmek ümmetime borçtur. Kim onları ko­rursa, ben kıyâmet günü ona şefâatçi olurum.” Bu tavsiyeleri dinleyen Halîfe Mehdî, bizzat Medîne evlerini dolaşıp ihsanlarda bulundu. Medî­ne’den çıkacağı sırada Mâlik bin Enes onunla karşılaştı. Mehdî; “Dün bana yaptığın o tavsiyeyi tutacağım, eğer sağ sâlim kalırsam onları hiç unutmayacağım.” dedi.

İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretleri halîfelere ve devlet adamlarına sözlü nasîhatlardan başka, mektup yazarak da nasîhat ederdi. Halîfeler­den birine şöyle bir mektup yazmıştı: Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ sana be­nim nasîhatte bulunmamı nasîb etti. Bu tavsiyelerimin saâdetine vesîle olacağını umarım. Allahü teâlâ Cennet’e götüren saâdet yollarını açar. Allahü teâlâ bana ve sana merhametini ihsân buyursun. Sana yazdıkla­rım, Allah’ın emirlerini yerine getirmekle ve Allah’ın inâyetiyle felâha, kurtuluşa sebeb olur. Allah, sizi tebeanız için korusun. Zîrâ onların küçü­ğünden büyüğünden sen sorumlusun. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Hepiniz birer çobansınız.” buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de; “Kı­yâmette vâli getirilir. Elleri boynuna bağlanmıştır. Ancak adâleti sâye­sinde eli çözülür. Serbest bırakılır.” buyurdu. Hazret-i Ömer şöyle derdi: “Vallahi eğer Fırat-Dicle kıyısında bir koyunun kuzusu helâk olursa, Allahü teâlâ onu Ömer’den sorar.” Hazret-i Ömer on defâ hac yaptı. Be­nim bildiğime göre bir haccında ancak on iki dinar harcardı. Çadıra değil, ağaç gölgesine konardı. Boynunda süt kırbası taşırdı. Çarşı pazar dola­şır, insanların hallerini sorardı. Yaralandığı zaman Eshâb-ı kirâm geldi­ler. Onu medh ve senâda bulundular. Onlara; “Bu gibi sözlere kapılan aldanmıştır. Eğer dünyâ dolusu altın olsa, mahşer gününün korkuların­dan kurtulmak için onların hepsini fedâ ederim.” buyurdu. Hazret-i Ömer ki her işi doğru ve adâletli, her şeyde muvaffak olmuştu. Resûlullah aley- hisselâm onu Cennet’le müjdelemişti. Bununla beraber o yine korku içinde üzerine aldığı müslümanların işlerini iyi idâre etme gayretindeydi. Hal böyle olunca başkalarının durumu nice olur. Sen, Allahü teâlâya yaklaştıran işler yaparsan, onlar yarın seni kurtarır. Seni ancak amelinin kurtaracağı o korkunç günden kork. Geçmişlerin içinden iyiler sana ör­nek olsun. Her işinde Allahü teâlâdan kork ve takvâya sarıl. Sana yaz­dıklarımı bütün zamanlarında göz önünde tut. Onlara uymayı, onlara göre hareket etmeyi kendine borç bil. Allahü teâlâdan tevfik, hidâyet ve hakikati görmeni dilerim.”

Tâbiîn devrinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muham– med bin Ka’b el-Kurazî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında “Ömer bin Abdülazîz halîfe olunca, Muhammed bin Ka’b’a bi­risini gönde- rip çağırttı ve “Bana tavsiyede bulunun, yol gösterin.” dedi. Muhammed bin Ka’b, şöyle tavsiyelerde bulundu: “Kendin için istediğini insanlar için de iste. Kendin için istemediğini, iyi görmediğin şeyi, onlar için de isteme. Şunu iyi bil ki, sen ilk ölen halîfe değilsin. Ey Halîfe müslümanların sen- den büyüklerini baban, orta yaşta olanları kardeşin, küçük olanları da çocukların kabûl et. Büyüklerine hürmet, kardeşlerine merhamet, küçük- lerine de şefkat göster.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) nasîhat ve sohbetleriyle insanların kurtuluşu için gayret ettiği gibi, sultanlara ve devlet adamlarına sözlü ve yazılı nasîhatlarda bulunurdu. Sultan Şihâbüddîn Gûrî’ye şu vasiyetnâmeyi yazıp gönderdi. “Allahü teâlâ Delhi hükümdârı Muizzüddîn Sâm’ı mübâ­rek eylesin. Bu fakîr size ve emriniz altındakilere mânevî ve maddî ra­hatlık için duâ et- tikten sonra derim ki: Peygamber efendimiz beni, Allahü teâlânın izniyle bu ülkeye mânevî şefâatçi ve idâreci olarak mâsûm in­sanları korumak, onların emniyetini sağlamak, onları hükümdârların ve şeytânî kuvvetlerin baskı ve zulümlerinden korumak için tâyin etti. Bu fa­kîr Allahü teâlânın izniyle bu vazîfeyi tam olarak yapmaya çalışıyorum. Bu vazîfeyi kalbimin bütünüyle, sınıf, inanç ve din farkı gözetmeksizin hayatta olduğum süre- ce yapmaya devâm edeceğim.

