HİLYE'İ SEÂDET - MAHMÛDU MUHAMMED - kainatingunesi.com

 

HİLYE’İ SEÂDET – MAHMÛDU MUHAMMED

 

Eshâbına nasîhatdan sonra,

Fahr-i âlem dedi, benden sonra,

 

Hilye-i pâkimi, görse biri,

olur o, yüzümü görmüş gibi.

 

Gördükde, hubbu hâsıl olsa,

ya’nî, hüsnüme âşık olsa.

 

Beni görmeği etse arzû,

kalbi, sevgimle olsa dolu.

 

Cehennem olur, ona harâm,

Rabbim, Cenneti eder ikrâm.

 

Dahî, haşretmez çıplak, ânı Hak,

olur gufrânına, Hakkın mülhak.

 

Denildi ki, hilye-i Resûli,

severek yazsa, birinin eli,

 

Eder Hak, onu korkudan emîn,

belâ ile dolsa, rûy-i zemîn.

 

Hastalık görmez, dünyâda teni,

ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.

 

Günâh etmiş ise de, bu adam,

Cehennem cismine, olur harâm.

 

Âhiretde azâbdan kurtulur,

dünyâda her işi, kolay olur.

 

Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle,

dünyâda, Resûlü görenlerle.

 

Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân,

başlarız, ona oldukça imkân.

 

Sığınarak zülcelâle,

vasfederiz âcizâne.

 

İttifak etdi, bu sözde ümem,

kırmızı beyâzdı, Fahr-i âlem.

 

Mübârek yüzü, hâlis ak idi,

Gül gibi, kırmızımtırak idi.

 

İnci gibi, yüzündeki teri,

pek hoş eylerdi, güzel cevheri.

 

Terleyince, O menba’ı sürûr,

dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.

 

Görünürdü gözü, dâim sürmeli,

kalbleri çekerdi, güzel gözleri.

 

Akı, beyâz idi gâyetle,

medh eyledi Rabbi, âyetle.

 

Siyâhını ânın, değildi ufak,

bir idi ona, yakınla uzak.

 

Geniş, güzel ve latîfdi gözü,

nûr saçardı hep, mübârek yüzü.

 

Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî,

gece gündüz gibi, olurdu kavî.

 

Bakmak arzû etseydi, bir yere,

cism-i pâki de dönerdi bile.

 

Başa tâbi’ ederdi cesedi,

bunu terk etmemişdi ebedî.

 

Hem, cism idi, Resûl-i ekrem,

yaraşır, rûh-i mücessem desem.

 

Güzel, hem sevimli idi Resûl,

Hakka çok, sevgili idi Resûl.

 

Mâlikle Ebû Hâle, söyledi,

hilâl gibi, açık kaşlı idi.

 

İki kaşı arası, her zemân

gümüş gibi görünürdü, ayân.

 

Mübârek yüzü, az yuvarlakdı,

derisi, berrak, hem de parlakdı.

 

Siyâh kaşları mihrâbı, ânın,

kıblesi idi, bütün cihânın.

 

Ortası yüksekce görünürdü,

yandan bakınca, mübârek burnu.

 

Çok güzel idi, çekme ve latîf,

edemez gören, Onu tam ta’rîf.

 

Seyrek idi, dişlerinin arası,

parlardı, sanki inci sırası.

 

Ön dişleri, etdikçe zuhûr,

her tarafı, kaplardı bir nûr.

 

Gülse idi, iki cihânın serveri,

canlı cansız, herşeyin Peygamberi.

 

Görünürdü, ön dişleri, pek afîf,

dolu dâneleri gibi, çok latîf.

 

İbni Abbâs der, Habîb-i Hudâ,

gülmeğe, eyler idi istihyâ.

 

Hem hayâsından O, dînin senedi,

kahkaha etmedi derler, ebedî.

 

Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb,

dâim eyler idi, bakmağa hicâb.

 

Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,

zâti aynaydı, yüce Mevlâya.

 

Nûrlu idi hep, o vech-i hasen,

bakılmazdı, tenevvüründen.

 

Gönüller aldı, o güzel Nebî,

âşıkı oldu yüzbin Sahâbî.

 

Bir kerrecik görenler, rü’yâda,

dediler, böyle zevk yok, dünyâda.

 

Hem güzel yanakları, bileler,

fazla etli değildi, diyeler.

 

Ânın etmişdi, cenâb-ı Hâlık,

severek, yüzün ak, alnın, açık.

 

Boynunun nûru, ederdi her ân,

saçları arasında, leme’an.

 

Mübârek sakalından, iyi bil,

ağarmışdı ancak, on yedi kıl.

