EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR - kainatingunesi.com

EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR

Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin Sinan adında bir oğlu vardı. Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve ken- dine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu. Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; “Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştir­seydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var.” dedi. Bunun üzerine babası; “Oğlum sen de murâ­dına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke’ye git, Kâbe’yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa’y edip, Makâm-ı İbrâhim’e varınca, Allahü teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin.” dedi.

Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe’ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke’ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi bo­ğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gö­züküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için Allahü teâlâya şükretti.

Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm etti­ler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçi­yordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. Allahü teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düş­müş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da iş­kence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman Allahü teâlâya duâ edip, şöyle dedi:

“Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım.” diyerek gece-gündüz ağlardı.

Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; “Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gi­demeyip, buralarda kalırsın.” dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; “Gözünü yum beri gel. Allahü teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin.” dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe’ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe’nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe’yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim’e geçip iki rekat namaz kıldı.

Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim’de iki rekat na­maz kıldım. Selâm verdikten sonra; “Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir.” diye duâ edip ellerimi yüzüme sür­düm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öp­tüm ve; “Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin.” dedim. Bana; “Evli­yâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden haber­siz zannedersin. Zâhir ilimle Allahü teâlâya kavuşmayı mı murâd eder­sin! Zâhir ilmi olmayanı Hak’tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye fay­dalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düş­kün olmayan, haramlardan sakınan mevlasına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir.” buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.

Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gös­terdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. “Derdime yine babam çâre oldu.” diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe’deki hizmetçiler Sinan’ın yanına yaklaşıp; “Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?” dediler. “Bu zât benim babamdır.” deyince, hizmetçiler; “Bu zât elli se­neden beri beş vakit namazını Kâbe’de kılar. Biz onu hep burada görü­rüz.” dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babası­nın terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.

Horasan’da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Câhillerin evli­yâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması, onları anlamaktan uzak olma­ların- dan ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.”

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde, Allahü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tav­siye etti. Bir defâsında buyurdular ki: Evliyâya dil uzatan, onlara karşı e- dep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Evliyâyı inkâr etmeyip, muhab­bet bes- lemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâber­dir.” Buyu- ruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edecekle­rinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâ- gî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:

“Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi.”

Talebelerinden biri ona; “Efendim bu hayvan neye işârettir?” diye so­runca; “O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî’nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır.”

Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.

“Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şe­kilde göründü.” buyurdu.

Abdurrahmân Tâgî hazretleri; olgun bir mürşidin, yol gösterici rehbe­rin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:

“Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid’atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sı­ra- t-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi müm- kündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra piş­manlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid’at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlı­dır. İn- san sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhat- lerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâ- ni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye sok­tuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıka- rım.

Kendisine dînini öğreten hocasına “neden” ve “niçin” diyen talebe if­lâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.

Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağ- mur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üze­rine Ebdâl olan zât; “Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur ver­medin de, başka yere yağdırdın?” gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üze­rine ce- nâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî haz­retleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tara- fından, yeniden verildi.”

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanı emirle- rinden; Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı nama- zından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilmin­den, velî- lerin kerâmetlerinden anlatırlardı.

Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa’rânî’ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir or­dunun Mısır’a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu ku­mandanı, Mısır’ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; “Mısır’ın sâhibi ile görüşüp, Mısır’ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz.” dedi. “Mısır’ın sâhibi kimdir?” dediklerinde; O da; “Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’dir.” dedi. Ku- mandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa’rânî’yi evinde bu­lama- dılar. Oğlu Abdürrahmân’a durumu anlattılar. Abdürrahmân, baba­sının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Mu- hammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mı­sır’ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa’rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildi­rince; “Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?” buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr’ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.

Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine de karşı çıkanlar, büyüklüğünü in­kâr e- denler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar se- bebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ede- rek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse var- dı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî’nin büyük­lüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük ev­liyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şe- nâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî’ye arzetti. O anda; “Sabret! O, yakında cezâsını bulur.” diye bir ses duyuldu.

Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.

Allahü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip, büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır.

Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında da, haddini bil- mez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; “Ben de onun gibi olabilirim.” düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan düştü ve boynu kırıldı. Hatâ- sını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; “Beni Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götü­rün.” diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazret- lerinin ya­nına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, ke- râmet ola­rak o kimsenin durumunu anladı ve tebessüm edip; “Öyle yap- makla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı. Allahü teâlâya tövbe et! Boynun düze­lir.” dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi ge- tirenlere vere­rek; “Bununla hastanın boynunu oğun.” buyurdu. Yağlayıp oğdular ve Allahü teâlânın izni ile boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşün- ce ve hâlle­rinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet ile, o zâtın büyük- lüğünü anla­yıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da, Ah- med Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin dayısı Ferîdüddin-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir’i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr’a (Gvâliyar) gönderdi. Ah- med Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr’a hareket etti. Oraya vardığında Ebü’s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî’nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar’a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir’- in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bil- dirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazret- lerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.

Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;

“Bizim rehberimiz Kur’ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî’dir. Bu geleneği değiştirmeyiz.” dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendi­renin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker oldu­ğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak’a haber ver- diler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;

“Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım.” dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: “Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıra­cağım.” Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:

“Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım.” Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak’la birlikte câmiye gelen bir şahsa;

“Keçiyi ismiyle çağır.” dedi. O da; “Hirmana!” diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:

“Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler.” Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir’in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;

“Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır.” dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir’e;

“Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür.” dedi. Sâbir hazretleri:

“Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O’na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar.” dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî’nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferî- düddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.

Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabra- k’a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e şöyle yazdı:

“Rehberimiz Kur’ân-ı kerîm’dir. Uzun zamandır Kalyâr’ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirleri­nizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz.” Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir’e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat’a;

“Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır” dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan’a, şöyle bir mektup yolladı:

“Allahü teâlâ, sizlere Kalyâr’a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed’in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etme­nizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed’in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırt­tığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz Allahü teâlâ ve O’nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed’e büyücü demişsiniz. Bunları unutu­nuz. Benim Ahmed’im, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.

Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed’e hürmet ve itâat et­sin. İtâat etmezse, Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bi­lir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir’in baba­sının ismi Abdürrahîm’dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A’zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî’dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendi­mizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezse­niz, hepiniz helâk olursunuz. Allahü teâlâ; “Resûlullah’a itâat, Allahü teâlâya itâattir.” buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûli­yetinizdedir.” Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;

“Kıyâmüddîn Zamvân’a götür.” dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân’a gittiğinde, Kalyâr’ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl’e sordu:

“Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?”

“Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr’da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım.” dedi.

“Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?” dediler. “Mahdûm Ali Ahmed Sâbir’in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir.” dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâ- dı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendi­lerine gönderilen mektubu alınca;

“Hocamın mektubunu oku bakalım.” dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: “Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin.”

Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur’ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birin­cisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zel­zele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak’a gitti:

“Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?” Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed’i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak.” dedi. Ama Kâdı:

“Kalyâr’da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat’tır. Yu­nanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir da­nışalım.” dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:

“Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kim­senin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur.” Zamvan’a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan’ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tab- rak ve Zamvan’dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;

“Orayı bana boşalt!” dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;

“Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler.” buyurdu.

Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; “Neden hep ısrâr edip duruyor­sun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk.” dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ Allahü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:

“Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Eb- dâl, kendisini getirsin.” Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî’ye buyurdu ki;

“Bir gün içinde, Kalyâr’dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâla­rınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. Allahü teâlânın azâbı henüz bitmedi.” Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mah­dûm Sâbir’in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabir­leri, 3) Musammad Gülzâdî’nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece ce­zâlarını görmüş oldular. 1253’den 1501’e kadar Kalyâr harâb olarak kal- dı. 1501’de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir’in 7. halî- fesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî’nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 ki­lometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.

Kalyâr fâciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok kork­muş- tu. O zamanlar Delhi’de bulunan Sultan, vezîrini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. Yazdığı ilticâ yazısı kısaca şöyledir:

“Kıymetli efendim! Kalyâr fâciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvan’a benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığı­nıyorum. Lütfedip emir ve tâlimâtlarınızı gönderirseniz, onlara göre hare­ket ederim.”Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şe­ker, sultanın ve âilesinin ilticâsını kabûl etti. Ancak Kalyâr’ın harab olmuş arâzisine kimsenin girmemesini ve Delhi’deki halîfesi Nizâmüddîn-i Evli- yâ’nın teveccühlerine kavuşup gönlüne girmesini tenbih etti.”

Alâeddîn-i Sâbir hazretleri’nin dergâhında onun menkıbe, kerâmet, söz ve güzel hallerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-ı Sâbir isimli eserden bâzı kı­sımlar okunuyordu. Zamânın meşhûrlarından bir çoğu da orada idi. Yal­nız Mahdûm Sâbir’in dergâhında hizmetçi olan biri, kitabın bâzı yerlerine îtirâz etti ve îtirâz mahiyetinde çeşitli sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzâm illetine, hastalığına yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. Cemâattekilerin hepsi, bu hâdiseye şâhit oldular ve kendisine;

“Bu, Alâeddîn Sâbir’in hayatına âit yazılara olan inançsızlığının ce­zâsıdır. O kimse tövbe edip pişman olmasına rağmen, o hâliyle oracıkta vefât etti.”