Bu fakir size ve arkadan geleceklere iyi bir hükümdârlık için aşağı­daki kâidelere uymayı tavsiye ve îkâz ediyorum. Hakîkatte bu kâideler bu ülkedeki, hindû olsun, müslüman olsun, mûsevî olsun, hıristiyan ve mecûsî olsun bütün hükümdârlar için geçerlidir. Kim bu kâideleri din farkı gözetmeksizin tatbik ederse, Allahü teâlâ onu muvaffak kılar ve o düş­manlarından korkusu olmaksızın, sağlık ve sıhhatle tebeasını idâre eder. Her kim ki bu kâideleri gözardı eder onlara uymazsa, Allahü teâlânın ga­zâbı onunla olur, ülkelerinde ayaklanmalar ortaya çıkar. Sağlıklı bir ha­yat süremez ve netîce olarak ülkesi dağılır, gider. Bu kâidelere bu se­bepten bütün insanlık için uyulması gerekir.

Bu kâideler şunlardır: Birincisi; Allahü teâlânın sana tebea olarak verdiği kimselere zulmetme. Çünkü Allahü teâlâ insanları sever ve on­lara zulmedenleri sevmez. İkincisi; günahlar içinde bir hayat yaşayıp hü­kümdârlık vazîfelerini ihmâl etme. Üçüncüsü; benim talebelerime ve on­ların tâbilerine, Allah adamlarına ve zamânın velîlerine sevgi ve nezâ­ketle muâmeleyi ihmâl etme. Çünkü onlara böyle muâmele etmeyi Alla- hü teâlâ ve Peygamber efendimiz sever. Dördüncüsü; yukarıdaki kâide- ler aynı zamanda bütün diğer hükümdârlar, vâliler ve devlet teşki­lât- larında vazîfeli olan bütün vazîfeliler için geçerli ve gereklidir.”

Şâfiî âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Baybars’a yazdığı bir mektupta şöyle buyurdular:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamdolsun. Efendimiz Mu- hammed aleyhisselâma ve âline salât ve selâm olsun. Abdullah Muh- yiddîn Nevevî’den Sultan Zâhir’e. Dînin hizmetçileri olan ulemâ daha önce size bir mektup yazmışlardı. Cevâbınız sert oldu. Gelen mektupta cihâd, dînî hükmünden ayrı olarak bildirilmektedir. Allahü teâlâ ihtiyaç hâsıl olunca, emir sâhiplerinin yanında lüzumlu îzâhlarda bulunmayı vâcib kıldı ve Âl-i İmrân sûresi yüz seksen yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Vaktiyle Allahü teâlâ, kendilerine kitâb verilen­lerden şöyle temînât almıştı; “Celâlim hakkı için, kitâblarımda olanı, mu­hakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” On­lar ise söz ve temînâtı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında bi­raz para aldılar. Bu ne kötü alış veriştir!..” Bu sebeple bize bu hususta bir açıklamada bulunmak vâcib olup, susmak haramdır.

Mektûbunuzda, cihâdın askere mahsus olmadığı ifâde edilmektedir. Evet öyledir. Fakat cihâd farz-ı kifâyedir. Sultanın ordusu vardır. Onların beytülmâldan muayyen bir yiyecek tahsîsâtı vardır. Bu sebeple savaştan geri kalan halk ise, gerek kendilerinin, gerek sultanın, gerekse asker ve diğerlerinin faydasına olan, herkesin muhtaç olduğu zirâat, sanat ve başka işlerle meşgûl olmaktadır.