 

Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,

her uzvu gibi idi, mevzûn.

 

Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak,

gâyet ak idi ve gâyet berrak.

 

Eshâb içinden, çok ehl-i edeb,

karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep.

 

Açılsaydı, mübârek sînesi,

feyz saçardı, ilim hazînesi.

 

Aşka olunca, mahall-i teşrîf,

başka olurmu, o sadr-ı şerîf?

 

Mübârek sînesi, geniş idi,

ilm-i ledün, Ona inmiş idi.

 

Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebîr,

sanırdı görenler, bedr-i münîr.

 

Ateş-i aşk-ı zât-ı ezelî,

odlara yakmışdı, O güzeli.

 

Bilir elbet bunu, pîr-ü civân,

yassı kürekliydi, Fahr-i cihân.

 

Sırtı ortası hem, etli idi,

kerem sâhibi, devletli idi.

 

Gümüş teninde, letâfet vardı,

irice mühr-i nübüvvet vardı.

 

Sırtında idi, mühr-i nübüvvet,

sağ tarafına yakındı, elbet.

 

Bildirdi bize, edenler ta’rîf,

Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf.

 

Rengi, sarıya yakın, karaydı.

güvercin yumurtası kadardı.

 

Etrâfına çevirmiş, sanki hatlar,

birbirine bitişik, kılcağızlar.

 

Anlatanlar, O âlî nesebi,

dedi, iri kemikliydi Nebî.

 

Her kemik iri, merdâne idi,

sûreti, sîreti şâhâneydi.

 

Mübârek a’zâsının her biri,

uygun yaratılmışdı hem, kavî.

 

Çok hoş idi, her uzvu ânın,

âyetleri gibi, Kur’ânın.

 

Elleri ayası, O sultânın,

ayakları altı, dahî ânın.

 

Geniş ve pâk idi, nâzik mergûb,

tâze gül gibi, latîf ve mahbûb.

 

Çok mevzûn idi, der ehl-i nazar,

o kerâmetli, mübârek eller.

 

Selâm verseydi, birine eğer,

tebessüm ederdi hep, Peygamber.

 

Bir iki gün, geçseydi aradan,

hattâ uzasaydı da, bir aydan.

 

Belli olurdu, hoş kokusundan,

o kimse, adamlar arasından.

 

Billûr gibiydi, ten-i bîmûyu,

nice medh edeyim, ol pehlûyu.

 

Dostu seyr etmek için, O şerîf,

göz olmuşdu, bütün cism-i latîf.

 

Kemâl üzereydi, nâzik teni,

Hallâk göstermişdi. hikmetini.

 

Yokdu, göğsünde, karnında aslâ,

hiçbir kıl, sanki gümüş levha.

 

Göğsü ortasından aşağı yalnız,

bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.

 

Bu siyâh hat, mübârek bedeninde,

hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.

 

Bütün ömründe kalmışdı, kezâ,

gençlikde gibi, mübârek a’zâ.

 

İlerledikçe, sinn-i Nebevî,

tâzelenirdi hep, gonca gibi.

 

Hem dahî, kâinatın Sultânı,

zan eyleme ki, ola pek yağlı.

 

Ne za’îf, ne de pek etli idi,

mu’tedil, hem pek kuvvetli idi.

 

Lâhmı, şahmı, dediler ehl-i derûn,

birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn.

 

Etmiş, ol beden serâyın üstâd,

adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.

 

İ’tidâl üzere idi, pâk teni,

nûra gark olmuşdu, bütün bedeni.

 

Orta boylu idi, o Sidre mekân,

ortalık, Onun ile buldu nizâm.

 

Seyreden, mu’cize-i kâmetini,

dedi hep, medhedip hazretini.

 

Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,

boyu, hem hûyu, hem yüzü güzel.

 

Orta boylu iken, Nebî,

uzun kimseyle yürüseydi.

 

Ne kadar, uzun olsa idi, o er,

yine yüksek görünürdü, Peygamber.

 

uzun boylu olandan o cevher,

yüksek idi, el ayası kadar.

 

Bir yol gitseydi, izzetle,

hızlı yürür idi, gâyetle.

 

Deriz, vasf-ı şerîfinde yine,

yürürken, eğilirdi önüne.

 

Ya’nî, bir yokuşdan iner gibi,

dâim önüne, az eğilirdi.

 

şanlı, şerefli idi, o Celîl,

İftihâr eylerdi, rûh-ı Halîl.

 

Bir zâtı ki, murâd ede Hudâ,

her a’zâsı, olur elbet a’lâ.

