ESHÂB-I KEHF - kainatingunesi.com

Eshab-ı Kehf:  Din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terkedip, hicret eden, Tarsus’daki mağarada medfûn bulunan yedi kişi ve Kıtmîr adındaki köpekleridir. İsimleri; Yemlîha, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyûş’tur. Kıssaları, Kur’ân-ı kerîmde Kehf sûresinde, bir ibret ve uyanıp kendine gelme vesîlesi olarak zikredilmiştir.

Kehf sûresinin sebeb-i nüzulü ile ilgili ola­rak, İbn-i İshak’tan şöyle rivayet edildi: Mekkeli müşrikler, Medine yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtîhân için malûmat istediler. Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn’i ve ruhun mâhiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse, peygamberdir. O’na uyun. Yok cevap vere­mezse, yalancının biridir. İstediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek, bu sorulan sordular. Allahü teâlâ Resulüne, Kehf sûresini inzal buyurdu. Müslümanlar da böylece Eshâb-ı Kehf hakkın­daki bilgilere sahip oldular.

Eshâb-ı Kehf denilen îmânlı gençler, Efsûs (yâni Tarsus) şehri ahâlisinden idiler. Bunlar­dan altısı sarayda vazifeli, hükümdara yakın kimselerdi. Hükümdar o târihte Roma impara­torlarından Dimityanus veya Dokyanus olup; rezîl, zâlim bir kimse idi. Putlara tapardı. Sonra tanrılığını ilân etti. Putperestliği kabul etme­yen az sayıdaki mü’minleri köşe bucak aratır, yakalananları parçalatıp, şehrin kapılarına astırırdı. Saraydaki bu îmânlı gençler, yapılan zulümden nefret duyarlar, çaresizlik içinde bir araya gelerek Allahü teâlâya yalvarır, dua ve istiğfar ederlerdi. Bir gece Dokyanus’un adamlarından biri, durumlarını fark edip yan­larına geldi ve ne yaptıklarını sordu. Onlar; “Eşi ve benzeri olmayan Rabbimize ibâdet edi­yoruz. Sen de gel, Rabbimize îmân et. Böylece saâdet-i ebediyyeye kavuş” dediler. O da; “Baba ve dedelerimizi puthânede gördüm. Onların yolundan ayrılamam. Sonra siz hükümdarın emrine karşı geliyorsunuz” dedi ve îmân etmedi. Ayrıca gördüklerini hükümdara haber verdi. Kâfir olan baba ve dedelerini taklid ederek, küfürde ısrar etti.

Zâlim Dokyanus, ihbar üzerine, o gençleri huzuruna çağırıp tehdid etti. Onlar da îmân yolunda sebat gösterip, şirki, putperestliği kabul etmediler ve ona; “Bizim Rabbimiz semâvâtın (göklerin) ve erdin (yerin) Rabbidir. O’ndan başkasına tapmayız. Zîrâ O’ndan başka ibâdete lâyık kimse yoktur. Ey Dokya­nus! Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, senin put­perestlik teklifini kabul ederek, Allahü teâlâdan başkasına îtikâd edersek bu takdirde, muhakkak haddi aşıp, doğruluktan uzak, akıl dışı pek ziyâde zulüm ve câhilce bir iş yapmış oluruz” dediler. Dokyanus, onların rütbele­rini söktü. Kavimlerinin işaretini taşıyan kıyafetlerini çıkarmalarını emretti. Sonra da; “Siz gençsiniz, üç gün mühlet veriyorum. Kur­tulmayı mı yoksa ölmeyi mi tercih ediyorsunuz?” deyip, başka bir şehre gitti.

“Hâzin tefsîri”nde bildirildiğine göre; “Eshâb-ı Kehf bu hak sözleri, zâlim Dokyanus’a sarayda, hazır olan bir topluluk içinde söyledi­ler. Çünkü Dokyanus bunları, oradaki topluluk içinde putperestliğe çağırmıştı. Onlar da saray erkânı içinde, büyük bir vakarla; “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Öyle fâni olan şey­ler nasıl yaratıcı olabilir?” dediler. “Dokyanus’u yaratan da bizim Rabbimizdir” deyip, teklifini reddederek kavmi içinde onu rezîl rüsvâ ettiler.” Böylece Eshâb-ı Kehf, Dokyanus’a karşı hak sözü söylemeye cesa­retle, Allahü teâlâdan başka bir mabuda ibâdet etmiyeceklerini bildirdiler. Bunun yanında, putperestlerin îmânlarının bir delîle dayanma­dığını ve bozuk inanışla Allahü teâlâya iftira ettiklerini de açıklayıp, onların herkesten daha zâlim olduklarını söylemekten çekinmediler. Bu îmân ve cesaretleri, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