İşte askerin ihtiyâcı beytülmâldan ayrılan tahsîsât ile temin edil­mektedir. Beytülmalda kâfi miktarda para ve mal varken, halktan bir şey almak helâl değildir. Böyle olduğunda bütün İslâm âlemindeki ulemâ it­tifak hâlindedir. Hamdolsun beytülmâlın para ve mala ihtiyâcı yoktur. Du­rum böyle olunca, cihâd ve başka zamanlarda Allahü teâlâdan yardım istenir. Resûlullah’ın sünnet-i seniyyesine ve dînin emirlerine uyulur.

Önceki ve bu mektupta yazdıklarımızın hepsi, hem size, hem de halka nasîhattır. Bu nasîhatlerde kınanacak hiçbir şey yoktur. Halka yu­muşak muâmelede bulunmayı, şefkat göstermeyi, Ehl-i sünnet yolunu ve Resûlullah’a tâbi olmayı sevdiğinizi bildiğimiz için, size bu nasîhatleri yaptık.

Bizim nasîhatimiz sebebiyle, halkı ve ulemâyı tehdit etmenize ge­lince, böyle şeyler sizin adâlet ve hilminize muvâfık değildir. Müslüman­ların zayıfları ve güçsüzleri, sultana nasîhatten başka ne yapabilir. Hal­buki, onlar nasıl nasîhat edileceğini de bilmemektedirler.

Şahsıma gelince, gerek tehdid ve gerekse tehdidin de ötesinde her hangi bir durum, Allahü teâlânın izni ile, bana zarar vermez ve nasîhat­ten alıkoymaz. Çünkü ben ve benim durumumda olanlar, sultana nasîhat etmemizin vâcib olduğuna inanıyoruz. Bir vâcibi îfâ ederken, başıma gelecek şey, Allahü teâlânın katında benim için hayırlıdır. Resûlulah sallal- lahü aleyhi ve sellem nerede olursak olalım, hakkı söylememizi, Allahü teâlânın rızâsı yolunda kınayanın kınamasından korkmamamızı emretmiştir. Biz, dünyâ ve âhirette size faydalı olacak işleri yaparak de­vamlı hayırlara vesîle olup, kıyâmete kadar hayırla yâdedilmenizi, bu se­beple ebediyyen Cennet’te kalmanızı istiyoruz. Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketleri Peygamber efendimiz üzerine olsun!..”

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Meymûn bin Mihran anlatır: Yezîd-i Rakkâşî, Ömer bin Abdülazîz hazretleri’nin huzûruna geldi. Ömer bin Abdülazîz, Rakkâşi’ye; “Bana nasîhat et.” dedi. O da “Ey müslümanların emîri! Senden önceki halîfeler öldüğü gibi sen de öleceksin.” dedi. Ömer bin Abdülazîz bunu duyunca ağladı ve “De­vam et.” dedi. Yezîd-i Rakkâşî: “Âdem aleyhisselâmdan sana gelinceye kadar hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler.” dedi. Ömer bin Abdülazîz ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd-i Rakkaşî; “Öldükten sonra Cennet ile Cehennem’den başka gidilecek yer yoktur.” dedi. Halîfe Ömer, bunu duyunca düşüp bayıldı.

Kendisine Allahü teâlâ kimleri çok sever diye sordukta o; “Allahü teâlâ şu üç kimseyi çok sever: 1) Gücü yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine hâkim olanı, 3) Allahü teâlânın kullarına şefkatli olanı.” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Müminlerin emîri Ömer bin Abdüla- zîz’den, Yezîd bin Abdülmelik’e. Sana selâm eder ve sana kendi­sinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamdimi bildiririm. Ben hasta­yım. Ağ- rı ve sızıya tutuldum. Buna rağmen üzerime aldığım işlerden mesûlüm. Allahü teâlâ yarın beni bunlardan hesâba çekecek, orada yaptıklarımı gizleyemeyeceğim. Eğer Rabbim, benden râzı olursa, ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Bir de râzı olmazsa, yazık bana. O zaman benim hâlim nasıl olur. Allahü teâlâ bizi, yüce rahmetiyle Cehennem’den muhafaza buyurup, rızâsına kavuştursun. Bu bakımdan sana Allahü teâlâdan korkmanı, haram kıldığı şeylerden sakınmayı tav­siye ederim. İnsanlar hakkında Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksız­lıktan uzak dur.