Birgün, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Kalyâr’a gelip dergahı yık­mak üzere, bir grup askerle Delhi’den yola çıktı. Hâce’nin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâ­ketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûm’dan özür dilediler ve onun talebe­lerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.

Hindistan’ı İngiliz işgâlinden sonra orada bulunan iki İngiliz ava çık­mışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûm’un dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiçbir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşı­nın cesedini bırakarak kaçıp gitti.

Hindistan’da bulunan Meşhûr Ganj Nehri üzerinde bir kanal açıla­caktı. Kanal planını hazırlamak vazîfesi bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûm’un dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağ­men, İngiliz mühendis, Hâce Mahdûm’un dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi, dergahın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, çadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun, kendisine, Hâce’yi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâ- eddîn Mahdûm’un dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.

Irak evliyâsından Ali bin Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir kısım âlimler ve büyük bir grup cemâat, ziyârete gittiler. Ali bin Heytî, onlara uzun bir sohbette ve nasîhatta bulundu. Herkes çok memnun ve mesrûr oldu. Sâdece içlerinde, âlim görünüşlü birkaç kimse kalblerinden îtirâzda bulundular. Ali bin Heytî, kimlerin îtirâz ettiğini anladı ve herkes evine dağıldıktan sonra, îtirâz eden âlimlerin evlerine teker teker ziyârete gitti. Herbirinin yanına geldiğinde, yüzlerine dikkatlice bakarak ayrıldı. Ali bin Heytî’nin âlimlere o bakışı ile, onlarda bildikleri ne kadar ilim varsa hepsi gitti. Bütün ilimlerini unuttular. Hattâ Kur’ân-ı kerîmi dahi ezberden okuyamaz oldular. Bir ay kadar bu hâl devâm ettikten sonra, yaptıkları hatâyı anladılar. Toplanıp Ali bin Heytî hazretlerinden özür dilemeye gel­diler. Tövbe ve istigfâr edip, elini öptüler, affedilmeleri için yalvardılar. Bunun üzerine Ali bin Heytî özürlerini kabûl edip, onları affetti. Bir sofra kurdurup hepsini dâvet etti. Yemeğe başladılar. Daha birinci lokmada, unuttukları bütün ilimler kendilerine iâde edildi.

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki: “Benim Zeyd isminde bir am­cam var idi. O, Câfer-i Sâdık hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâz- da bulundu ve; Câfer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?” dedi. Câfer-i Sâdık’ın bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu: “Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin.”

Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Câfer-i Sâdık’a îtirâzda bulunmadı.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Konya’da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı. Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Ce­hennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem’den çıkarıp, öteki Cehennem’e soku­yorlardı. Dört kişi de orada durmuş; “Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku.” di­yorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı. O zavallı kişi; “Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz.” diye ricâ edi­yordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî’sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti. Tâced- dîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ’nın medresesine koştu. Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ hazretleri ona; “Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yeti­şir ve yar- dım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaş- tıracağını düşün.” buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.

Evlîyanın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler. “Bunların reisleri kimdir?” diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî’dir dediler. İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî’ye birisini gönderip görüşlerinin ne olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: “Bizim yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası olmayan her şeyden uzak durmaktır.” Bu cevap, İbn-i Küllâb’a gelince; “Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız.” deyip, Cüneyd-i Bağdâdî’nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî’nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; “Bu cevâbı tekrarlar mısınız?” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir şe­kilde cevap verdi. İbn-i Küllâb’ın hayreti daha da artıp; “Bu cevâbı da tek­rar eder misiniz?” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; “Söylediklerinizi kavrayabilmem, ez­berleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım.” dedi. Haz­ret-i Cüneyd-i Bağdâdî; “Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım yazdırırdım.” buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî’nin büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.

Halep bölgesinde yetişen velîlerden Şeyh Ebû Bekr bin Ebû Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Halep’te Şeyh Hâlid isminde bir zât vardı. Şeyh Ebû Bekr’in büyüklüğüne inanmazdı. Kendisi fakir olup, Ulvâniyye tarîkatı üzere câmide insanlara nasihat ederdi. Fakat Şeyh Ebû Bekr’in hallerini iyi görmez; “O, şerîate aykırı hareket ediyor, onun yanına gitmeyin.” diye devamlı kötülerdi. Bir gün Haleb’e yeni bir vâli tâ­yin edildi. Vâli, Şeyh Hâlid’in vâzlarını ve iyi hallerini duyunca, onun zi­yâretine gitti. Görüştüklerinde ona hâlini, ne ile geçindiğini sorunca, Şeyh Hâlid, serveti, bir maaşı olmadığını, sevenlerin, dostların yardımı ile geçindiğini, kimseden de bir şey istemediğini, mescidde müslüman- lara nasihat etmekle meşgul olduğunu söyledi. Bunun üzerine vâli kula- ğına; “Beni dinlersen İstanbul’a git. Sultan, hâlini öğrenirse sana maaş bağlar.” dedi. Bu teklif Şeyh Hâlid’in hoşuna gitti. Yol hazırlıklarını yaptı- ğı sırada Şeyh Ebû Bekr ziyâretine geldi. Şeyh Ebû Bekr kimseye gitmezdi. Fakat o gün talebelerine; “Kalkın Hâlidciğin ziyâretine gidelim.” dedi. Mescidin önüne gelince, içeri girmeden kapının önünde durdu. Şeyh Hâlid bu ziyârete çok şaşırdı. Şeyh Ebû Bekr ona; “Sana yaşını sormaya geldim. Bana söyle kaç yaşındasın?” diye sorunca; “Seksen yaşındayım.” dedi. Bunun üzerine Şeyh Ebû Bekr; “Ey Hâlid! Sen bu zamâna kadar hangi gün aç ve çıplak kaldın. Nereye gidiyorsun. Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?” deyince, Şeyh Hâlid’in gözünden yaşlar akmaya başladı ve; “Beni ayıplama! Ben kararımdan vazgeçtim…” dedi. Şeyh Ebû Bekr’in büyüklüğünü, Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlayıp, o günden sonra çok hürmet gösterdi. O güne kadar söyledikle­rinden tövbe etti.

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd’in; “Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz.” sözünü duymuştu. Kendisini imtihân etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok ben­zeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd’e gönderdi. Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu. Hiz­metçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler. Hizmetçi, elinde kalan ve helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd’in önüne koydu. Oğlak­ları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; “Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir.” buyurdu. O kimse çok mahcûb olup hâline tövbe etti ve bu hâdi­seden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.

Ebû Saîd hazretlerini çekemiyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakârette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı. Bu kişinin Ebû Saîd’e olan hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd’in bulunduğu mahalleye bile girmezdi. Ebû Saîd bir gün; “Atımı eyerleyip hazırlayınız. Ebû Hasan Tûnî’nin yanına gideceğiz.” bu­yurdu. Bir çokları bunun hikmetini anlayamayıp hayret ettiler. O gerçek­ten bizim yanlış yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızâsı için, yan­lışa lânet ediyorsa bu lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder.” buyurdu. Talebelerinden bir kaç kişi ile yola çıktılar. O kimsenin bulun­duğu yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için geldiğini haber verdi. Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber alınca; “Onun burada ne işi var. O, kiliseye gitsin. Onun yeri orasıdır.” dedi. O talebe mecbûren bu haberi hocasına getirince, “Bismillah! Mâdem ki öyle diyor, biz de oraya gideriz.” buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede hıris- tiyanlar âyin için toplanmışlardı. Acabâ niye geldi diye merak edip onun etrafında toplandılar. İçeri girdi. Duvarda, Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryem’in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı. Ebû Saîd resimlere bakıp; “Ey Meryem oğlu Îsâ! Allah’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?” (Mâide sûresi: 116) meâ­lindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve “Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda bu iki resim de secde etsinler.” buyurdu. Allahü teâlânın izni ile o iki resim yere düştü. Yüzleri Kâbe tarafında olup, secde hâlini aldılar. Orada bulunan hıristiyanlar feryâd ettiler. Kırk tânesi hemen Ke­lime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî’ye ula­şınca hatâsını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti. Hemen Ebû Saîd haz­retlerinin yanına gelip özür diledi ve sâdık talebelerinden oldu.

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü’l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edici sözleri, kendisini fıkıh âlimi zanneden bir kimse söyledi. Ona; “Ey fakîh! Sen başkasını bırak kendi hâlinle meşgûl ol! Ömrünün bitmesine yedi gün kaldı. Öleceksin!” buyurdu. O kimse, bu hâdiseden bir hafta sonra vefât etti.

Rivâyet edilir ki, Ebü’l-Abbâs’ın bulunduğu şehrin kâdısı, onun bü­yüklüğünü inkâr ederdi. Bir gün, onun hakkında zabıt tuttu. Tuttuğu zab- tı, dolabına koyup kilitledi ve anahtarını da yanına aldı. Ebü’l-Abbâs’a da haber gönderip, güneş doğarken mahkemede hazır olma­sını emretti. Er- tesi gün güneş doğarken, Ebü’l-Abbâs kâdı efendinin ya­nına geldi. Kâdı, hazırladığı zabtı çıkarmak için dolabı açtığında, akşam koyduğu zabtı yerinde bulamayınca, hayret etti. Anahtarı kimseye ver­memişti. Zabtı kim alabilirdi? Bu hâlde iken Ebü’l-Abbâs cebinden, kâdı efendinin ak- şam dolaba kilitlediği zabtı çıkardı, ve; “Senin dolabından bu zabtı al- maya gücü yeten Allahü teâlâ, senin kalbinde bulunan îmânı da almaya kâdirdir. Eğer Allahü teâlânın velî kullarına karşı gelir, bü­yüklüklerini in- kâr edersen, sana cezâ olarak kalbinden îmânı çıkartabi­lir.” buyurdu. Bu hâl karşısında kâdı çok mahcûb olup tövbe etti ve Ebü’l-Abbâs’ı muhâ- keme etmek düşüncesinden vaz geçti.