“(Ey Habîbim! Şimdi biz) sana o (Eshâb-ı Kehf’in) haberini (ibretli kıssasını) hakla, doğrulukla anlatalım. O yiğitler, Rablerine (Allahü teâlâya) îmân ettiler. Biz onların hidâyet (îmân ve basîretlerini) ve sebatlarını arttırdık.”

“Şu bizim kavmimiz, O’ndan (Allahü teâlâdan) başka ilâh edindiler. Bunların üzerine bari açık bir burhan (delil) getir­selerdi ya! Artık Allahü teâlâya karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim kimdir?” dedikleri zaman, onların kalblerini (sabr ve sebat ile tamamen Hakk’a) bağlamıştık.” (Kehf sûresi: 13-5)

Dokyanus, onların eski günlerine dönme­leri için kendilerine belirli bir süre tâyin etmişti. Bu da Allahü teâlânın onlara bir lütfuydu. Çünkü, bu bekleme esnasında istişare ederek, hicret imkânını elde ettiler. Dinlerini korumak için fitneden uzaklaştılar. İnsanlar arasında fitne çıktığı zaman, kulun, dînini korumak için hicret etmesi meşru bir durumdur. Onların her biri, babalarının evinden bir mikdar azık aldı. Bir kısmını tasadduk ederek, şehre yakın bir dağ cihetine doğru yola çıktılar. Yolda gider­ken, bir çobana rast geldiler. Çoban onlara yiyecek ikram etti. Sohbet esnasında, onların hâlini anlayıp îmân etti ve onlara katıldı. Bera­berce yola koyuldular. Çobanın köpeği de bunlara tâbi olup, arkalarından tâkib etti. Mâni olmak için bir hayli uğraştılar fakat geri çevire­mediler. Zîrâ ses çıkarıp, yerlerini haber vere­ceğinden çekiniyorlardı. Nihayet Allahü teâlâ, bu köpeği dile getirip; “Benden korkmayın. Ben, Allahü teâlânın ve sizin dostunuzum. Sîz uykuda iken gözcülük ve bekçilik yaparım” dedi. Böylece sayıları sekiz oldu. Dağa yaklaş­tıklarında, çoban bunlara; “Ben bu dağda bir mağara biliyorum. Orada gizlenmek mümkündür” dedi. Söz birliği ile o mağaraya girdiler ve cenâb-ı Hakk’a yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bize senin katından rahmet, (yâni rızık, mağfi­ret, düşmandan emniyet) ver!”dediler. Büyük­leri olan Yemlîha, arkadaşlarına; “Madem ki, siz onlardan ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağa­raya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin. O, düşmanlardan dîninizi muhafaza için sizi korur ve lâzım gelen şeyleri de, onlardan isti­fâde edebilmeniz için sizlere ihsan eder. Maddî ve manevî hayâtınız emniyette olur. Biz kavmimiz putperest olduklarından, îmânımızı korumak için aralarından hicret ettik. Şimdi mağarayı mesken edinip, burada Allahü teâ­lâya ibâdet edelim. Rabbimiz iki cihanda rah­metini bize saçar, din ve dünyâ işlerimizi kolaylaştırır” dedi. Hepsi yorgun ve halsizdi. Bunun üzerine biraz uzandılar. Hakk’ın emriyle yavaş yavaş hepsi uyuyakaldılar.

Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kehf’in kendi arala­rındaki bu konuşmalarını, Kur’ân-ı kerimde meâlen şöyle bildirmektedir:

“(Birbirlerine şöyle demişlerdi:) Madem ki siz, onlardan ve Allah’tan başka tap­makta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya (çekilip) sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde size bir fayda (kolaylık) hazır­lasın.” (Kehf sûresi: 16)

“O zaman, o genç yiğitler mağaraya sığınmış (lar) dı da; “Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet (dinde hidâyet, günahlarımızı da mağfiret et ve helâl rızık), düşmandan emniyet ver ve işimizden (dînimizi muhafaza için kâfirlerden ayrılıp, mağaraya iltica ettiğimizden dolayı) bizim için bir muvaffakiyet hazırla. (O sayede rüşd ve hidâyete ermiş; böylece çok sevaba kavuşmuş olalım.)” (Kehf sûresi: 10)

Onlar mağaraya girdiklerinde, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu dileyerek böyle dediler. Ahmed ibni Hanbel’in (r.aleyh) “Müsned”inde, Büsr ibni Ebî Ertâd, Resûlullah’ın şöyle dua ettiğini bildirdi: “Yâ Rabbî! Bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı (iyi) kıl. Bizi dünyâda rüsvây olmaktan ve âhırette azâbdan koru!”