En güzel söz, Allahü teâlâya hamdetmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve magfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır. Her­kes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün, dünyâda Allahü teâlâ ve Re­sûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere o gün çok yazık! Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni, zenginliklerle imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allahü teâlânın rızâsına uygun yerlere sarfet, ondan fakirleri de faydalandır. Allahü teâlânın emri olan zekâtını ver. Sakın övünme! Kendini beğenme! Kendini başkalarından üstün görme!” dedi.

Anadolu’da yetişen meşhûr velîlerden Pîr Ali Aksarâyî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Pâdişâh Sultan Süleymân Han İran seferin- de Aksaray’a uğradığında ziyâret bulunmuştur. Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmiştir: “Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hare­ket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, ken­dine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.

Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.

Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap.”

Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretle­rine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; “Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi. Pâdişâh İstanbul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç mürî­dini İstanbul’a gönderdi.

Tâbiîn devrinde Basra’da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Hâlife Mehdî Bağdat’a dâvet edip getirtti. Bağdat halkı kendisinden çok istifâde etti. Halîfenin âlimlere hürmeti ve ikrâmı çoktu. Sâlih el-Mürrî’nin Bağdat’a gelişinde, halîfe onu daha yolda iken karşıladı. Sonra veliahdı olan iki oğluna (Mûsâ ve Hârun’a): “Kalkınız! Büyüğünüzü hayvandan indiriniz!” diye emretti. Kendisine böyle iltifat edildiğini görünce, bundan çok sıkıldı. Çünkü onun çok mütevâzi yaşayışı olup, gösterişten ve ilti­fattan hoşlanmazdı. Sâlih bin Beşîr, halîfenin huzûruna varınca ona na­sîhat olarak buyurdu ki: “Ey müminlerin emîri! Şimdi sana bâzı tavsiye­lerde bulunacağım. Yalnız sabır etmenizi ve tahammül göstermenizi tav­siye ediyorum. Çünkü Allahü teâlâya en yakın kul, yapılan acı nasîhat- lara bile tahammül edip, kabûl edendir. Resûlullah efendimize yakınlık isteyenlere yakışan, O’nun güzel ahlâkı ile ahlâklanması ve O’nun yüce sünnetine sarılmasıdır.

Ey müminlerin emîri! İşlerinde çok dikkatli ol ve Allahü teâlâdan kork! Sana Allahü teâlâ ilim ve anlayış vermiştir. Bu bakımdan huzûr-ı ilâhîde “Bilmiyorum” diye mâzeret beyân edemeyeceksin.

Ey müminlerin emîri! Resûlullah efendimiz, ümmetine haksızlık e- denlerin hasmıdır. Kim Resûlullah’a hasım olursa, Allahü teâlâ da o kim- seye hasım olur. Allah’a ve Resûlüne karşı gelmesinden dolayı o kimse- ye, kurtuluşuna mâni olan engeller hazırlanır. Böyle olunca yarın kıyâ- met gününde, ayağını sağlam yere basmak istiyorsan, Allahü teâlânın ki- tâbına (Kur’ân-ı kerîme) ve Resûullah’ın sünnet-i seniyyesine sarıl! Bu- nun için, günahlarını, yaptığın haksızlıkları tekrarlamak sûretiyle, Allah’a ve Resûlüne karşı gelmen sana yakışmaz. Ben, bu nasîhatımı sana Al- lah rızâsı için yaptım. Senin de bunlara kulak verip sarılman lâ­zımdır.”

Bu nasîhatlar, halîfenin çok hoşuna gitti. Hemen ona hediye ve ih­sânlarda bulunulmasını emretti. Fakat Sâlih bin Beşîr, bunların hiç birini kabûl etmedi. Bunun üzerine halîfe çok ağladı. Sâlih-i Mürrî’nin bu nasî- hatını, halîfe kendi özel defterine yazıp dâima onlara uygun hareket et- meye çalıştığı anlatılmaktadır.

 

FAYDASI OLMAYACAK

 

Sâlih ibni Beşir ki, Tâbiînden bir kişi,

Sünnet-i seniyyeye, muvâfıktı her işi.

 

Halîfe Mensur onu, Bağdat’a etti dâvet,

Ayakta karşılayıp, gösterdi büyük hürmet.

