Hıristiyan iken müslüman olan­lar -II- kainatingunesi.com

Hıristiyan iken müslüman olan­lar -II-

16- Onların en bariz ve açık vasıflarından biri de yeryüzünde fesat çıkarmaktır. İnsanla­rın ahlâkını bozmak, böylece de onlara hâkim olmak ve bu hususda her yola baş vurmak, onların önde gelen gayeleridir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günahda, düşmanlıkda, haram yemekte, birbirle­riyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötüdür.” (Mâide sûresi: 62)

17- Onlar; hakka bâtılı, doğruya yanlışı karıştırdılar. Hak teâlânın kelâmı olan Tevrat’a, kendi elleriyle yazdıkları bâtıl şeyleri soktular. Üstelik, bunların Hak kelâmı olduğunu iddia ettiler. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Hakkı bâtıla karıştırıp da bile bile gizlemeyin” (Bekara süresi: 42)

“Ey ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyantar!) Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıp örtü­yor ve bile bile gerçeği inkâr ediyorsu­nuz.” (Âl-i İmrân sûresi: 71)

Kur’ân-ı kerîmin her âyeti ve sûresi nazil oldukça, onların buğz ve düşmanlığı, iftiraları ve azgınlıkları arttı. Hakkı kabul etmeyip, küfürde ısrar etmeleri sebebiyle, Allahü teâlâ ehl-i kitap arasında kıyamete kadar düşmanlık koydu. Hiç bir zaman yahudiler hıristiyanlardan, onlar da yahudilerden emin olmadılar. Küfürde olmaları, onları dâima ızdırap içinde bıraktı. Hakk’a karşı açtıkları harb ateşini, Allahü teâlâ dâima söndürdü. Fesat çıkarmak için uğraşmaları sebebiyle de hep ilâhî azaba uğradılar, hakîr ve zelîl kaldılar. Zengin bile olsalar, hâlleri fakirlik ve zillet oldu. Her ne zaman mühim bir işe girişseler, korkak ve mağlûb oldular. Gayretleri sebebiyle her ne kadar zengin de olsalar, kuvvet sahibi olama­dılar. Yeryüzünde dâima fesada ve câhilleri hak yoldan alıkoymaya çalıştılar, gizli hîlelere başvurdular. Fakat hep musîbete düştüler.

18- Allahü teâlâya itaatten ayrı ve uzak bulundukları hâlde, kendilerinin Cennet’e gireceklerine kat’î olarak inanıyorlar; günah ve isyanda devamlı oldukları hâlde, Allahü teâlânın azabından çekinmiyor, emîn görünüyor­lardı. Hâlbuki, Cennet’e ancak mü’min olanlar girer. Mü’minler ise, Allahü teâlânın emirlerine sarılır, yasaklarından kaçınır. Bununla beraber, Hak teâlânın rahmetinden ümitli, azabın­dan ise korkulu olarak bulunurlar. Bu hususda Bekara sûresinin 111 ve 112. âyet-i kerîmele­rinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler; “Cennet’e ancak yahudi olanlar girer (Yahudilikten gayrı hakîkî din yoktur)” dedi­ler. Hıristiyanlar da aynı şekilde; “Cennet’e ancak hıristiyan olanlar girer (hıristiyanlıkdan gayrı hakîkî din yoktur)” dediler. Bu onların kuruntuları, bâtıl arzularıdır (hakikat tarafı yoktur).”

“Ey Habîbim onlara de ki: “Eğer bu iddianızda sâdık kimseler iseniz delili­nizi getirin (dâvanızı isbât edin).”

“Hayır, hüküm onların dedikleri gibi değildir. Her kim tâat ve amelinde muvahhîd bir mü’min olduğu hâlde, kendini tamamen Allahü teâlâya teslim ederse, onun için, Rabbi katında ameli­nin mükâfatı olarak Cennet vardır. Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.”