Eshâb-ı Kehf’in mağaraya geldikten sonra uykuya varmaları, Kehf sûresi 11. âyet-i kerî­mesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Bunun üzerine biz, nice yıllar mağa­rada onların kulaklarına (haricî şeyleri işitmelerine mâni perde) vurduk (nice yıllar tam bir sükûn içinde uyuttuk).”

Dokyanus, Efsûs’a gelip, onları sordu. Kaç­tıklarını bildirdiler. Bunun üzerine babalarını getirtti. Onları bulmaları için zorladı. Babaları; “Bi­zim malımızı alıp, dağa doğru gittiler”‘ dediler. Dok­yanus, adamları ile gidip o mağarayı buldu. Burada ölsünler diye, mağaranın ağzını iyice kapattırdı. O zaman Dokyanus’un yakınların­dan iki mü’min, gençlerin isimlerini ve hâllerini iki kurşun levhaya yazıp, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara, Betâhlus dağının güney tarafında idi. Güneş, doğarken ve batarken oraya vurduğundan, rutubet olmazdı. Eshâb-ı Kehf uyurken gözleri açık idi. Allahü teâlâ meleklerle, onları sağ ve sol taraflarına döndü­rürdü. Köpekleri, dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı, ölü değillerdi. Nefes alırlar, saçları tırnakları uzardı.

Allahü teâlâ kemâl-i kudreti ile cesed ve elbiselerini değiştirmedi. Eshâb-ı Kehf, üç yüz dokuz sene o mağarada uyuyup kaldılar. Allahü teâlâ kendilerini muhafaza etti.

Eshâb-ı Kehf’in uykularının keyfiyyeti hak­kında Kur’ânı kerimde meâlen buyruldu ki: “(On­ların gözleri açık olmakla) sen onları uyanık zannedersin. Hâlbuki onlar uykudadır. Biz onları (meleklerle) sağına ve soluna döndürürüz (ki uzun zaman geçmekle bedenleri çürümesin). Onların köpekleri dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı (yaymıştı). Eğer sen onlara bakarak hâl­lerini görseydin, (korkudan) geri dönüp kaçardın. Kalbin onların korkusuyla dolardı (zîrâ gözleri açık ve kılları, tırnakları uzamış ve yerleri karanlık ve korkulu idi).” (Kehf sûresi: 18)

İbn-i Cüreyc (r.aleyh) dedi ki: “Köpek, kapıda onları bekliyordu. Bu, onun yaratılışı ve tabîatı gereğidir. O, mağara kapısı önünde, ken­dilerini bekliyormuş gibi duruyordu. “Kıtmîr adındaki bu hayvanın, Cennet’e gireceği tefsîrlerde bildirilmektedir.

Güneşin doğarken ve batarken mağaraya vurduğu da meâlen şöyle bildirilmektedir:

“(Onlara baksaydın) görürdün ki, güneş doğduğu zaman, mağaranın sağ tarafına yönelir; battığı vakitte onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın (mağaranın) geniş bir yerinde idi­ler. İşte bu, (Eshâb-ı Kehf’in hâl ve şânı, onların mağaraya girişi yahut kıssalarını haber verişin) Allahü teâlânın âyetlerindendir. Allahü teâlâ kime hidâyet ederse, o, doğru yola erdirilmiştir; kimi de şaşırtırsa, artık onun için hiç bir zaman felaha götürücü bir mürşid bulamaz­sın.” (Kehf sûresi: 17)

Eshâb-ı Kehf’in uykularının müddeti de meâlen şöyle bildirilmektedir; “Onlar mağa­ralarında üç yüz sene eğleştiler. (Buna) dokuz (yıl) daha kattılar.” (Kehf sûresi: 25)

“De ki: “Allah ne kadar eğlendikle­rini daha iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı (nı bilmek) O’na mahsusdur. O, ne güzel görendir. Ne güzel işitendir.