 

Ve dedi: “Bir nasîhat, eyleyin de fakîre,

Saltanat işlerini, yapayım ona göre.”

 

Buyurdu: “Ey halîfe, tavsiyem şu ki sana,

Merhameti, elinden, bırakma her insana.

 

Resûlün ahlâkıyle, tezyîn et ahlâkını,

Hep O’nun sünnetine, uydur harekâtını.

 

Dikkat et her işine, kork ve titre Rabbinden

Bir an bile bırakma, adâleti elinden.

 

Mâdem ki akıllısın, var ilmin, mârifetin,

Yarın mahşer gününde, geçmez hiç mâzeretin.

 

Ey Mensur, kork zulümden, milletine hep acı,

Yoksa Peygamberimiz, senden olur dâvâcı.

 

Kurtulmak istiyorsan, Cehennemden, ateşten,

Uzak dur büyük-küçük, günah olan her işten.”

 

Çok tesir etmiş idi, bu sözler halîfeye

Bir kese altın alıp, uzattı bu velîye.

 

Lâkin kabûl etmedi, o, eliyle iterek,

Mensur bunu görünce, ağladı yaş dökerek.

 

O Kur’ân-ı kerîmi, hüzünle okuyordu,

Azâb âyetlerine, gelince korkuyordu.

 

Birgün yine okurken, Kur’ân’dan şu âyeti,

Yine aynı şekilde, sarardı benzi beti:

 

Onlar döndürülünce, “Cehennem ateşi”ne,

Düşerler çok büyük bir, “pişmanlığın” içine.

 

Ve o zaman derler ki “Eyvâh bize, vâh bize,

Keşki biz de ibâdet etseydik Rabbimize.”

 

Peşinden bir âh edip, bayılıp yere düştü,

Baktılar nabzı durmuş, bu korkuyla ölmüştü,

 

Her gece uzun uzun, yapardı çok ibâdet,

Sonunda göz yaşıyle, ağlardı uzun müddet.

 

Derdi ki: “Bir müslüman, bilmek isterse eğer,

Rabbimiz kendisine, ne kadar verir değer?

 

Baksın her gün yaptığı, iş ve amellerine,

Ne kadar değer verir, o, Rabbinin emrine?”

 

Derdi ki: “Âhirette, iyilik bekliyorsan,

Dünyâdayken herkese, yap “iyilik” ve “ihsan”.

 

Rabbinden bekliyorsan, nasıl bir muâmele,

O’nun mahlûklarına, sen dahî davran öyle.”

 

Derdi ki: “Çok uzundur, âhiret yolculuğu,

Şimdiden hazırlayın, azık ile yolluğu.

 

O yolda en kıymetli, azık ise takvâdır,

Yâni Allah’tan korkup, günahtan kaçınmaktır.”

 

Derdi ki: “Ey insanlar, geçicidir bu dünyâ,

Sıkıntıyla doludur, siz de görürsünüz ya.

 

Bizden öncekilerin, artığıdır tamâmen,

Onun için gönlünü, kaptırma buna hemen.”

 

Derdi ki: “Şaşıyorum, ben şu insanlara ki,

Sarılmışlar dünyâya, ayrılmıyacak sanki.

 

Hâlbuki biraz sonra, çıkacak sonsuz yola,

Hazırlık yapacakken, oyalanır o hâlâ.

 

Ölüm uyandırınca, uyanacaktır, ancak,

O zaman uyanmanın, faydası olmıyacak.”

 

Tâbiînin büyük fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlim bin Abdullah (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, birgün Ömer bin Abdülazîz haz­retleri; mektup yazarak hazret-i Ömer-ül Fârûk’un mektublarından birisini ken- disine yazmasını istedi. Bunun üzerine halîfeye şu mektubu yazdı:

“Ey Ömer! Dünyâda iken çeşit çeşit lezzetleri tadıp hayâtın her türlü zevklerini elde edip de, öldükten sonra, o güzel gözleri kafataslarında oyuk hâlini almış, yine o doymak bilmiyen karınları şimdi yarılmış olan ve senden önce geçen pâdişâhların hâlini iyi düşün ve ibret al. Şimdi onlar, yerin altında ve üstünde leş olmuşlar. Kendisine sâhip olamayan bir za­vallı bile şimdi onlara, leşlerinin kokusundan, tiksinerek bakıyor.”