Kûs şehrinde bir grup kimse, Behâüddîn isminde bir zâtın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Sohbet esnâsında Kâdı Izâb isminde bir zat, Ebü’l-Abbâs el-Mülessem hazretlerinin kerâmetlerinden bahse­diyordu. Orada bulunanlardan birisi, bu sözlere îtirâz ederek: “Bize böy- le sözleri söyleme. Eğer o, hakîkaten sâlih bir zât ise, kerâmet sâhibi ise, hemen şu anda buraya gelir” dedi. Orada bulunanlardan bâzıları bu- nu tasdîk ederek aynı şeyi istediler. Ebü’l-Abbâs o sırada, uzakta bir yerde bulunuyordu. Onlar, bu sözleri söyler söylemez. Ebü’l-Abbâs haz­retleri içeri girip; “Selâmün aleyküm.” dedi. Meclistekiler Ebü’l-Abbâs’ın selâmını aldılar ve onun bu kerâmetinden dolayı hayrette kaldılar. Ebü’l-Abbâs orada bulunan ve kendisine îtirâz edip, büyüklüğünü inkâr eden­lere dönerek; “Aleyhimde konuştunuz.” buyurup, ayrılıp gitti. Orada bu­lunanların hayret ve teaccübleri daha da arttı.

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Silsile-i aliyye de­nilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân’a E- bü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarla­ya- rak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü’l-Hasan hazretlerinin bü­yük- lüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ or­mana doğru giderken, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü. “Bu ne hâldir?” diye sorunca, “Evim- dekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümü- zü taşıyor.” buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden Ebû Muhammed İbrâhim bin Ali el-A’zeb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin, “Bizim gelmesini arzû ettiklerimiz, ancak bizi ziyâret edebilir.” buyurduğunu; Meâli bin Hilâl el-Abedânî, duydu ve içinden; “İstese de istemese de ben onu ziyâret ederim.” diye geçirdi. Onun ikâmet ettiği yere doğru yola çıktı. Oraya yaklaştığında, büyük bir arslana rastladı. Arslan, üzerine hücûm etti. Korkuyla geri döndü. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde ne kadar gitmek istedi ise, o arslan hep karşısına çıktı. Hâlbuki ondan başka herkes rahatça gidiyordu. Hiçbirine arslanın zararı dokunmuyordu.

Bu hâle şaşırdı ve meseleyi bâzılarına anlattı. Aklına gelenleri de söyledi. Ona; “Bu arslanın sana yol vermemesi, o büyük zâtın sözüne küçük bir îtirâzın sebebiyledir.” dediler. Bunun üzerine istigfâr okuyup, hâlis bir niyetle tövbe etti. Tövbekâr olarak yola çıkıp, Ebû Muhammed İbrâhim’in yanına gitti. Arslan da kalkıp onun yanına geldi. Ebû Muham- med İbrâhim, arslanla şakalaştılar ve ona dönerek; “Hoş geldin, ey töv- bekâr kişi!” buyurdular. O da hemen ellerine sarılıp öptü ve af di­ledi.

Seyyid Ahmed Buhârî’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Mahmûd Çe­lebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir menkıbeyi şöyle anlatır: Ab­dullah-i İlâhî bir gün Seyyid Emîr Ahmed Buhârî hazretleri ile birlikte, önceleri kendisinden okudukları âlimi ziyârete gittiler. O âlim, Emîr Buhâ- rî’ye; “Şimdi ne ile meşgûl oluyorsunuz?” diye sordu. O da; “Mirsâd-ül-İbâd fil-Mebd ilel-Me’âd isimli tasavvufî eseri mütâlaa etmekle meşgûl oluyoruz.” dedi. Bunun üzerine o ilim sahibi kimse, bu kitabı okuduğu için Emîr Buhârî’yi azarlamaya, o kitabı ve müellifini kötüle­meye, tasavvuf ehline dil uzatmaya başladı. Nihâyet daha da ileri gide­rek, Emîr Buhârî ve Abdullah-i İlâhî’yi meclisinden kovdu.

Meğer bu kimse, tasavvuf ehlinin büyüklüğünü anlayamayan, inkâr eden bir zavallı imiş. Mahmûd Çelebi bu menkıbeyi anlatınca, tasavvuf ehlini inkâr edenlerin de bulunduğunu anlamış oldum. Bundan sonra Mahmûd Çelebi’ye arzettim ki: “Efendim, tasavvuf büyüklerinin hâllerini inkâr edenler, inkâr etme gibi büyük bir belâya mübtelâ olmuşlardır. Ta­savvuf ehlinin büyüklüğünü inkâr etmeyip kabûl ettiği hâlde bu yolda ilerlemeye çalışmayanların hâli, diğerinin hâlinden daha kabîh (çirkin) değil midir?” Ben böyle söyleyince; “Hayır öyle değildir. O büyüklerin bü­yüklüklerini inkâr etmeyip îtiraf etmek, yâni kabûl etmek de bir nîmettir. Bu îtirâfın eninde sonunda o kimseyi hak yoluna çekmesi ümîd edilir.” buyurdu.”

Şakâyik-ı Nu’mâniyye’ nin müellifi olan Taşköprüzâde, bir gün soh­bet esnâsında Mahmûd Çelebiye dedi ki: “Efendim! Bâzı tasavvuf ki­taplarında anlaşılamıyan, hattâ görünüş îtibâriyle dînin açık olarak bildi­rilen hükümlerine aykırı olan kısımlar bulunuyor. Bunları inkâr etmemiz câiz olur mu?” Mahmûd Çelebi buna cevâben; “O tasavvufî hâller sizde meydana gelinceye kadar inkâr edersiniz. Ama o haller sizde de mey­dana gelince, artık inkâr etmenize lüzûm kalmaz. Çünkü o bilgilerin ha­kîkatte dînimizin hükümlerine aykırı olmadıklarını, öyle anlaşıldığını an­lamış olursunuz. Yâni tasavvuf büyüklerinin söyledikleri sözlerden bâzı­larının uygun değil gibi görünmeleri, o zâtın yanlış şeyler söylemek iste­diğinden değildir. Kendisini kaplayan tasavvufî hal sebebiyle, o halde iken anlatmak istediğini, şuuru yerinde olmadığından, uygun olmayan kelimelerle söylemesinden veya hâli ifâde için o anda başka kelime bu­lamamasındandır. Her hâlükârda tasavvuf büyüklerinin o sözlerinin yan­lış bir mânâyı anlatmak için değil, doğru bir şeyi yanlış mânâya gelecek kelimelerle anlattığından yanlış anlaşılabilmektedir. Bununla berâber, mutasavvıfların dînin hükümlerine aykırı gibi görünen, açıktan yanlış anlaşılan sözleri kabûl edilmez. Fakat o büyüklere dil de uzatılmaz. Çünkü mâzurdurlar.

İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İstanbul’da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğ­retip saâ- dete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul’da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil oldu­ğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı’nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınların­dan biri; “İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!” diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldı­rıp; “Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin.” diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; “Kör ol!” dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerin­den bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; “Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin.” dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapa­nıp; “Aman efendim kusurumu affedin.” diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; “Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir.” buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; “Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik.” dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağ­rısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; “Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı ola­yım.” der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) tasavvuf büyüklerinin yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile berâber olduğu günlerde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekbe- râbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdurrahmân’ın bulunduğu ve İmâm-ı Rabbâ- nî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın ya- nına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. Mevlânâ; “Hay- rola, neden îcâb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye so­runca, o da hazret-i İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz.” dedi. Mev- lânâ; “Onlar büyüktürler ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyin- ce, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu görmeye dayanamam.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti. İki üç gün sonra Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttu ğu bir risâlesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi. Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmân oldu. Hazret-i İmâm, Mevlânâ’ya hitâben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “Zâtınıza gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur.” buyurdu. Gâyet açık olan meseleyi görüştük- ten sonra, mübârek yüzünü Şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” bu­yurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar.” dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan sonrasını Mevlânâ Abdurrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak, dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dö­nüp bakmıyordu bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, on­ların kapısı önünde hayrân ve perişân halde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir halde durdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. Evliyâlık makamları onu öyle kap­ladı ki, hallere gömülüp, dostlardan ve tanıdıklardan tamâmen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan Serhend’e ha- reket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir halde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.

Hazret-i İmâm’ın eshâbının bâzıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdurrahmân’ın evine teşrîfi, belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikâdından kurtarmak içindi. Zîrâ buna memur idi­ler.” Mevlânâ Abdurrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın Şeyh Hamîd üze­rindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve îtikâdım kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu hâ­diseyi anlatırdı.

