EMR-İ MA’RûF VE NEHY’İ MÜNKER - kainatingunesi.com

EMR-İ MARUF VE NEHY’İ MÜNKER

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) Emr-i mârûf ve nehy-i münker yapıp, iyilikleri bildirip, kötü­lüklerden sakındırırken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dîne uy­gun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinâye ve îmâ ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i mârûf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret sarf ederdi. Hiçbir zaman dilinde, meclisinde ve sohbetlerinde hiçbir müslüman kö­tülenmezdi. Huzûrunda bulunanlardan birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir düşünce veya hafife alma düşüncesi geçse, Muham- med Bâkî-billah hazretleri derhal hakkında kötü düşünülen kim­seyi medhedici sözler söyleyerek konuşmaya başlardı.

Tâbiînin tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir Cumâ günü vâza gittiği câmide, cemâat ol­dukça kalabalıktı. Vâzında bir ara; “Bana, câmide bulunanların en hayır­lısı ve iyisi sorulsaydı, insanlara en çok nasîhat eden, emr-i bil-mâruf ve nehy-i anil münker yapan, iyiliği emredip, kötülükten nehyedeni, alıko­yanı arar bulur ve onu gösterirdim.” Yine, bana; “İnsanların en şerlisi, kötüsü kimdir?” diye sorulsaydı, insanları en çok aldatanı bulur, onu gös- terirdim.” dedi.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: “Emri mârûf ve nehy-i anil-münker yapmak, Allahü teâlâ- nın emir ve yasaklarını bildirmek için, eziyetlere sabretmek gerekir.”

Ebû Bekr el-Ferrâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Nişâbur’da yetişen ve­lîlerin büyüklerindendir. Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasak ve ha­ramlar ile şüphelilerden şiddetle sakınan Ebû Bekr el-Ferrâ emr-i mârûf ve nehy-i ani’l-münker yapardı. Emr-i mârûf yaparken dikkat edilecek hususlarla ilgili olarak buyurdular ki: “Emr-i mârûf ve nehy-i münker yap- manın (iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırmanın) şartları vardır. İlk önce kendi nefsinden başlamak, söylediğini ve vesikalarını çok iyi bil- mek ve doğacak sıkıntılara sabretmektir.”

Horasan’ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kendi zan ve kafasına göre davranarak, baş­kalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda yerine zarar hâsıl ede­bilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saâdetine ve­sîle olayım derken, o kimsenin hattâ kendinin bile felâketine sebep ol­mamalıdır.”

Mısır evliyâsından Ali bin Şihâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamâ­nında Berhami denilen bâzı kimseler, ateş yemek, ateşe girmek, dil üze­rinde kılıç gezdirmek gibi işler yaparlardı. Bunlar Ali bin Şihâb’ın belde­sine gelince, o bunlara mâni olup; “Yaptığınız bu işlerin dînimizdeki ye­rini gösterin ve Hocam İbrâhim ed-Düsûkî’den böyle bir haber söyleyin.” dedi. Onlar cevap veremediler. O gece Berhamiler, rüyâda İbrâhim ed-Düsûkî’yi gördüler. Onlara; “Hepiniz Ali bin Şihâb’ın sözünü dinleyiniz. Ben, dört büyük halîfe olan Hulefâ-i râşidînin ve müctehid imâmların çiz­diği hidâyet yoluna aykırı her işe karşıyım.” dedi. Sabah olunca, hepsi yaptıklarına pişmân oldular ve tövbe ettiler. Ali bin Şihâb da onlara; “E- ğer hocam İbrâhim ed-Düsûkî’nin bu işte rızâsı olduğunu bilseydim, siz- den önce ben yapardım.” dedi.

Irak’ta ve Mısır’da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gittiği yerlerden birinde, haramların ve kötülüklerin açıkça işlendiği bir düğün oluyordu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu hâle çok üzüldü ve; “Bu düğünün sâhibi buralı mıdır? Ona mâni olan kimse yok mudur?” diye sordu. Orada bulunanlar düğün sâhibinin başka günahlarını da söyledi­ler. Muhammed Emin Erbilî hazretleri düğün sâhibinin hidâyete ermesi ve ıslah olması için duâ etti. Çok geçmeden düğün sâhibi onun huzûruna geldi. Ağlayarak yaptıklarına pişman olduğunu bildirdi ve tövbe etti. Ona talebe olmak istediğini bildirdi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu ta­lebeliğe kabûl etti. O kimse Muhammed Emin hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerinden oldu.