Sâlim bin Abdullah, Ömer bin Abdülazîz’in mektubunu alınca, şu mektubu yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Sâlim bin Abdullah’dan, mü­minlerin emîri Ömer binAbdülazîz’e! Sana selâm ederim. Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim. Allahü teâlâ, irâde bu­yurup (dileyip) dünyâyı yarattı. Dünyâyı çok kısa eyledi. Onun başından sonuna kadar olan zamanı, günün bir saati gibi yaptı. Sonra, dünyâ ve dünyâdakilerin son bulmalarını diledi ve meâlen şöyle buyurdu: “O’nun zâtından başka herşey yokluğa mahkûmdur. (Geçerli) hüküm ancak O’nundur; ve (öldükten sonra) hep O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas sû­resi: 88) Allahü teâlâ, insanlara Peygamberleri vasıtasiyle kitaplar gön­derdi. Bunlarla emirlerini ve yasaklarını, helâl ve haramları, emrine itâat eden- lere vereceği mükâfatı, itâat etmiyenlere vereceği azâbı, v.s. bil­dirdi. Ey Ömer! Sen şimdi, sıradan bir insan değilsin. Büyük bir vazifeyi üzerine aldın. Bu hususta, Allahü teâlâdan başka senin yardımcın yok­tur. Kendi- ni ve ehlini muhafaza edip, hak ve hukuku gözetebilirsen, bu büyük bir nîmettir. Çünkü senden önce geçenlerden bir kısmı, yapacak­larını yap- tılar. Hakkı öldürüp, bâtıl ve bid’atleri ortaya çıkardılar. Bu bid’atleri sün- net-i seniyye zannettiler. Bid’at ehli kimselerin yetişmesine fırsat verdiler. İlim sâhiplerine rahatlık verdilerse de, çok eziyet de yaptı­lar. Sen onlara, rahatlık ve genişlik vermekle berâber, eziyet ve sıkıntı kapısını da kapalı tut. Eğer sen Allahü teâlânın rızâsını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yar- dımcı insanlar gönderir. Allahü teâlânın yardımı, herkesin niyetinin dere- cesine göredir. Eğer niyet tam hâlis olursa, Allahü teâlânın yardımı da tam olur. Eğer niyet noksan olursa, Allahü teâlânın yardımı da ona göre olur.”

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bağdât’a vardığında Halife Hârun Reşid bunun geldiğini haber aldı ve yanına çağırttırdı. Şakî- k-i Belhî, halîfenin yanına geldi. Halîfe Hârun Reşîd sordu: “Zâhid olan Şakîk-i Belhî sen misin?” Şakîk-i Belhî; “Şakîk benim ama zâhid deği- lim.” dedi. Halife nasîhat isteyince şöyle buyurdu: “Aklını başına topla ve çok dikkatli ol. Allahü teâlâ sana Ebû Bekr-i Sıddîk’ın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi doğruluk istiyor. Sana Ömer-ül-Fâ­rûk’un ma- kâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi, hak ile bâtılı ayır­manı istiyor. Sana Osman-ı Zinnûreyn’in makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi hayâ ve kerem (çok lütuf ve ihsân) sâhibi olmanı isti­yor. Sana Aliyyül Mürtezâ’nın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi ilim ve adâlet istiyor.” Hârun Reşîd; “Biraz daha nasîhat et.” deyince, Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Allahü teâlânın Cehennem diye bilinen bir yeri vardır ve seni de oraya bekçi yaptı. Eline üç şey verdi. Bunlar mal, kılıç ve kırbaçdır. İnsanları bu üç şeyle Cehennem’den uzaklaştır. Muhtaç biri gelirse ona mal ver. Allahü teâlânın emirlerine aykırı davrananları bu kırbaçla edeb- lendir, yola getir. Başkalarına haksızlık edenlerin, haksız yere adam öl- dürenlerin karşısına bu kılıçla sen çık. Eğer bunları yap­mazsan Cehen- neme ilk gidecek sen olursun.” Halife biraz daha nasîhat istedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Sen suyun menbaı, kaynağı gibisin. Se­nin vâlilerin, kumandanların da bu suyun kolları gibidir. Suyun menbaı saf, temiz, ber- rak olursa, suyun kolları da berrak olur. Suyun menbaı temiz olup, kollarda hafif bulanıklık olursa da zararı olmaz. Ama menbaı bulanık olursa, artık suyun kollarının saf ve berrak olmasını ümid etmek mümkün olmaz.” Hârun Reşîd; “Biraz daha anlat” dedi. Şakîk-i Belhî bu­yurdu ki: “Düşün ki çölün ortasında kaldın, susuzluktan ölmek üzeresin. Birisi getirip bir içim su satsa bu suyu kaça alırsın?” O da; “Ne kadar isti­yorsa onu verir, suyu satın alırım.” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Elinde su bulunan kimse, bu suya mukâbil senden servetinin yarısını istese, yine râzı olur musun?”. Hârun Reşîd; “Evet râzı olurum.” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki servetinin yarısını verip satın aldığın suyu iç­tin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcını duydun, fakat id­rar yapamadın. Öyle ki ölecek hâle geldin. Birisi çıkıp dese ki, ben senin bu sıkıntıdan kurtulmana sebeb olurum, lâkin buna mukabil olarak mül­künün öbür yarısını isterim, dese ne yaparsın?” Hârun Reşîd; “Elbette râzı olurum. Ben o sıkıntıda iken servetimin ne mânâsı var?” dedi. Bu­nun üzerine Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “O halde önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarıya attığın bir içim su kıymetinde bile olmıyan şu servetine sakın güvenme. Bir kimseye karşı bununla öğünme!” Bu nasîhatlardan sonra Hârun Reşîd çok ağladı. Şakîk-i Belhî’yi hürmet ve saygı ile uğur­ladı.