Ondan sonra Hamîd cezbe ve sülûk makâmlarında ilerleyerek, vilâ­yet derecesine kavuştu ve icâzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen talebeye hırka vermek âdet olduğun­dan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazret-i İmâm’dan teberrüken, kullan­dıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc eyledi. Bu şe­kilde memleketine gitti.” Mısrâ:

Bir toprak ki, yâr ilinden başa gelir,

Benim için yüz taştan da iyidir.

 

Memleketine gidince, hocasının hediyesi için küçük bir oda ayırdı. İhtiyaç sâhipleri, hastalar, dertliler bunu duyunca, dermân için oraya koştular. Memleketin her tarafından, hastalara şifâ için, huzûruna su kabları getirirlerdi. Şeyh hocasının hediyesinin ucunu suya sokar ve suyu onlara verirdi. İnsanlar şifâ bulurlardı. Hasta ölüm hastası ise suya sokar sokmaz su kabı kırılırdı. Bu çok tecrübe edilmiştir.

Anadolu’yu aydınlatan meşhûr velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti. Orada halka sohbet ve nasîhat etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz arasında; “Efendim! Bize bir halîfe bulup, reis yap­sanız.” dediler. Bunun üzerine halleriyle çevresinde sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi kasdederek; “Size Alâeddîn’i reis ede­lim.” dedi. Talebeler; “Efendim! O şahıs tarîkat ehline kâfir der. Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir kimse vardır. Âlim ve il­miyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız.” dediler. Talebelerine; “Allahü teâlâ inâyet eyleye!” diye cevap verir. Başka bir şey söylemez. O gece Alâeddîn rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde, belinde de kâfirlere mahsus bir kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden çıka­rıp atmak için çok uğraşır, fakat bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde uğ­raşırken karşısına Muhammed Çelebi Sultan’ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar. “Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi oğlum Şeyh Muhammed’den başkasının çıkarmaya gücü yetmez.” der. Bu sözleri işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı kalkıp Muhammed Çelebi Sultan’ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar. Şeyh hazretleri kapıyı açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer girmez daha o bir şey söyle­meden; “Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi her zaman nasıl bulayım!” der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini göre­rek şaşar. Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık yapmaktan vazgeçer. Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sulta- n’ın hizmetine girer, talebesi olur.

Irak’ta ve Mısır’da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh â- limlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) başka­larından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabreder, talebelerine de sabretme­lerini emrederdi. Tasavvufu ve Nakşibendiyye yolunun üstünlüğünü in­kâr eden bir kimse vardı. Muhammed Emin hazretlerinin talebelerinden birine gelerek hocasının Tenvîrü’l-Kulûb adlı kitabından bir adet istedi. Talebe o kimsenin böyle bir istekte bulunmasına sevindi. O kimsenin eski yaptıklarından vaz geçip ıslah olduğunu zannetti. Talebe merak edip o kimseye kitabı niçin istediğini sordu. O kimse o kitabın yaprakla­rıyla istincâ edeceğini yâni tahâretleneceğini söyledi. Talebe üzülerek ve kızarak; “Bu kitabı yazan kimseye hürmet etmiyorsan, içindeki Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden bildirilenlere de mi hürmet etmiyorsun?” dedi. O kimse alaylı bir tavırla güldü. Bu hareket karşısında Muhammed Emin hazretlerinin talebesi iyice kızdı. Fakat hocasının emrine uyduğu için sabrederek herhangi bir karşılıkta bulunmadı. Olanları gelip hoca­sına anlattı. Muhammed Emin hazretleri buyurdu ki: “Sabret. Allahü teâlâ gayret sâhibidir. Sen bu sabrının karşılığını inşâallah bulacaksın.” Aradan fazla zaman geçmeden talebeye hakaret dolu sözler sarfeden kimsenin şiddetli bir hastalığa tutulduğu haberi duyuldu. Bütün tedâvî­lere rağmen o kimsenin hâlinde bir iyileşme olmadı. O kimsenin günler­dir uyku uyuyamadığı ve feryat figân etmesi sebebiyle kimsenin yanına yaklaşamadığı haberi yayıldı. Sonunda yakınları kendisine hakâret edi­len talebeye gelip hallerini bildirdiler. O talebe; “Âriflerin yâni Allah a- damlarının okları zehirlidir. O oklardan birisi kime isâbet ederse o kimse helâk olur. Lâkin ben o kimsenin bu rahatsızlığının hafiflemesini istiyo- rum. İnşâallah bu akşam durumu hocama bildireceğim.” dedi. O talebe ve yanında bulunan arkadaşları hocalarının evine gittiler. O sı­rada has- tanın yakınları da hastayı oraya getirdiler. Muhammed Emin Erbilî haz- retlerinin önüne koydular. O kimse kurumuş, sanki etsiz bir heykel gibi olmuştu. Halbuki hasta olmadan önce kuvvetli ve boyu posu yerindeydi. O kimse Muhammed Emin Erbilî hazretlerini görünce acı acı ağladı. Hastanın yanında bulunanlar onun hâlini Muhammed Emin Erbilî’ye anlattılar. Muhammed Emin Erbilî o kimseye nasîhat etti ve yaptıklarına tövbe etmesini istedi. İstiğfâr okuduktan sonra; “Allahü teâlâya tövbe et- tim ve söylediklerime pişman oldum.” de, buyurdu. Hasta denilenleri yaptı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri Fâtiha ve Nâs sûrelerini oku- yup, Peygamber efendimizin, Silsile-i aliyyenin rûhlarına hediye edip on- ları vesîle etti ve bu hastanın hidâyete kavuşması ve son nefeste îmânla gitmesi için duâ etti. Hastayı sâhipleri alarak evine gö­türdüler. Hasta ve yanındakiler dışarı çıkınca, Muhammed Emin hazret­leri “Elhamdülillah. O kimse Allahü teâlâya sâdık bir şekilde tövbe etti. Onun son nefeste îmânla gideceğini ümid ediyorum.” buyurdu. O kimse evine gittikten son- ra günlerce rahat bir şekilde uyudu. Halbuki aylardır hastalığı sebebiyle uyuyamıyordu. Nihâyet bu halde îmân ile rûhunu teslim etti.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma’sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe oan Muhammed Hanîf, hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği mâri­fetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâ­bil’e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktı­lar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf’e geldiler: “Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız.” dediler. Ve; “Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend’den Kâbil’e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz.” diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hoca­sına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatin­den, bunu kabûl eyledi ve; “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri ye­meği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim.” dedi.

Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf’e; “Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim.” dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; “Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır.” buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! Muhammed Ma’sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapı­sından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Yalnız Muhammed Ha-   nîf’in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sa- kın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve zi­yan- lara düşersiniz.” Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Mu- hammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zul­metten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma’sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur.” buyurup, ayrıl­dılar.

Sa’dullah Hân, Şâh Cihân’ın yanındayken, Muhammed Ma’ sûm haz­retlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâlle­rini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birden­bire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma’sûm hazretleri hakkında söyle­diği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve Muhammed Ma’sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. “Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin.” diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma’sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: “Yalan söy- leyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi.” O Hâ­nın adamlarına; “Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor.” bu­yurdu. Sa’dullah’ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa’dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini   imtihân etmek için, Mâlikî kadılarından biri gel­mişti. Muhammed Şâzilî’ye onun, imtihân etmek maksadıyla geldiğini bildirdiler. Muhammed Şâzilî; “Ben fakirlerin seccâdesi üzerinde oturuyo­rum, gücü yeterse, istediğini sorsun.” buyurdu. Kâdı, gelince sormaya başladı; “….hakkında ne dersin?” dedi durakladı. Şâzilî “Evet” dedi. O; “……hakkında ne dersin?” dedi durakladı. Şâzilî “Evet” dedi. O; “…… hakkında ne dersin?” dedi yine durakladı. Şâzilî “Evet (devâm et)” buyurdu. Birçok defâ aynı şeyi tekrarladı. Sonra kâdı; “Sormak istediğim soruyu unuttum?” dedi. Sonra sarığını çıkardı, istigfâr etti. Evliyâyı inkâr etmiyeceğine ve onlara îtirâz etmeyeceğine dâir söz verdi.

Evliyânın büyüklerinden Sadreddîn Hayâvî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin Hacı Muhammed Cilvânî adında Mısırlı bir talebesi vardı. Bu talebe ilimde yüksek bir derecedeydi. Bir gün arkadaşları ara­sında ilmiyle övünüp, hocası için; “O bir ümmî kişidir. Eğer bizim gibi ilim sâhibi dervişleri olmasaydı, adı sanı hiç duyulmazdı.” deyiverdi. Tam o sırada yanlarına Sadreddîn Hayâvî hazretleri geldi ve; “Bâzan küçük ço­cuğunu babası tutup elleriyle yukarı kaldırıverir. O sırada çocuk kendini çok yükseklerde görür, hattâ babasından bile yüksek olduğunu zanne­der. Halbuki babası kendisini bırakıverse, bir tarafının kırılıp helâk ola­cağını bilmez.” buyurdu. Sonra talebeler dağıldılar. Muhammed Cilvânî de dergâhtaki odasına gitti. Çok geçmeden hastalanıp vefât ettiği haberi geldi.