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir bayram günü sultanla bayram­laş- mak üzere saraya gitti. Saraya girince, bütün herkesin sultanla bay­ram- laşmak için hazır bulunduğunu, âmirlerin ve ulemânın, sultanın önünde yerlere kadar eğildiğini gördü. İzzeddîn bin Abdüsselâm, sultânı, bir tâ- zim kelimesi olmadan ismi ile çağırarak; “Yâ Eyyûb! Allahü teâlâ kı­yâmet gününde sana; “Sana bütün Mısır memleketini verdim. Yâni seni oraya sultan yaptım. Sen ise, hükmün altındaki topraklarda içki satılma­sına müsâade ettin derse, o zaman senin tutanağın ne olacak?” diye sordu. Sultan Eyyûb; “Sen bunu gördün mü?” diye sorunca, İzzeddîn bin Ab- düsselâm; “Evet, falan yerde, falan dükkânda açıktan açığa içki satılı­yor ve daha başka birçok kötü işler oluyor. Sen bu memleketin sultânı­sın, niye bunlara mâni olmuyorsun?” dedi. Oradakilerin hepsi bu sözleri duydu. Sultan; “Efendim! Bunlar, benim zamânımda olan şeyler değildir. Babam zamânından kalan şeylerdir.” dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Hayır (onların aklî ve naklî hiçbir delîlleri yoktur, ancak) şöyle dediler: “Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların iz­lerince giderek hidâyet buluruz” meâlindeki, Zuhrûf sûresi yirmi ikinci âyet-i kerîmesini okudu ve; “Kendi akıllarınca bunu tutanak olarak gö­rürler. Hâlbuki bunlar hüccet değildir. Bunlarla hiçbir zaman kurtuluşa erişilemez. Yâni benim zamânımda değilde, babamın zamânından beri satılıyordu, demekle kurtulunmaz” dedi. Bunun üzerine sultan, derhal o içki satılan dükkânı kapattırdı. El-Bâcî, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a; “Na­sıl oldu da siz o kadar insanın içinde sultâna o sözleri söylediniz?” diye sorunca, “Sultan kibirlenmesin ve gururlanmasın diye söyledim” cevâbını verdi. O tekrar; “Sultandan korkmadınız mı?” diye sordu. O da; “Allahü teâlânın bana verdiği heybetten dolayı, sultan benim yanımda küçücük kaldı.” diye cevap verdi.”

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâ devrin halîfesiyle namaz kılıyordu. Halîfe namaz kılarken sakalıyla oynu­yordu. Süfyân hazretleri namazdan sonra; “Ey Halîfe! Namaz kılarken lüzumsuz hareket yapılmaz. Yarın kıyâmet günü böyle kıldığın namazları paçavra gibi yüzüne çarparlar.” buyurunca, Halîfe; “Biraz yavaş konuş etraftakiler duyacaklar.” dedi. Süfyân hazretleri; “Eğer, böyle önemli bir meseleyi izâh etmezsem, dînin emrini yerine getirmemiş olurum. Bu ise bana yakışmaz.” buyurdu. Bu söz hâlîfeye çok acı geldi. Halîfe, kendi­sine başkalarının da söz söyleyememesi için darağacının kurulmasını ve âleme ibret için asılmasını emretti. Darağacının kurulduğu gün, Süfyân hazretlerinin yanında Fudayl bin İyâd ve Süfyân bin Uyeyne olduğu halde uyuyordu. Bu iki büyük, onun asılacağını öğrenmişlerdi. Birbirle­rine; “Asılacağını uyanıncaya kadar bildirmiyelim.” derken işitti ve; “Ne konuşuyorsunuz?” buyurunca, durumu Süfyân-ı Sevrî’ye anlattılar. O da; “Ben yaşamaya hevesli biri değilim. Fakat, dünyâda yarım kalan, yap­mam lâzım gelen işler var.” buyurdu. Gözleri dolu dolu oldu ve “Ey Al­lah’ım! Onları şiddetli bir cezâya çarptır!” diye duâ etti. Daha duâsı biter bitmez sarayın kubbesi çöktü. Halîfe Câfer ve adamları altında kalarak can verdi. O iki büyük zât; “Bu kadar çabuk kabûl olunan bir duâ bilmiyo­ruz” dediler.

Mısır’ın büyük velîlerinden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Ha­lîl Cündî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir aşçı dükkânına uğradı. Ora- da bozuk et satılır, insanlara haram yedirilir, insanlar kandırılırdı. Dükkân sâhibine emr-i mârûf yaptı. Bu işin kötülüğünü anlattı. Dükkân sâhibi pişmân olup, bir daha böyle yapmıyacağına söz verdi ve tövbe etti.”