ÖĞÜNMEĞE DEĞER Mİ?

 

Bir gün Şakîk-i Belhî, hac için çıktı yola,

Bağdat’a vardığında, bir müddet verdi mola.

 

Hârun Reşîd, Şakîk’in, Bağdat’a geldiğini,

Duyunca dâvet etti, yanına kendisini.

 

Geldiğinde dedi ki: “Nasîhat eyle bana.”

Buyurdu ki: “Ey Hârun, al aklını başına!

 

Hükümdar olmak ile, mühim bir mevkîdesin,

Sen şu büyük zâtları, rehber edinmelisin!

 

Rabbimiz Ebû Bekr-i Sıddîk’ın makamını,

Sana ihsân etti ki, veresin tam hakkını.

O nasıl doğru ise, sen de öyle olasın,

Onun gittiği yoldan, aslâ ayrılmayasın!

 

Ve verdi ki hazret-i Ömer’in makamını,

Sen de ayırt edesin, haktan bâtıl olanı.

 

Osmân-ı Zinnûreyn’in, makamını da sana,

Verdi ki sarılasın, hayâ ile ihsâna.

 

Hazret-i Ali’nin de, makamını verdi ki,

Sen de ilim sâhibi, olasın onun gibi!

 

Sen bu büyük zâtların yolundan ayrılırsan,

Şimdiden Cehennim’in, azâbına hazırlan!”

 

Hârun dedi ki: “Devâm et, öğütlerin ne güzel.”

Buyurdu ki: “Ey Hârun, dikkat et, kendine gel!

 

Aldanma bu dünyânın, mal ve saltanatına,

Âhirette bunların, faydası olmaz sana.

 

Düşün şimdi bir çölde, günlerce kaldığını,

Hararetten susayıp, pekçok bunaldığını.

 

Tam ölecek duruma, gelmişken susuzluktan,

O anda biri gelse, hem de serin su satan.

 

Senin de susuzluktan, yanmışken böyle için,

Ne kadar mal verirsin, o suyu almak için?”

 

Dedi ki: “Ne isterse, veririm her serveti,

Olur mu hiç o zaman, malın ehemmiyeti?”

 

Buyurdu: “Yarısını, isterse servetinin,

Verir miydin meselâ, o suyu almak için?”

 

Hârun Reşid dedi ki: “Verirdim hemen elbet,

Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar bu servet?”

.

Buyurdu ki: “Pekâlâ, içtin ve kandın suya,

Lâkin atamıyorsun, o suyu dışarıya,

 

Yâni bir damla bile, idrar yapamıyorsun,

Şiddetli sancı ile, kıvranıp duruyorsun.

 

O sırada biri de, çıkagelse âniden,

Dese ki kurtarırım, seni ben bu derdinden.

 

Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,

Bu kimse isteseydi, verir miydin onu da?”

 

Dedi: “Gâyet tabiî, seve seve verirdim,

Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?”