Sadreddîn Hayâvî hazretlerini sevmeyen biri vardı. Bir gece kendi kendine; “Sadreddîn dedikleri kişi şehrimizin genç­lerini başına topluyor ve onlara bir şeyler anlatıyor. Bu gece onun kapı­sını çalıp dışarı çıkara- yım ve bir güzel döveyim.” niyeti ile yola düştü. Sadreddîn hazretlerinin kapısına geldiğinde onu kapı önünde durur gördü. Şeyh Sadreddîn haz- retleri ona hitâben; “Ey kişi! Biz senin niyet ettiğin şey yerine gelsin diye hayli zamandır burada bekliyoruz. Çok ge­ciktin.” buyurdu. Gelen kişi bu sözleri duyunca pişman oldu ve onun bü­yük bir zât olduğunu anlayıp el- lerine kapandı, özür diledi sonra da ona talebe olmakla şereflendi.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin büyüklüğünü, halktan birisi inkâr ederek kabul göstermemişti. O gece rüyâsında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye başladılar ve; “Allahü teâlânın sevgilisi olduğu hâ- lde, sen Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin üstünlüğünü inkâr edi­yor- sun öyle mi?” dediler. Bu korkuyla uyanıp, yaptığına tövbe etti ve onun talebeleri arasına girdi.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri anlattı: “Molla Abdülgafûr isminde, hocamızın büyüklüğüne inanmayan biri vardı ki, değil kendisiyle, bizimle bile namaz kılmaya tahammül edemezdi. Cumâ günleri namazını kılar kılmaz câmiden hemen çıkıp giderdi. Bir gün câminin kapısında Seyyid Sıbgatullah ile karşılaştı. Seyyid Sıbgatullah ona; “Molla Abdülgafûr! Sen bizden ne kötülük gördün ki, arkamızdan konuşup gıybetimizi yaparsın?” buyurdu. O da Seyyid Sıbgatullah’ın kolundan tutarak itti ve; “Bunca in­sanı aldatıp peşinde koşturduğun yetmez mi ki, beni de onların arasına katmak istersin.” diyerek itmeye devâm etti. Kolunu onun elinden kurta­ran Seyyid Sıbgatullah, ona öyle bir celâl ile baktı ki, Abdülgafûr, yıldırım isâbet etmiş çınar ağacı gibi yere yıkıldı. Sonra da kalkıp hocamın elini öpmeye başladı. Bir taraftan da; “Ne olur efendim beni affediniz. Kötü ve yalancı benim. Yaptıklarıma pişmân oldum. Sizin büyüklüğünüzü anla­yamadım, beni affediniz.” diyordu. Sonra Abdülgafûr’a; “Ne gördün ki, böyle birdenbire değiştin?” diye sordular. O da; “Gavs bana öyle celâlli bakınca, yemîn ederim ki, başım tâ Arşa kadar yükseldi, sonra tekrar yere düştüm. Gavs’ın büyük kerâmetini gördükten sonra, nasıl pişmân lmam?” dedi.

Büoyük velîlerden Süveyd Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Ebü’l-Mecd Sâlim şöyle anlatır: “Sincarlı bir adam durmadan velî ve âlimleri kötülerdi. Bir ara hastalandı. Ölüm halleri görülmeye başladı. Ona; “Kelime-i şehâdeti söyle!” dediklerinde; “Söyleyemiyorum.” dedi. Hemen Süveyd Sincârî hazretlerine koşup durumunu anlattılar. O da merhamet edip yanına geldi. Bir müddet düşündükten sonra başını kal­dırıp; “Şimdi söyle!” buyurdu. Adamın dili çözüldü ve rahatça Kelime-i şehâdeti söyledi. Sonra Sincârî hazretleri; “Bu kişi Allahü teâlânın sevgili kullarına dil uzattığı, onları kötülediği için böyle bir âkıbete mâruz kaldı. Biz de Rabbimize onun hakkında şefâatte bulunduk. Bana ilham edilip; “Evliyâm râzı olursa şefâatini kabûl eder, affederim.” denildi. Bunun üze­rine Ma’rûf-i Kerhî, Sırrî-yi Sekâtî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî ve Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine onu arz edip bağışlamalarını ricâ ettim. Hepsi affet­tiler. Ancak, ondan sonra dili çözülüp şehâdet kelimesini söyleyebildi.” buyurdular.

Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahme -tullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Şirvân’da Molla İvaz ismi ile meşhûr, zühd ve verâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan ve şüp­helilerden kaçan kâmil bir zât vardı. Kırlık bir yerde, kırk odalı bir binâ yaptırdı. Bu- rada kırk büyük âlime ders verirdi. Ders verdiği bu kırk âlimin herbirinin de ayrı ayrı ders verdikleri yerleri vardı. Bundan dolayı, Molla İvaz’a kırk meclisli derlerdi. Bu zât, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâ­detle meşgûl olurdu. Fakat, tasavvuf büyüklerinin sohbetinde hiç bulun­mamıştı. Sâde- ce zâhirî ilimlerle uğraşırdı. Tasavvuf yolundakilere de iyi gözle bakmaz- dı. Bir gün bâzı talebeler, onun yanında Şâh Kubâd haz­retlerinin hakkın- da ileri geri konuştular. “Şeyh Şâh Kubâd, okuma yaz­ması olmayan bir câhildir. Onun yanında bulunanlar da ona uymuş câ­hillerdir.” dediler. Molla İvaz bu durum karşısında, ders verdiği kırk âlim talebesine; “Her- biriniz tasavvuf yolunda bulunanların küfür ve günah üzere olduklarını bildiren meseleleri ve fetvâları toplayıp getirin. Bizzat gidip onlara yanlış yolda olduklarını söyleriz. Şâyet bu hâllerinden vaz­geçerlerse, onların dalâletten ve bu yanlış yoldan kurtulmalarına vesîle olmuş oluruz. Eğer bu hâllerinden vazgeçmezlerse, hâkim haklarında gerekeni yapar.” dedi.

Hocalarının emri üzerine, talebelerin herbiri büyük gayret sarfedip, is- tenilen fetvâları hazırladılar. Mevlânâ Şâh Kubâd’ı sevenlerin geldikleri bir günde, ona, Molla İvaz’ın onun hakkında fetvâ hazırladığı ve gelmek üzere olduğu bildirilince, sadece; “Hasbünallah” dedi, aslâ alınmadı. Mol- la İvaz talebeleri ile mahalle kenarına kadar geldiği hâlde, onda her­hangi bir değişiklik olmadı ve normal hâlini bozmadı. Molla İvaz bu du­ruma kı- zıp; “İlimdeki zayıflığını göstermemek için böyle yapıyor, dışarı çıkmıyor. Artık iyice anlaşıldı ki, hakkında isnâd edilenler gerçekten doğru.” diye düşündü. Bu düşünceler içerisinde Şâh Kubâd’ın bulunduğu odaya girdi. Şâh Kubâd, onlar gelince ayağa kalktı ve; “Buyurun efendi­ler.” diyerek oturmaları için yer gösterdi. Oturduklarında, Mevlânâ Şâh Kubâd başını önüne eğdi. Bu sırada Molla İvaz talebelerine; şimdi söze başlayın diye işâret etti. Fakat talebelerden hiçbiri, kendilerinde konuşma tâkati bula- madı. Konuşması için hocalarına ricâ ettiler. Molla İvaz da ko­nuşmak is- tedi, fakat o da konuşamadı. Şeyh Şâh Kubâd’ın tasarrufunun kendilerini kapladığını anlayıp; “Şeyh hazretleri, biz misâfiriz, bize ilim sofranızdan bir şeyler ikrâm edin.” diyerek ricâda bulundu. Bunun üze­rine Mevlânâ Şâh Kubâd, kelâm ilminden tasavvufî bir tarzda söze baş­ladı. Mevzûlar hâlinde anlatırken, kelâm ilminin derin meselelerine daldı. Orada bulu- nanlar, onun anlattıkları derin bilgiler karşısında hayran kal­dılar. Çünkü birkaç gün önce Molla İvaz’dan Şerh-i Mevâkıf’ı okurken, bir cümlenin î- zâhı talebelere kapalı gelmiş, onu halletmeleri mümkün ol­mamıştı.