(Bütün) bunların (yer ve gök ehlinin) O’ ndan başka hiç bir yardımcısı yoktur.

O, hiç bir (kimseyi, hiç bir şeyi) hükmüne ortak da yapmaz.” (Kehf sûresi: 26)

Hazret-i Ali buyurdu ki: “Ehl-i kitap indinde Eshâb-ı Kehf, mağarada, şemsî yıl hesabiyle üç yüz yıl kalmışlardır. Cenâb-ı Hak bu seneyi kamerî olarak beyân buyurdu. Aralarındaki farklılık, her yüz yılda üç senedir. Bu suretle şemsî üç yüz sene, kamerî üç yüz dokuz seneye denktir.”

Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı Kehf ve Rakîm’in üç yüz dokuz sene uykuda kalmalarının o kadar şaşılacak bir şey olmadığını da şöyle beyân buyurdu:

“(Ey Habîbim!) Sen bizim âyetlerimiz içinde (yalnız) Kehf ve Rakîm eshabının ibrete şayan olduklarını mı sandın?” (Kehf sûresi: 9)

Yâni; onların bu hâli, öldükten sonra diril­menin olduğunu isbat edecek açık bir alâmet­tir. Fakat, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün bir biri ardınca getirilişi, güneşin ve ayın emre müsahhar kılınışı, ayrıca buna ben­zer Allahü teâlânın kudretine delâlet eden muazzam hâdiseler daha büyük olup, bunların yanında Eshâb-ı Kehf hâdisesi, o kadar garip görülmemelidir. Eshâb-ı Kehf’in hâllerinden daha şaşılacak hâller bile Allahü teâlâyı âciz bırakamaz. Allahü teâlâ her dilediğini yap­mağa muktedirdir. Nitekim İbn-i Cüreyc; Mücâhid rivâyetiyle bu âyet-i kerîme hakkında buyurdu ki: “Bizim âyetlerimizden bundan çok daha şaşılacak olanları vardır.” Avfî, İbn-i Abbâs’dan (r.anh) naklen bu âyet-i kerîmeye şöyle mânâ verdiğini bildirdi: “Sana verdiğim bilgi, sünnet ve kitap, mağara ve kitabe ehlinin durumlarından çok daha mühimdir.” Muhammed bin İshak ise;. “Kullarıma karşı gösterdi­ğim hüccetler, mağara ve kitabe ehlinin durumundan çok daha şaşırtıcıdır” buyurdu.

Ayet-i kerîmede beyân buyrulan “Kehf; dağda bulunan geniş mağara demektir, îmânlı gençler buraya sığındıklarından, bunlara Eshâb-ı Kehf dendi. Rakîm kelimesi hak­kında buyruldu ki: Sa’îd bin Cübeyr (r.aleyh); “Eshâb-ı Kehf’in isim ve kıssalarının üzerine yazılıp, mağara kapısına asıldığı kurşun veya taştan bir levhadır” buyurdu. Bu hususta başka rivayetler de vardır.

Resûlullah zamanındaki müslümanlar ile ehli kitabın, Eshâb-ı Kehf hakkındaki ihtilâfla­rını, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurmaktadır:

“(Resûl-i ekrem (s.a.v.) zamanındaki ehli kitaptan bâzıları, yahudiler veya necran hıristiyanlarından Ya’kûbiyye taifesinden biri; “(Sayıları) üçtür, dördüncüleri kö­pekleridir” diyecekler, (Nasârâ ise;) “Beşdir, altıncıları köpekleridir” diyecekler ve gayb için zanda bulunacaklar, “Yedidir, sekizincileri kelbleridir” diyecekler (bunlar mü’minlerdir). Şöyle ki; “Rabbim onların sayısını daha iyi bilendir. Onları (insanların) birazından başkası bilemez. O hâlde bunlar hak­kında zahirî bir münâkaşadan (sana indirilen Kur’ân-ı kerîmde olandan) gayrı ile mücâdele etme. Bunlara dâir içlerinden hiç bir kimseden fetva da isteme.(Kehf sûresi: 22)

İbn-i Abbâs (r. anhümâ), bu âyet-i kerîme­nin tefsîrini yaparken, Eshâb-ı Kehf’in yedi zât olduğunu bildirdi.