 

Yolda giderken, eğer bir kimse,

ansızın, Resûlullahı görse,

 

Korku düşerdi, kalbine ânın,

yüksekliğinden, Resûlullahın.

 

Hem de biri, Nebî ile, müdâm,

sohbet ederek, söylese kelâm.

 

 

Sözlerindeki lezzet ile, ol,

kul olurdu, kabûl etse Resûl.

 

Etmişdi Onu, Hallâk-ı ezel,

hüsn-i ahlâkla, bî misl-ü bedel.

 

Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine,

yaratıldık hep, senin hurmetine.

 

Hâsılı, ey şâh-ı iklîm-i vefâ,

sana cânım da fedâ, herşey fedâ!

 

MAHMÛDU MUHAMMED

 

Çün aşk denizi dalgalandı,

ol dürr-i yetîm, zâhir oldu.

 

şânında buyurdu, Hâlık-ı pâk,

(Levlâ ke lemâ halaktül eflâk).

 

Mahmûdu Muhammedü mübeccel,

mahbûb-i Hudâ, nebiyy-i mürsel.

 

Doğdukda, o şemsin ziyâsı,

doldurdu bütün kâinatı.

 

Gördü Onu basîr olanlar,

görmiyor, yalnız kör olanlar.

 

O gonca, Mekkede açıldı,

kokusu dünyâya saçıldı.

 

Zerredir, O güneşden el’ân,

âlemdeki ilm ile irfân.

 

Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,

ilmler, O gülün bir filizi.

 

Ol güneşin olmasa berkı,

kim parlatırdı şark-u garbı?

 

Olmasa, Endülüs okulu açık,

kim Avrupaya tutardı ışık?

 

İlm merkezi Semerkand,Bağdâd,

etdi, yeryüzün cehlden âzâd.

 

Böylece, kapladı her yeri,

hızla envâr-ı Muhammedî.

 

İnsâf et, ey inadcı insâf,

meydânda değil mi, ilm-i eslâf?

 

Kim eyledi Mustafâ gibi,

tevhîd-i Cenâb-ı ezelî?

 

Verdi mi, öyle ders-i irfân,

Hitit ve Âsûr, Roma, Yunân?

 

Ölçülse, Tevrât,Zebûr, İncîl,

üstün elbet, Kitâb-ı tenzîl.

 

Bir mu’cizedir, nûr-i Kur’ân,

değişmez hiç, durdukca cihân.

 

Kıyâmete dek, olur mer’î,

şübhe edene, (Fe’tû) emri.

 

Yehûdî, mason, komünist şimdi,

Kur’âna, hep, hücûma geçdi.

 

Her asrda böyle çatdı a’dâ,

biri zafer bulmadı aslâ.

 

Çünki, onu Cenâb-ı Bârî,

değişikliklerden kıldı ârî.

 

şer’ ile yaydı. O Nebî,

Yer yüzüne ilmi, edebi.

 

Kim giderse Onun izinde,

iyilik bulur her işinde.

 

Her kim ki, bu yola özenir,

güzel sıfatlarla bezenir.

 

Kiliselerde bozulan oğlanlar, kızlar,

çoğaldıkça, birşey diyemiyor papazlar.

 

Vahşetleri kitâblara geçdi,

hıristiyanlık dîni nefreti çekdi.[1]

 

Ümmîdir, eğerçi O Nebî,

ilm ile doldurdu heryeri.

 

Ümmî ki, sözlerinde parlar,

her mahlûka âid haklar.

 

Ümmî idi, hocası yokdu,

fenne uygun âyet okudu.

 

Seçilmiş, sevgili iken O,

dâim beğenirdi yokluğu.

 

Emrine geçmişken memâlik,

üç gömleğe değildi mâlik.

 

askeri olurken muzaffer,

açlığı sever idi ekser.

 

Çok mal bulunmazdı evinde,

fevtinde, görüldü, zırhı rehinde.

 

Vârını fakîre verirdi,

yoksul olunca, sevinirdi.

 

Ekser zemân gördüğü şeyler,

yanında, dünyâ neye değer?

 

İhsânları, herkese çokdu,

birşey yok demek, Onda yokdu.

 

Ba’zan, o kadar çok verirdi,

düşmanları hep, eğilirdi.

 

şefkati boldu, her leîme,

müşfik babaydı, her yetîme.

 

Her işinde vardı, çok hikmet,

hiç etmedi kimseye minnet.

 

Hastayı ziyâret ederdi,

derdliyi şifâyâb ederdi.

 

Teheccüdü hiç bırakmazdı,

Allah korkusundan yatmazdı.