Şeyh Şâh Kubâd, kelâm mevzûlarını anlatırken, onların anlamadık­la- rı o cümleyi de kolay ve anlaşılır bir şekilde anlatıverdi. Talebeler şaş­kın bir hâlde birbirlerine bakarlarken, Molla İvaz da Şâh Kubâd hazretle­rinin tasavvuf ilmindeki kuvvetini ve gözleri önünde olan kerâmetini gö­rünce, ister istemez; “İnsaf dînin yarısıdır.” diyerek, Şâh Kubâd hakkında söyle- diği sözlere tövbe edip, helâllik diledi ve talebeliğe kabûl edilmesini ricâ etti. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd; “Sen ki, Şirvân memleke­tinde kırk meclisli Molla İvaz olasın da, bir ümmîyi hoca edinesin” dedi. Molla İvaz; “Sultânım, Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize hakîkat göste­rildi. Bi- zim ve bizim gibilerin sû-i zanlarından ve yanlış düşüncelerinden zât-ı â- liniz uzak imişsiniz. Fakat şu âna kadar siyah çehremiz, saf, temiz ve parlak bir aynaya rastlamadı. Kendi ayıplarımızı görmeyip, ayıpları­mızı başkalarına isnâd ettik. Elhamdülillah şimdi kendi kötü cemâlimizi gör- dük. O parlak ayna ile şereflendik. “Mümin, müminin aynasıdır.” ha­dîs-i şerîfinin mânâsınca, sizin parlak ve cilâlanmış aynanıza bakmak sûretiy- le; kendi hatâlarımızı gördük.” diyerek, hâlini arz etti. Şâh Kubâd hazret- leri de, Molla İvaz’ı ve talebelerini affederek, hepsini talebeliğe ka­bûl etti. Molla İvaz ve ona tâbi olan talebelerden bâzıları, bu yolda çok yüksel- diler. Zîrâ Mevlânâ Şâh Kubâd, onlara hizmeti kendisine vazife edinmişti.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden, kelâm âlimi ve şâir Şeyh İbni Nûh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kıymetli şiirleri ve güzel sözleri vardır. Bir defâsında; “Allahü teâlânın evliyâsının büyüklüğünü inkâr edenlerin, bu büyükler hakkında uygun olmayan, ileri geri sözler söyle­meleri, küçük bir sivrisineğin, bir dağ üzerine üflemesine, üfürmesine benzer. Nasıl ki, o dağın o üfleme ile yerinden ayrılması mümkün değil ise, inkârcıların sözleri sebebiyle, büyüklerde bir değişiklik olması da böyle imkânsızdır.”

Evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir köyden geçiyordu. Orada kendisinin büyüklüğünü, yüksekliğini inkâr edenler vardı. İbn-ür-Rıfâî, o köyde cimriliği ile tanınan bir kimse­den bir tavuk satın almak istedi. O da verdi. Tavuğu kesip pişirdiler ve birlikte yediler. Bâzı köylüler kemiklerini kapalı bir kaba koydular. Tâcüd- dîn bin Rıfâî’nin büyüklüğünü inkâr edenler de orada idi. İmtihân etmek ve kendisini zor durumda bırakmak için; “Bu tavuğun civcivleri vardı. Şimdi onlar anasız kaldı.” dediler. İbn-ür-Rıfâî, bunların maksatla­rını anlayıp, yedikleri tavuğun kemiklerinin bulunduğu kapalı kaba işâret etti. Allahü teâlânın izni ile o kaptan bir tavuk çıktı ve civcivlerin yanına gitti. Onun bu kerâmetine gözleriyle şâhid olan inkârcılar, hemen tövbe ve istigfâr edip inkârlarından vazgeçtiler.

Irak’ta Tâcüddîn bin Rıfâî hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden biri vardı. Ona dil uzatır, eziyet ve sıkıntı verirdi. Fakat Tâcüddîn hazretleri buna hiç cevap vermez, hep sabrederdi. Bir gün bu kimse, Şam’a gitmek üzere yola çıktı. Yolda hastalandı. Ağzından kan gelmeye başladı. Has­talığı ağırlaştı. Nihâyet yolda öldü. Bu sırada Tâcüddîn bin Rıfâî talebe­leri ile sohbet ediyordu. Sohbet esnâsında; “Bizi inkâr edip, eziyet ve sı­kıntı veren falan kimse, Şam yolunda, falan yerde hastalandı ve öldü. Fakat öldüğü yer yol üstü olmadığından, cenâzesi orada günlerce güneş altında kalır, kimse göremez.” dedi. Talebelerinin hepsi hayrette kaldılar. Sonra o kimse, gittiği Şam seferinden dönmedi. Merak edip araştırdılar. Hakîkaten durum, Tâcüddîn bin Rıfâî’nin bildirdiği gibi olmuştu.

 

TERZİ BABA

 

Erzincan’da yetişen, bir büyük evliyâdır,

Ledünnî ilimlerde, o, geniş bir deryâdır.

Anne ve babasının, isteği üzerine,

Küçükten başlamıştı, terzilik mesleğine.

 

Dünyâya zerre kadar, hiç etmezdi muhabbet,

Âhiret ahvâline, ediyordu hep rağbet.

 

Her iğne batırışta, zikrederdi Rabbini,

Zîrâ Allah sevgisi, doldurmuştu kalbini.

 

İğneyi çekerken de, Allah derdi o yine,

Zîrâ O’ndan gayrisi, hiç gelmezdi kalbine.

 

Halîm ve selîm olup, mütevâzi idi pek,

Hâlini, insanlardan, gizler idi Mübârek.

 

Fakîrleri çok sever, bunu belli ederdi,

Onlar ile oturmak, çok hoşuna giderdi.

 

Bir fakîr seyyah geldi, Erzincan’a bir zaman,

Üstündeki paltosu, görünmezdi yamadan.

 

Kirli ve yırtık idi, sökülmüştü her yeri,

Onu diktirmek için, gezdi hep terzileri.

 

Ve lâkin hiç birisi, dikmedi paltosunu,

Hattâ eline bile, almadı kimse onu.

 

O zavallı fakîre, hiç kıymet vermiyerek,

Savdılar başlarından, istihzâ eyleyerek.

 

Dediler ki: “Şurada, git bul Terzi Baba’yı,

O diker üstündeki, bu pejmürde abayı,

 

Böyle âdi işleri, vaktimiz yok yapmaya,

Götür bunu, o yapsın, gelme artık buraya.”

 

Zavallı fakîr yolcu, buldu Terzi Baba’yı,

Dedi: “Diker misiniz, üstümdeki abayı?”

 

Buyurdu ki: “Tabiî, bırak onu sen bana,

İnşallah hemen başlar, bitiririm yarına.”

 

ldı onu, yıkadı, temizledi ilk önce,

Söküklerini dikip, tâmir etti güzelce.

Ertesi gün o fakîr, geldiğinde dükkâna,

“Paltonuz hazır” deyip, kalktı ve verdi ona.

 

Lâkin öyle bir hâle, getirmişti ki onu,

Fakîr tanıyamadı, kendinin paltosunu.

 

Zîrâ baktı, yıkanmış, temizlenmiş, dikilmiş,

Yepyeni gördü onu, sanki hiç giyilmemiş.

 

Çok sevinip şükretti, Allahü teâlâya,

“Borcum ne kadar?” diye, sordu Terzi Baba’ya.

 

Buyurdu ki: “Borcun yok, âfiyetle giy onu,

Zîrâ ben, Allah için, diktim senin paltonu.”

 

Fakîr açtı elini, dedi ki: “Yâ İlâhî!

Evliyâ kullarından, eyle sen, bunu dahî.”

 

O günlerde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de,

Talebesinden olan, Abdullah-ı Mekkî’ye,

 

Bir icâzet vererek, demişti ki kendine:

“Sen de bu emâneti, verirsin bir ehline.”

 

Gönderdi sonra onu, hemen Anadolu’ya,

Ki aldığı feyzleri, saçıversin oraya.

 

Buyurdu: “Oralarda, bulunca bir ehlini,

O nasipli kimseye, ver bu emânetini.”

 

“Peki efendim!” deyip, bir grup insanlarla

Anadolu’ya doğru, Bağdat’tan çıktı yola.

 

Mesâfeler katedip, Erzurum’a geldiler,

Oradan da Erzincan, şehrine yöneldiler.

 

Erzincan sınırına, yaklaşınca mübârek,

Bir an yoldaşlarına, yüzünü döndürerek,

 

Dedi ki: “Hocamızdan, aldığım emâneti,

Vereceğim o şahsın, yakındır vilâyeti.

 

Zîrâ bana bir koku, geliyor ki bu yerde,

O zât, bu yakınlarda, bir yerdedir belki de.”

Erzincan sınırına, doğru ilerledikçe,

O kokunun şiddeti, artıyordu gittikçe.

 

Ne zaman ki az sonra, Erzincan’a geldiler,

Gökyüzünden o yere, nûr yağıyor gördüler.

 

Hem Abdullah-ı Mekki, hem dahî diğerleri,

Gördüler gökten inen, o nûr-u illâhîyi.

 

“Aradığım şehir, burasıdır” diyerek,

Kenar bir mahâllede, ikâmet eylediler.

 

Onlar teşrîf edince, bu beldeye nihâyet,

İnsanlar akın akın, eylediler ziyâret.

 

Her gelen hayran kaldı, onun sohbetlerine,

Ziyâretçi sayısı, çoğaldı günden güne.

 

Lâkin o, gelenlere, tek tek dikkat ederek,

Birini arıyordu, emâneti verecek.

 

Nihâyet Terzi Baba, teşrîf etti oraya.

O içeri girince, hemen kalktı ayağa.

 

Çağırıp, tam yanında, oturttu kendisini.

Şaşırttı bu iltifat, cemâatin hepsini.

 

Ona olan ilgiden, hayrete düştüler hep,

Dediler: “Bir terziye, bu iltifat ne acep?”

 

Lâkin o, görüyordu, onun temiz kalbini,

Zîrâ erbâbı anlar, mücevherin kadrini.

 

Sonra Terzi Baba’ya, buyurdu ki: “Kardeşim!

Bende bir emânet var, hocamdan almış idim.

 

Seni lâyık görürüm, emâneti vermeye,

Sen buna müstehaksın, vermem onu gayriye,

 

Bu, sana çok menfaat, çok nîmet sağlayacak,

İnsanlar akın akın, sana doğru koşacak.

 

Bunun için sâdece, sen Allah diyeceksin,

Onun karşılığında, çok şeye ereceksin.”