Hâzin ve Kadı Beydâvi’nin (r. aleyhim) bil­dirdiğine göre; “Eshâb-ı Kehf’in sayısı üçtür, dördüncüleri kelpleridir” diyenler; Necrân hıristiyanları ve Îsâ  aleyhisselâmın ulûhiyetine îtikâd eden Ya’kûbiyye fırkasından biri ve onun tâbileridir. “Onların sayısı beştir, altıncısı kelpleridir” diyenler; hıristiyanlardan, Nastûriyye fırkasından Akıb adında birisi ve onun tâbileridir. Müslümanlar da; “Yedidir, sekizin­cisi kelbleridir” dediler. Bu konuşmalar, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde olmuştu. Üç-beş diyenlerin sözlerinin doğru olmadığına işaret için, Allahü teâlâ; “Gaibe taş atarlar” buyurdu. “Onların sayısı yedi diyenlerin sözlerinin doğru olduğuna da; “Onların adedini az kimse bilir” buyura­rak işaret etti.

Fahreddîn-i Râzî (r. aleyh) bildirdi ki: “Hazret-i Ali’nin rivâyetine göre, Eshâb-ı Kehf’in adedi yedidir. Bunların altısı hükümdarın yakınlarından olup, onun sağında ve solunda bulunurlardı. Sağındakiler; Yemlîha, Mekselînâ ve Mislînâ idi. Bunlara Eshâb-ı Yemîn den­miştir. Hükümdarın solunda bulunanlar ise; Mernûş, Debernûş ve Şâzenûş’dur. Bunlara da Eshâb-ı Yesâr denmiştir. Dokyanus, önemli işlerinde bunlarla istişare ederdi. Yâni bunlar, hükümdarın müşavere hey’etinden idiler.

Bunlar, Dokyanus’u îmâna davet ettikle­rinde, o kabul etmeyince, zulmünden korktuk­larından îmânlarını korumak için, hicrete mecbur oldular. Eshâb-ı Kehf’in yedincileri Kefeştetayyûş ismindeki çobandır. Sekizincisi ise çobanın kelbidir. Onun ismi de Kıtmîr idi.”

Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı Kehf’in mağarada uyku hâlinde ne kadar kaldıklarını, yahudi ve nasârâ ve başkalarının doğru olarak bilemeyeceklerini beyân ederek, onların haberini doğru ve vak’aya uygun olarak açık ve geniş olarak Habîbine (s.a.v.) bildirdi.

“Sonra da onları uyandırdık. İki zümreden hangisi bekledikleri gayeyi daha iyi (zabt ve) hesâb edicidir, ayırd edelim diye.” (Kehf sûresi: 12)

Cenâb-ı Hak, bu uzun uykudan sonra Eshâb-ı Kehf’i uyandırdı. Onlar henüz yattık­ları günde bulunduklarını sandılar. İçlerinden biri (Mekselînâ), arkadaşlarına; “Ne kadar zaman yatıp uydunuz?” dedi. Zirâ onlar güneş doğarken mağaraya girmişlerdi. Uyan­dıkları zaman güneş batmak üzere olduğun­dan, cevâbında; “Bir gün veya günün bir mikdârını uyuduk” dediler. Sonra saç, sakal ve tırnaklarına bakıp birbirlerine; “Ne kadar uyu­duğumuzu Rabbimiz bilir” dediler. Mekselînâ daha sonra; “Biriniz şu parayı alıp, Efsûs’a (Tarsus şehrine) gitsin, baksın. Hangi yiyecek helâl ve temiz ise, ondan satın alıp getirsin. Yiyecek almaya giden, burada kalanları şehirdekilere haber vermesin. Eğer Dokyanus’a tâbi olan ahâli, sizi bulurlarsa recm ederler (taşla öldürürler). Yâhut ta zorla kendi bozuk dinlerine döndürürler. Onların dînine girince, artık sizin için sonsuz olarak kurtuluş yoktur” dedi. Bunların en olgun ve akıllıları olan Yemlîha, bu vasiyetleri kabul ile yola çıktı. Şehre vardığında, durumu çok değişmiş gördü. Pazar, çarşı, mahalle ve insanların şekil ve renkleri değişmişti. Böylece o, bambaşka bir âlem gördü ve hayretler içinde kaldı.