19- Dinde mücâdele ve nefslerinin arzu­suna uymalarından dolayı ihtilâf çıkarmaları. Âl-i İmrân sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Ken dilerine açık deliller ve âyetler geldik­ten sonra parçalanıp ayrılığa düşen hıristiyan ve yahudiler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azâb vardır.”

20-Hıristiyanların ve yahudilerin vasıfların­dan birisi de, şüpheden dolayı, şüpheye düşürmek için veya inat ve imtihan için çok suâl sormalarıdır. Böyle suâl sormak, yasak­lanmış hoş görülmemiştir. “Râmûz-ül-ehâdîs” deki bir hadîs-i şerîfde; “Sizden biri, oturup kardeşinden bir mes’ele sorduğunda, öğrenip anlamak için sorsun, onu taannüt (meşakkate sokmak ve imtihan) için sormasın.”

21- Çeşitli ilimleri öğrenip öğretmek; sonra bunlarla amel etmeyip, amel etmekten başka­larını uzaklaştırmak ve öğrendikleri ilimlere muhalefet etmek de yahudilerin bariz vasıflarındandır. Bu hususda Cum’a sûresinin 5. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kendilerine Tevrat’la amel etmeleri teklif edildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, cildlerle kitap taşı­yan merkebin hâline benzer. Allahü teâlanın âyetlerini inkâr eden kavmin hâli ne çirkin. Allahü teâlâ zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.”

Yine yahudi ruhbanları (din adamları) ve hıristiyan râhibleri, dünyalık ele geçirmek, baş olmak, üstün görünmek için ilimlerini vâsıta yaptılar. Bunun için girilecek her yere, girile­cek her kılığa girdiler. Kur’ân-ı kerîmde onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerin­den ve Hıristiyan râhiblerinden bir çoğu, (Tevrat ve İncîl hükümlerini, menfaat­leri karşılığında bozmak, bilhassa, Peygambe­rimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) pey­gamberliğine ait kısımlarda değişiklikler yapmak gibi) bâtıl sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah yolun­dan çevirirler…” (Tevbe sûresi: 34)

Onlar, ilimleriyle amel etmezlerdi. Ayet-i kerîmede bunlar hakkında buyruldu ki: “(Ey yahudi bilginleri!) insanlara iyiliği emre­dersiniz de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki, kitabı (Tevrat’ı) okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak, çirkin hareketinizi anlamayacak mısınız?” {Bekara sûresi: 44)

22- Bayram günlerinde oruç tutmak da yahudilerin âdetlerindendir. Dînimizde Rama­zan bayramının birinci günü ve Kurban bayra­mının her dört gününde oruç tutmak haramdır.

23r İbâdet ve tâatı haftanın yalnız bir gününe has kılmak ve o günü tazim etmek de onların bozuk âdetlerindendir.

İmâm-ı Beyhekî (r.aleyh), “Hasâis-ı yevm-ül-Cum’a” isimli eserinde; “Yalnız Cuma günü oruç tutmanın mekruh oluşundaki hikmet, yahudilere muhalefettir. Çünkü onlar bayram günlerinde oruç tutuyorlar. Oruç tutmayı, yal­nız o belli günlere tahsis ediyorlar. Bu sebeple, onlara benzemek yasak edildi. Aşure gününde de, bir gün önce veya sonra oruç tutulması suretiyle onlara muhalefet edilmektedir…” buyurmaktadır.