Dedi ki: “Ey efendim, nedir aslı bu işin?

Ben aslâ Allah demem, dünyalık bir şey için.”

 

Buyurdu ki: “Kardeşim, bu sözün ne güzeldir,

Benim dahî murâdım, bunu temin etmektir.

 

Benim bu teklîfime, evet dersen sen hemen,

Dünyâ muhabbetinden, kurtulursun tamâmen.

 

Bu, öyle bir nîmet ki, benzeri yoktur daha,

Dünyâdan uzaklaşıp, yaklaşırsın Allah’a.

 

Sen bu güzel sözünle, isbat ettin kendini.

Mübârek olsun sana, uzat şimdi elini.”

 

Sonra bir himmet ile, baktı Terzi Baba’ya,

Yükseltti tasavvufta, çok yüksek bir noktaya.

 

Değişti, olgunlaştı, o anda birden bire,

Kavuştu çok kıymetli, mânevî nîmetlere.

 

Abdullah-ı Mekkî’nin, bir himmetli nazarı,

Bir anda yükseklere, çekti o bahtiyârı.

 

Birkaç gün daha kalıp, yanında, en nihâyet,

Verdi Terzi Baba’ya, o gün mutlak icâzet.

 

O günden îtibâren, girdi başka bir hâle,

Zîrâ o, tasavvufta, ermişti tam kemâle.

 

Mânevî ilimlerin, deryâsına dalmıştı,

Artık o, büyük âlim, yüksek velî olmuştu.

 

Her konuştuğu hikmet, ibretti her bakışı,

Değişmişti bir anda, onun hayat akışı.

 

İnsanlar da bu hâli, başladı fark etmeye,

Gelmeye başladılar, ondan istifadeye.

 

Sohbetini dinleyen, kendinden geçiyordu,

Bu dünyâdan soğuyup, Hakk’a yaklaşıyordu.

 

Gelen hayran olurdu, onun yüksek hâline,

Zîrâ nûr saçıyordu, o herkesin kalbine.

Ziyâretçi sayısı, gün be gün artıyordu,

Bâzıları bu işe, mânâ veremiyordu,

 

Hakkında dedi-kodu, başladı en nihâyet,

Zîrâ kötü insanlar, eksik değildi elbet.

 

Derlerdi: “Bildiğimiz, şu câhil Terzi Baba,

Halk niçin akın akın, ona gider acabâ?”

 

Önce, yalnız câhiller, söylerdi böyle, ancak,

Sonra okumuşlar da, etti buna iştirak.

 

Bâzı ilim ehli de, katılınca onlara,

Erzincan’ın müftisi, şöyle dedi o ara:

 

“İmtihana çekelim, çağırarak kendini,

Cevap veremeyince, o da bilsin haddini.

 

Deriz ki: “Terzi Baba, habersizdir ilimden,

Gitmesin kimse ona, bu günden îtibâren”

 

Dâvetiye gönderdi, sonra Terzi Baba’ya;

“Filan gün, filan sâat, lütfen gelin buraya!”

 

O imtihan günü de, gelmiş idi nihâyet,

Terzi Baba dâvete, etti o gün icâbet.

 

Gördü ki Erzincan’da, ne kadar hoca, hâfız,

Kim varsa din adamı, müezzin, imâm, vâiz.

 

Toplanmışlar bir yere, bu zevâtın cümlesi,

Teşekkül ettirmişler, bir imtihan meclisi.

 

İçeri girer girmez, sual etti müftîye:

“Beni, ne maksat ile, dâvet ettiniz?” diye.

 

Dedi: “Seni buraya, çağırdık imtihana,

Bâzı dînî suâller, soracağız biz sana.”

 

Sordu Terzi Baba’ya, fıkıhtan birkaç suâl,

Lâkin o, doyurucu, cevaplar verdi derhâl.

 

Gâyeleri zor sorup, susturmaktı kendini.

O ise cevap verip, mahcup etti hepsini.

Son olarak sordu ki: “Peki ey Terzi Baba!

Sıfât-ı sübûtiyye, kaç tanedir acaba?”

 

Buyurdu ki: “Sekizdir, sıfât-ı sübûtiyye,

Ve lâkin size göre, sanki inmiş yediye.

 

Hayat, ilim, irâdet, kelâm, tekvîn, sem’, basar

Sıfat-ı sübûtiyye, size göre bu kadar.”

 

Şaşırdı müfti birden, dedi: “Ey Terzi Baba!

Ne demek istiyorsun, bu sözünle acaba?”

 

Buyurdu ki: “Ey müftî, sözüm açıktır gâyet,

Sıfât-ı sübûtiyye, sekizdir hepsi elbet,

 

Lâkin bu, Erzincan’da, sanki inmiş yediye

Yok mudur size göre, kudret-i ilâhiyye?

 

Mâlesef Erzincan’da, yaşayan bu ahâli,

İnkâr mı ederler ki, kudret-i ilâhîyi.

 

Allah’ın kudretine, inansalardı eğer,

Bu dedi-kodulara, vermezlerdi bir değer.

 

Derlerdi ki, “Bu terzi, ümmîdir gerçi, fakat,

Onu âlim yapmaya, kâdirdir cenâb-ı Hak.

 

Zîrâ her an, her şeye, kâdirdir Hak teâlâ,

Bir ümmîyi, bir anda, yapabilir evliyâ.”

 

Böyle bilseler idi, Allahü teâlâyı,

İmtihan etmezlerdi, şimdi Terzi Baba’yı.”

 

Mahcup oldu bu sefer, müftî ile o hey’et,

Dediler ki: “Siz büyük, bir velîsiniz elbet.”

 

Ellerine kapanıp, özürler dilediler,

“Bilmeden sizi üzdük, bizi affet” dediler.

 

O, Erzincan halkını, yıllarca etti tenvîr,

Kararmış gönüllere, verdi çok feyiz ve nûr

 

Bin sekiz yüz kırk yedi, yılında bu velî zât,

Yine bu memlekette, eyledi Hakk’a vuslat.

Hayattayken feyz ve nûr, saçıyorken kalbinden,

Şimdi aynı feyzleri, saçmaktadır kabrinden.

 

Erzincan halkı onun, kıymetini bilirler,

Onu her vesîleyle, ziyârete giderler.

 

Zîrâ o, o beldenin, feyz ve bereketidir,

Onun vesîlesiyle, çok murâda erilir.

 

Erzincan, onun ile, olmaktadır Erzincan,

Zîrâ onunla gelir, bu beldeye rûh ve can.

 

Yâ Rab, Terzi Baba’nın, hatır ve hürmetine,

Rahmet eyle bizlere ve hemşehrilerine.

 

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına ku­rulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretle­rine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan’dan Taşkend’e gelip, tâ- libleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üs- tünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün mecli­sine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bıra­kıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkıl­maz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesi- rini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ah- râr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran hav­luyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyo­rum!” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gez- meye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında bir takım din câhilleri türeyip, tasavvufu ve mânevî halleri inkâr ettiler. Öyle oldu ki, mescidlere gelen- lere mâni olmaya, mescidleri kapatmaya çalışırlardı. Acemağa Câmii etrâfındaki bâzı azgın kimseler Ünsî Hasan Efendiye de zarar vermek is- tediler. Ünsî Hasan Efendi onlarla görüşmek istemedi. Onlar Şeyh Ünsî Hasan Efendiyi Acemağa Câmiinden uzaklaştırmayı karar­laştırdılar. Hat- tâ öldürmeye kasdettiler. Aralarında Hasan Efendinin bir kısım gâfil tale- beleri de vardı. Bir gün Hasan Efendinin karşısına çıkıp küfre sebep olan sözlerle onu rahatsız ettiler. Hasan Efendi gelenlere Kur’ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okuyup nasîhat etti. Lâkin onlar taşkınlıklarında ıs- rar ettiler. O zaman Hasan Efendi; “Sizler bizleri ve yolumuzu inkâr edersiniz. Hak yolda giden sâlih kimselere zarar verirsi­niz. Hattâ bizi öldürmek istersiniz. Biz de size bu fırsatı vermeyiz.” bu­yurdu. O dakika oraya gelmiş bulunan azgınlar birer ikişer düşüp can verdiler. Nasıl öldükleri anlaşılamadı. Kısa zamanda her biri bir sebepten ölüp gitti.

Bir gün birisi yere düşüp can vermek üzere iken Şeyh Hasan Efendi­nin önde gelen sâdık talebelerinden Kebâbî Ahmed Dede gelip durumu Hasan Efendiye haber verdi ve yardım etmesini istedi. Ünsî Hasan Efendi ona; “Var sen işinle meşgûl ol!” buyurdular. O zaman Ahmed De­deyi bir hal kapladı ve titremeye başladı. Sonradan bu hâli soruldukta; “Az kalsın ölüyordum.” dedi. Daha sonra Ünsî Hasan Efendi; “Allahü teâlâya şükürler olsun ki, bu câmi ve etrâfı inkârcılar gürûhundan temiz­lendi.” buyurdu.