Eshâb-ı Kehf’in uykudan kalkmaları, uyku müddeti hakkındaki konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

“Biz onları (uyuttuğumuz gibi, kemâl-ı kudretimizle cesed ve elbiseleri bu uzun zamanda değişmeksizin) uyandırdık ki, hâllerini bilsinler. (Birbirleriyle soruşup hâllerini ve Allahü teâlânın kendilerine ne yap­tığını öğrensinler de, cenâb-ı Hakk’ın kemâl-i kudretine olan yakînleri artsın, öldükten sonra dirilmenin ne olduğu numunesini gör­sünler, Allahü teâlânın kendilerine olan nimet­lerine şükretsinler diye.) Onlardan birisi (Mekselînâ) dedi ki: “Ne kadar zaman (yatıp) eğleştiniz?” (Zîrâ onların mağaraya girmeleri güneş doğarken İdi., Uyanmaları guruba yakın olmakla, cevapda bâzıları;) “Bir gün, yahut günden bir mikdar uykuda kaldık” dediler. (Tekrar; kıllarına ve tırnaklarına bakıp yine) birbirlerine; “Ne kadar eğlendiğimizi Rabbimiz daha iyi bilen’ dir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre (Tarsus’a) gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse (daha helâl, daha güzel, daha bol; daha ucuz ise) ondan size bir rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi hiç bir kimseye sakın hissettirmesin” dediler.” (Kehf sûresi: 19)

Fahreddîn-i Razî (r. aleyh); “Bunların elin­deki para, madrûb (basılı) olup, üzerinde Dokyanus’un ismi yazılı idi” buyurdu. Bu âyet-i kerîmede insanın; rızkı için çalışması, yiyece­ğin helâl ve temizini ve aldanmayıp ucuzunu arayıp alması, insanlarla muamelede âdâb-ı muaşerete (görgü kurallarına) dikkat etmesi, fitne zamanında düşmandan kendisini sakla­maya çalışması gerektiğine dâir işaretlerin olduğu bildirilmektedir.

“Çünkü onlar size galebe ederlerse, sizi ya taşla öldürürler, yahut sizi (zorla) kendi dinlerine döndürürler. Bu tak­dirde ise ebedî felah bulamazsınız.” (Kehf sûresi: 20)

Fahreddîn-i Râzî ve Kadı Beydâvi’nin (r.aleyhim) bildirdiklerine göre; “Bunlar uyku­dan uyanınca, şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemlîha’nın), elbise değiştirerek, hâlini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun gördüler.”

Nihayet ekmekçi dükkanına girip, o parayı yâni Dokyanus zamanında, onun adına bası­lan sikkeyi (parayı) ekmekçiye verince, bunun bir hazîne bulduğunu sandı ve elden ele göste­rerek zaptiyeye vardı. Yemlîha’yı tutup; “Bul­duğun hazîneyi ver” diye tehdid ettiler. Yemlîha; “Ben hazîne bulmadım. Dünkü gün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim” dedi. Babasının ismini sordular. Söyledi. “Burada o isimde kimse yoktur” deyip; “Yalan söylüyorsun” diye çıkıştılar. Çok daraldı. “Beni Dokyanus’a götürün, o benim işimi bilir.” dedi. Bu sözünü de alaya alıp; “Dokyanus öleli üç yüz seneye yakındır. Sen bize hikâye mi anlatıyorsun?” dediler. Yemlîha, nihayet çaresiz kalıp, dünkü gün kaçıp mağaraya gir­diklerini söyledi. “Bundan başka bir şey bilmiyorum” dedi.

Hâdise hükümete aksetti. O zamanki hükümdar Teodüs (Tendrus) isminde sâlih bir zât idi. Vaktinin insanlarının çoğu, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederlerdi. Hükümdar onlara bu hususta ne kadar nasihat etse fayda vermezdi. Bir gün; “Yâ Rabbî! Bu kavme âhıret gününe, haşrın ve neşrin meydana geleceğine şehâdet edecek bir harikulade hâl göster” diye dua ve niyazda bulundu. O zamanda Yemlîha’yı huzuruna getirdiler. Yemlîha başından geçenleri anlatınca; pâdişâh, oğlu, eşrafı ve yakın adamları ile birlikte mağaraya yollandı­lar. Yemlîha varıp, arkadaşlarına haber verdi. Hükümdar ve yakınları, asırlardan beri mağa­rada yatıp kalmış gençleri gördüler. İsim ve hâlleri üzerine yazlan taşı getirip okudular. Dinlerini, îmânlarını korumak için hicret etmiş, her şeylerini geride bırakmış bu gençlerin hâl­leri açıkça anlaşıldı. Hükümdar, duasının kabul edildiğini anlayıp, Cenâb-ı Hakk’a şük­retti. Eshâb-ı Kehf’e selâm verip cevap aldı. Böylece onların dinlerini kayırmaları, kâfir ve zâlim bir hükümdardan kaçarken, tam üç yüz yıl sonra sâlih ve dindar olan bir başka hüküm­darın ayaklarına kadar gelmesine ve görü­nürde bile pek yüksek dereceye kavuş­malarına sebep oldu. Hükümdar hepsi­nin boynuna sarılıp veda ederken, Eshâb-ı Kehf, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar. Girdik­leri mağara içinde medfûn kaldılar. (Bir riva­yette Eshâb-ı Kehf’in ruhları kabzolundu ve cesedleri halkın gözünden kayboldu.) Halk onların yanından dışarı çıkınca, kendilerini bir korku ve çekingenlik kapladı. Artık kimse onların yanına giremedi. Sonra mağaranın ağzında bir mescid inşâ edildi. Böylece orası, halk için ziyâretgâh oldu.