24- Allahü teâlânın düşmanlarını dost edi­nirlerdi. Âl-i İmrân sûresinin 28. âyet-i kerîme­sinde meâlen; “Mü’minler, müzminlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin” buy­ruldu. “Tefsîr-i Kebîr” sahibi Fahreddîn-i Râzî hazretleri; “Bu âyet-i kerîme, kâfirleri dost edinmenin haram olduğu hakkında nazil olmuştur” buyurmuştur. Bu mealde başka âyet-i kerîmeler de vardır. Mücâdele sûresi 22, Mâide sûresi 51, Mümtehine sûresi 1 ve Tevbe sûresi 71 gibi. Muhammed Ma’sûm Fârûkî haz­retleri, “Mektûbât” kitabının 3. cild 55. mektu­bunda buyuruyor ki: “Mü’minin, kâfiri dost edinmesinde üç şekil vardır:

1- Kâfirin küfrüne razı olarak, onu dost edinmek. Bu yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan kimse, onun küfrünü tasvib etmiş, beğenmiş otur. Bu ise küfürdür. Böyle yapan kimsenin mü’min kalması imkânsızdır.

2-Kâfirlerle iyi geçinmek, onlara zahiren hoş görünmek. Bu men edilmemiştir. Çünkü, onlara İslâmiyet’i anlatabilmek ve müslümanları onların şerrinden, zararından korumak için böyle yapmak lâzımdır.

3- Bu ise, birinci ile ikinci şekil arasında bir hâldir. Onların dinlerinin bâtıl ve yanlış oldu­ğuna inanmakla beraber, akrabalık gibi her­hangi bir sebeple, kâfirlere meyletmek, onlara yardımcı olmak şeklinde bir dostluktur. Bu üçüncü şekil, küfre sebep olmasa da yine hoş değildir. Men edilmiştir. Çünkü bu mânâdaki bir dostluk, yakınlık, mü’mini, onların yolunu zamanla güzel görmeye, dinlerini beğenmeye kadar götürebilir. Hâl böyle olunca, aradaki dostluk artık birinci şekle dönmüş olur.

Ancak, müslüman biri, kâfir bir topluluk içinde bulunur, canı ve malı hakkında onlar­dan korkarsa, onlara dili ile müdârâ yapar. Onlarla münâsebetini iyi tutar, yumuşak dav­ranır, iyi geçinir. Onlara dili ile düşmanlığını izhâr etmez. Hattâ, onlara sevgisi ve dostluğu olduğunu hissettirecek şekilde konuşması da caizdir. Fakat kalbde bunların sevgisi bulunmaması şarttır. Yâni bunların, kalben yapılmaması, zahirde, görünüşte kalması lâzımdır.

“Tefsîr-i Kebîr”de şöyle bildirildi: Hz. Ömer bin Hattâb’a denildi ki: “Burada Hîre’li bir hıris­tiyan var. Hafızası ondan daha kuvvetli, yazısı ondan daha güzel birisi bilinmiyor. Eğer bir kâtip edinmek istiyorsanız bu olabilir.” Ömer (r.anh), bu hıristiyanı kâtip edinmekten kaçındı, kabul etmedi. “O zaman, mü’min olmayan birisini dost, sırdaş edinmiş olurum” buyurdu.

İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (r.aleyh) sahîh bir senedle Ebû Mûse’l-Eş’arî’nin (r.aleyh) şöyle anlattığını nakletti: Hz. Ömer’e; “Benim hıristiyan bir kâtibim var” demiştim de o bana; “Sana ne oluyor ki, müslüman birisini kendine kâtip yapmıyorsun?” buyurdu. Sonra; Ey îmân edenler! Yahudilerle Hıristiyan’­ları dost edinmeyin. Onlar birbirleri’nin dostlarıdır, içinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. AIIahu teâlâ, düşmana dostluk etmekle nefslerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez” mealindeki Mâide sûre­sinin 51. âyet-i kerîmesini okuyup; “Allahü teâlâ böye buyurmuyor mu?” dedi. Ben; “Ey mü’minlerin emîri! Dîni onadır. Bana yazısı lâzımdır” dedim.