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman hasta oldu. Evinden çıkamadı. Babası ve annesi bu duruma çok üzüldüler. Seyyid Yahyâ bu hal ile odasında yatarken birden karşısında hocası Şeyh Sadreddîn hazretlerini gördü. Ona hitâben; “Ne yatıyorsun oğul, kalk ayağa!” dedi. Elinden tutup ayağa kaldırdı, sonra kayboldu. Seyyid Yahyâ’nın hastalığı tamâmen geçmişti. Hocasının gelmesini ve Yahyâ’nın iyileşmesini hizmetçilerinden birisi gördü ve gidip Seyyid Be- hâeddîn’e haber verdi. Seyyid Behâeddîn oğlunun yanına geldiğinde ha- kikaten onun rahatsızlığının geçtiğini ve hiçbir şeyinin kalmadığını gördü. Sonra; “Bu senin hocan, âlim ve kerâmet ehli geçinir, neden düz yollar varken görünmeden gelir?” dedi. Seyyid Yahyâ da; “Babacığım! Sebebi, yolların dikenli olmasıdır. Dikenler mübârek ayaklarını yara eder.” dedi. Bunun üzerine babası; “Yollarda diken yok ki.” dedi. Seyyid Yahyâ; “Si- zin inkâr dikenleriniz var ya!” diye cevap verdi. Bu söz üzerine Seyyid Behâeddîn, oğlu Seyyid Yahyâ’nın peşine düşüp Sadreddîn haz­retlerinin huzûruna gitti. Îtirâzına tövbe etti. Sâdık talebelerinden oldu.

Sadreddîn hazretleri de, Seyyid Behâeddîn’in nefsini kırmak için, bir sene Seyyid Yahyâ’nın emrini dinlemesini söyledi. Seyyid Yahyâ bu hu­susta; “Bu bir sene, bana öyle zor geldi ki, helâk olacaktım.” buyurdu. Bir sene sonra Sadreddîn hazretleri, Seyyid Yahyâ’ya baba-oğul münâse­betlerine göre hareket edip, babasının emrini dinlemesini söyledi. Seyyid Yahyâ Şirvânî, bir zaman sonra Sadreddîn-i Hamevî’nin dâmâdı oldu.

Seyyid Yahyâ hazretleri, Şeyh Sadreddîn hazretleri hayatta olduğu müddetçe ona canla başla hizmet etti. Şeyh Sadreddîn hazretleri vefât etmezden önce bütün talebelerini ve sevdiklerini toplayıp onlardan söz aldı ve Seyyid Yahyâ’ya tâbi olmalarını bildirdi. Seyyid Yahyâ hazretleri hocasının vefâtından sonra Şirvan yakınındaki Şemâhî’de, sonra da Bakü’ye giderek orada ikâmet etti. On binden fazla talebesi oldu. Bun­lardan üç yüz altmışı velîliğin yüksek derecelerine çıktı.

Âriflerin ve evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından Yâkût-i Arşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir defâsında zamânın sultânı, zi­yârete gelmişti. Geldiğinde, Yâkût hazretlerini, Habeşli siyâhî bir kimse olarak görüp, kalbinden; “Bu siyah bir köledir. Bu kimse büyük bir zât olabilir mi?” diye geçirdi. Yâkût hazretleri, kerâmet olarak sultânın bu dü­şüncelerini anlayarak, onun yanına yaklaştı. Başına yedi defâ dokundu; “Ama bu, nîmetlendirilmiş bir köledir.” buyurdu. Sultan hatâsını anlayıp, Allahü teâlânın velî kulları hakkında görünüşe göre hüküm vermenin veyâ görünüşe aldanarak onları aşağı görmenin ne kadar çirkin ve tehli­keli olduğunu anlayıp, önceki düşüncelerine pişmân oldu. Bu hâdiseden sonra sultan, yedi ay daha yaşayıp vefât etti. Böylece, Yâkût hazretleri­nin sultânın başına yedi defâ vurmasının hikmeti anlaşılmış oldu.

Evliyânın meşhûrlarından Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zamânında mevki ve makam sâhibi emîrlerden biri onu küçümseyip, velî olduğunu kabûl etmemişti. Bir gün karşılaştıkların- da, o emîre şöyle demişti: “Evliyâya îtirâz eden sen misin? Hâlbuki sen, falan kimsenin yanında bir köçek sayılırsın!” Aradan bir müddet geçti, evliyâya karşı edebsizlikte bulunan o emîr, mevki ve makâmını kaybetti. Sonunda köçeklik yapmak durumunda kaldı.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri ile ilgili olarak, Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle an­latıyor: Bir zamanlar velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zâtı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştı­rıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın ya­zıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzulu­yordun… Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî’yim Ona, yâni o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdül- kâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretle­rinin, Ni- zâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu zi­yâret et- meye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru sora­cağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen bü­yük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şerefle­nir, bereket- lenirim” dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulun­duğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ’- ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâ- bını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istedi­ğin suâl şu- dur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür ko­kusu geli- yor.” buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir su- âl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek.” bu­yurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı et­tin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler an­lattığını ve; “Be- nim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” dedi­ğini sanki görü- yor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara o- lan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduk­larını görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göre- mediler.

Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek de­rece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyâ­nın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun ken­dilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretle­rinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.

İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer’î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöh­reti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına al­danarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”

Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretle­rinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.”

El-Meşrevü’r-Revî kitâbının sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenle­rin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok kork­malıdır. İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın, so­nunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında edebsizlik yapması olduğu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikredilmektedir.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sabah, erkenden Şam’da bir caddeden geçerken, onu sevenlerden birisi, elini bu zâtın elbisesine sürüp, sonra elini bereketlenmek için yüzüne, gözüne sürdü. Bu zâtı sevmeyenlerden ve büyüklüğünü inkâr edenler­den birisi, o sırada dükkânını açıyordu. Bu hâli görüp Yûsuf-i Kâmitî’yi çok seven o kimseye; “Elin necs (pis) oldu. Çünkü o iyi birisi değil!” dedi. Yûsuf-i Kâmitî’yi çok seven o zât cevap vermeyip sustu. Ertesi gün yine aynı vakitte, Yûsuf-i Kâmitî oradan geçiyordu. Kendisini sevmeyen o dükkan sâhibine uğradı. “Bu gece bizim hâlimizi, makâmımızı gördün mü?” buyurdu. O kimse koşarak gelip Yûsuf-i Kâmitî’nin ellerine sarıldı. Hiçbir şey konuşamıyordu. Kendinden geçip, bayılarak yere düştü. Evine götürdüler. Üç gün sonra kendine gelebildi. Kendisine; “Sana ne oldu ki bu hâle düştün?” diye soranlara şöyle anlatıyordu: “Hakâret ettiğim, bü­yüklüğünü inkâr ettiğim Yûsuf-i Kâmitî’yi rüyâmda gördüm. Büyük bir de­nizin ortasında, o zamâna kadar hiç görmediğim çok güzel elbiseler için­deydi. Karada durur gibi deniz üzerinde duruyor, abdest alıyordu. Deniz üzerinde durduğu hâlde batmıyordu. Yüzü öyle güzel idi ki, on dördüncü gecesindeki ay gibi parlıyordu. Bu rüyâdan sonra evliyâdan büyük bir zât olduğunu anladım, onun hakkında önceki düşüncelerim hep yanlış imiş. Önceki hâlime pişmân oldum.” Bu kimse, tövbe edip Yûsuf-i Kâmitî’nin talebelerinden oldu.”

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bir genç, Allah adamlarını, velîleri inkâr ederdi. Zün-       nûn-i Mısrî hazretleri yüzüğünü ona verip; “Bunu çarşıya götür, bir altına sat.” buyurdu. Götürdü, çarşıdakiler bir gümüşten fazla vermediler. Genç geri gelip durumu anlattı. “Mücevherâtçılara götür, bakalım ne ve­rirler.” buyurdu. Bin altına o yüzüğü satın almak istediler. Genç geri dö­nüp du- rumu haber verdi. O zaman gence; “Senin Allahü teâlânın sevgili kulla- rını anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğü bilmeleri ve ona de­ğer biçmeleri gibidir.” buyurdu. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kal­binden o inkârı attı.

Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî buyurdu ki: “Zünnûn-i Mısrî’nin getir­diği ilk ilim tövbedir ki, avâm ve havâs kabûl etti. İkincisi tevekkül, muâ­mele ve muhabbet ilmi idi ki, bunu havâs kabûl etti, avâm kabûl etmedi. Üçüncü ilim de, hakîkat ilmi idi ki, halkın ilim ve akıl seviyesine göre de­ğildi. Şüphesiz onu anlayamadılar ve uzaklaştılar. Böylece onu inkâr et­tiler, onunla vefâtına kadar mücâdele ettiler.”

Bir gün ihtiyar bir kadın çâresiz olarak, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına geldi ve; “Biricik oğlumu, ciğerpâremi Nil’de timsah kaptı. Ne olur kurtar.” diye yalvardı. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Nil Nehrine gitti. Orada ellerini açıp; “Yâ Rabbî! Şu kadının çocuğunu kurtar.” diye yalvardı. Bi­raz sonra, su üzerinde bir timsah göründü. Kenara yaklaşıp çocuğu sağ sâlim bırakıp gitti. Bu hâdise kadının çok tuhafına gitti ve; “Ey Zünnûn! Esâsen size inanmamıştım ve ciddiye de almamıştım. Şimdi yanıldığımı ve Allahü teâlânın sevgili kulunun duâsını nasıl kabul ettiğini gözümle gördüm.” dedi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti, kendisinden özür diledi.