 

Buyurdu ki: “Öyleyse, övünme malın ile,

Bir içimlik su kadar, kıymeti yokmuş bile.”

 

Hârun Reşid ağlayıp, dedi: “Söyle az daha.”

Buyurdu ki: “Ey Hârun, tövbe et, dön Allah’a!

 

Tövbeyi bir an bile, aslâ geciktirme ki,

Tövbe etmeden önce, ölebilirsin belki.

 

Muhakkak pişman olur tövbeyi geç yapanlar,

Zîrâ ecel çok zaman, âni gelip yakalar.”

 

Bu mübârek velînin hürmetine İlâhî,

Pişman olmayanlardan, eyle sen bizi dahi.

 

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh)

BİR BARDAK SU

 

Sultan, Ebü’l-Vefâ’dan, etti ki bir gün niyâz:

“Efendim benim için, nasîhat edin biraz.”

 

Buyurdu ki: “Ey sultan, sen bu halka “Çoban”sın,

Onun için teb’ana, zulmetme aman sakın!

 

İnsâf ve adâletle, hükmedersen sen eğer,

Allah saltanatını, uzun ömürlü eder.

 

Ve eğer milletine, yaparsan ezâ cefâ,

Hak teâlâ bu mülkü, senden alır bu defâ.

.

 

Ey emîrel müminîn, düşün ve aç gözünü,

Beyhûde şeyler ile, geçirme şu ömrünü.

 

Hiç şüphen olmasın ki, bir gün sen de ölürsün,

Yaptığın her amele, bir karşılık görürsün!

 

Öyleyse öyle amel, icrâ et ki bu günde,

Göresin faydasını, yârın mahşer gününde.

 

Bu gün her ne yaparsan, yârın çıkar karşına,

Allah’a gizli yoktur, O, her şeye âşinâ.

 

Sonra hiç unutma ki, bir damla sudur aslın,

Sonra ölüp bir avuç, toz toprak olacaksın!

 

İstifâde ettiğin, şu güzelim âzâlar,

Allahü teâlânın, sana ihsânıdırlar.

 

Akıl, şuur ve idrâk, el ayak, göz ve kulak,

Hepsini senin için, bahşetti cenâb-ı Hak.

 

Hepsi âhenk içinde, çalışır muntazaman,

Bu nîmetin şükrünü, yapabilir mi insan?

 

Hak teâlâ sana hem, ayrıca da bir nîmet,

Verdi ki, senin emrin, altındadır şu millet.

 

Lâkin bu insanların, hesâbı âhirette,

Tek be tek hepsi senden, sorulacak elbette.

 

Başladı ağlamaya, sultan duygulanarak,

İçi yanıp birinden, su istedi bir bardak.

 

Getirilen o suyu, tam içerken bu defâ,

“Dur, hemen içme” dedi, sultana Ebü’l-Vefâ.

 

Buyurdu: “Bir sahrâda, farz et bulunuyorsun,

İçmeğe bir damla su, bile bulamıyorsun.

.

Susuzluğun o kadar, çoğalsa ki, sonra da,

Ölecek gibi olsan, nihâyet o sahrâda.

 

Son anda biri gelse ve elinde şu bardak,

Geçip senin karşına, o bardağı tutarak,

 

Dese ki: “Servetinin, yarısını verirsen,

Suyu sana veririm”, ne cevap verirsin sen?”

 

Dedi: “İstediğini, veririm hemen elbet,

Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar o servet?”

 

Buyurdu ki: “Pekâlâ, verdin istediğini,

Suyu içip ölümden, halâs ettin kendini.

 

Ve lâkin bu sefer de, idrâr yapamıyorsun,

Öyle ki sancısından, bir an duramıyorsun.

 

O zaman da o kimse, dese ki sana yine,

“Kavuşturabilirim, seni ben sıhhatine.

 

Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,

Vermelisin” der ise, verir misin onu da?”

 

Sultan hiç tereddütsüz, dedi: “Elbet veririm,

Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?”

 

Buyurdu ki: “Öyleyse, şu bir bardak su kadar,

Değeri bulunmayan, bir servet neye yarar?

 

Ârif olan, bu mala, verir mi değer kıymet?

Kalbinde hiç besler mi, ona sevgi, muhabbet?”

 

Sultan, Ebü’l-Vefâ’nın, öperek ellerini,

Dedi: “Çok haklısınız, affedin lütfen beni.”