Kur’ân-ı kerîmde bu husus, meâlen şöyle bildirilmektedir: “Böylece (kullarımızı ve mü’ minleri) onların hâllerine müttalî kıldık ki, Allah’ın, (tekrar dirilteceğine dâir olan) vadinin şüphesiz bir hak olduğunu, kıyametin vukuunda da hiç bir şüphe bulunmadığını bilmiş olsunlar. O sırada onlar, bunların işini aralarında nizâlaşıyorlardı. (Kimi; “Yalnız ruhlar dirilecek”, kimi; “Hayır, ruhlar cesedlerle bir­likte dirilecek” diyordu.) Bunun üzerine; “Onların etrafına bir bina yapın (onları gizlesin)” dediler. (Bunu diyen kâfirlerdi.) Rableri onları daha iyi bilendir. Onla­rın işine galip (ve vâkıf) olanlar (Eshâb-ı Kehf’in hâlini daha iyi takdir eden mü’minler) ise; “Mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz” dediler (ve namaz kılmak üzere o mağaranın kapısı önüne mescid yaptılar).” (Kehf sûresi: 21)

Zamanla mağara ağzının önündeki mabe­din enkazı üzerine, Osmanlı pâdişâhları zamanında yapılan bir mescid, İkinci Abdülhamîd Hân tarafından yeniden inşâ olunarak tek minareli bir cami hâline getirildi. Sonra cami yanına bir ilâve yapılıp, husûsî bir imâm tâyin edildi. Kurban bayramlarında bu zât, İstanbul’a gelerek, İkinci Abdülhamîd Hân’ın sarayın­daki muâyedesine (bayramlaşmaya) iştirak eder, senelik tahsîsât ve ihsanını alırdı.

Resûlullah (s.a.v.) zamanında, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali (r.anhümâ) kerâmeten oraya gitmişlerdir. Eshâb-ı Kehf yine uykudan uyan­mışlar, görüşmüşler, Resûlullah’a (s.a.v.) îmân ettiklerini bildirmişler, selâm yollamışlar, dua istemişlerdir. Hz. Mehdî zamanında tekrar uyanacak, yanına gidip, askeri olacaklar ve ona yardım edeceklerdir.

Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Eshâb-ı Kehf, (hazret-i) Mehdî’nin yardımcıları olacaktır ve İsa (aleyhisselâm) bunun zamanında gökten inecektir, Îsâ  (aleyhisselâm), Deccâl ile harb ederken, Mehdî onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdarlığı zamanında, her zaman­kinin aksine ve hesapların tersine ola­rak, Ramazân-ı şerifin 14. günü güneş ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.”

Mevlânâ Muhammed Osman Sâhib (r.aleyh), “Fevâid-i Osmâniyye” kitabında bil­dirdi ki: “Tarlaya bereket gelmesi için, mahsû­lün uşrunu vermeli, sonra Eshâb-ı Kehf’in isimlerini dört kâğıda yazıp, ayrı ayrı sarıp, tarlanın ayak basmayan dört köşesine defn etmelidir. Sabah ve yatsı namazlarından sonra büyük âlimlerin isimlerini, sonra Fâtiha-i şerîfeyi okuyarak ruhlarına gönderip, onları vesile ederek yapılan duanın kabul olduğu tecrübe edilmiştir.”  “Rûh-ul-Beyân”da diyor ki: “Eshâb-ı Kehf’in isimleri yazılı kâğıdı evinde, üstünde bulundurmak da kaza ve belâdan korur, bereket verir.”

İmâm-ı Rabbani Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (r.a.), Eshâb-ı Kehf’in îmânlarını korumak için yaptıkları hicretin, Allahü teâlâ katında çok kıymetli olduğunu, “Mektûbât” isimli kıymetli kitabının 44. mektu­bunda şöyle bildirmektedir: “Dünyânın bugünkü hâlinde, O’nun sünnet-i seniyyesine (yânî İslâmiyet’e) uymakla şereflendirilenler ne kadar bahtiyardır. O’nun dînine inanan, O’na ümmet olanın az bir iyiliğine kat kat sevâb verilir. Eshâb-ı Kehf (yâni Tarsus’daki mağa­rada bulunan yedi kişi rahmetullahi aleyhim ecmaîn) bir güzel iş yapmakla, yüksek derece­lere kavuştu. Bu işleri de, din düşmanları her tarafı kapladığı vakit, kalplerindeki îmânı koru­mak için, başka bir yere hicret etmeleri idi. Bugün, O’na îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir hareketinin çok kıy­metli olmasına benzer. Sulh zamanında, aske­rin bundan kat kat fazla çalışması böyle kıymetli olamaz.”

  1. mektubunda da şöyle buyurmaktadır: “Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! insana önce itikadını, îmânını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak gerekir. İbâdetlerin hepsini ken­dinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberi­miz (aleyhissalâtü vesselam); Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar” buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin, kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin 45. âyetinde meâlen; “Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden muhakkak uzak­laştırır” buyruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşde namazdır. Bununla bera­ber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz; “Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır” buyurdu. Sonsuz ihsan sahibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabul edebilir. (Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.)

Namazları cemâat ile ve huşu ve hudû ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyâda ve âhırette felâketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin başında meâlen; “Mü’minler herhalde kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşu ile kılanlardır” buyurdu. Tehlike, korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur. Düşman saldırdığı zaman, askerin ufak bir iş görmesi, pek çok kıymetli olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememe­sine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz (aleyhi ve âlâ âlihissalevâtü vettehiyyât) bir hadîs-i şerîfde; “Fitnenin, fesadın çoğal­dığı zamanda ibadet etmek, hicret ede­rek benim yanıma gelmek gibidir” buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini arttır­makta, sevabı kat kat çoğaltmaktadır. Zarar yapmak istemeleri, müslümanlar için faydalı olmaktadır. Daha ne yazayım? Oğlumuz Şeyh Behâeddîn, Allah adamları ile görüşmekten sıkılıyor. Zenginlerle, dünyâya düşkün olan­larla bulunmak istiyor. Onlarla düşüp kalkma­nın, insanı felâkete götüreceğini, anlıyamıyor. Onların yağlı, tatlı yemeklerinin, zehir gibi, gönlü öldüreceğini, ahlâkı bozacağını düşü­nemiyor. Âmân, âmân kötü arkadaşlardan kaçınız! İnsanın dînine, îmânına saldıran, tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldan­mamak için, çok uyanık olunuz. Hadîs-i şerîfde; “Mal ve mevki sahiblerine, malı için, makamı için alçalan kimsenin dîninin üçte ikisi gider” buyruldu. Mal için, mevkî kazanmak için, İslâm düşmanla­rına eğilenlere, dinlerinden, ibâdetlerinden vazgeçenlere yazıklar olsun! Sonsuz nimet­leri, saadetleri, birkaç günlük eğlence için elden kaçırıyorlar.”

                                                                                                              

1) Tefsîr-i Kebîr

2) Tefsîr-i Mazharî

3) Tefsîr-i Taberî

4) Rûh-ul-Beyân

5) Feth-ul-Bârî Şerh-ul-Buhârî; cild-6, sh, 366, 367

6) Târih-üt Taberî; cild-2, sh. 40

7) Bedâyi-üz Zuhur; sh. 196

8) Ravdat-üs Safa; sh. 374

9) Arâis-ül-Mecâlis; sh. 411

10) Ttam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 61,354, 711, 1035

11) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 205

12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 326, 337

13) Mir’ât-ı Kâinat; sh. 178

14) El-Kâmil fit-Târih; cild-1, sh. 355

15) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbani; mektup. 44,65, 85,

16) Et-Tebsırâ; sh. 366