O zaman, Hz. Ömer bana buyurdu ki:

“Madem ki, Allahü teâlâ onları aşağıladı, ben onlara ikram edemem, kıymet veremem. Madem ki, Allahu teâlâ onları zelîl, hor ve hakîr tuttu, ben onları azîz tutamam. Madem ki, Allahu teâlâ onları kendisinden uzak tuttu, ben onları yakın tutamam.” Bunun üzerine ben; “Fakat Basra’nın işi onunla yürüyor, o olmazsa yürümez” diye arzettim. Ben böyle söyleyince Hz. Ömer; “Ya o hıristiyan ölürse, ondan sonra ne yapacaksın? İşte bundan dolayı şimdilik

onu bir mikdar çalıştır. Ancak seni, ona bırakmıyacak birini yetiştir!” buyurdu.

Hz. Ömer, bununla şuna işaret buyurmuş­tur: Makam ve mevkî sahibi birisi, gerek yazısı ve gerekse başka hususiyetlerinden dolayı, gayr-i müslim birinden yardım isterse, bu, insanların o gayr-i müslime izzet ve ikramda bulunmasına, ona kıymet vermesine, onu ken­dilerine yakın tutmalarına sebep otur. Bu ise, gayr-i müslim birisini dost edinmenin tâ kendisidir.

25- Onlar dilleri ile Allahü teâlâyı anarlar, fakat kalbleri O’ndan gafil olurdu. Başka şey­lerle meşgul olurlardı. Zâlim kimseler idi.

Ebû Nu’aym (r. aleyh),.”Hilyet-ül-evliyâ”da Mâlik bir Dînâr’dan (r. aleyh) şöyle nakletti: İsrâiloğulları bir defasında, içinde bulunduk­ları sıkıntılı bir durumdan kendilerini kurtar­ması için, Allahü teâlâya yalvarmak üzere duaya çıkmışlardı. Bu sırada gâibden bir nida gelip, onlara şöyle denildi: “Siz dillerinizle dua ediyorsunuz, fakat kalbleriniz benden gafil ve uzaktır.”

26- Onlar temizliğe de riâyet etmezler. Meselâ, helada abdest bozduktan sonra, -güya- su ile temizlenirler. Fakat, bu suyun temiz olması ile olmaması arasında fark gözet­mezler. Üstlerinin ve etraflarının temizliğine, necasetten pak olmasına ehemmiyet vermezler.

27- Ehl-i kitabın ahlâkından biri de budur ki, namazı terkettiler. Meryem sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde, onların namazı bıraktıkları, şehvetlerine tâbi oldukları, ‘fakat azgınlıkları­nın cezasına uğrayacakları bildirilmiştir. Bekara sûresinin 83. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit İsrâil oğullarından; “Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Anaya babaya, hısımlara, yetimlere, yoksul­lara iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekât verin” diye (emretmiş ve bu hususlarda) kendilerinden ahd, te’mînâtlı, kuvvetli, sağlam söz almıştık.

Sonra, pek azınız müstesna, verdiği­niz bu sağlam sözden yüz çevirdiniz ve hâlâ da sözünüzden dönmekte devam­lısınız. *’

28- Namaz vakitlerini bildirmek için boru çalmak yahudilerin, çan çalmak da hıristiyanların âdetlerindendir. Namaz vakitlerini ezan ile değil de bunları çalmak suretiyle bildirmek müslümanlara lâyık değildir. “Mevâhib-i ledünniyye”de bildirildiğine göre, hicretin birinci senesinde Resûlullah (s.a.v.), namaz vakit­lerinin bildirilmesi hususunda eshâbıyla istişa­re ettiler. Kimisi, namaz vakitlerini bildir­mek için hıristiyanlar gibi nâkûs yâni çan ça­lalım dedi. Kimisi, yahudiler gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp, yukarı kaldıralım dedi. Resûlullatı (s.a.v.) bunların hiç birini kabul etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’ lebe ve Hz. Ömer (r. anhümâ) rüyada ezan okumasını görüp söylediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu beğenip, namaz vakitlerinde ezan okunmasını emir buyurdu.

29- Yahudilerin âdet ve ahlâkından birisi de ölülerinin yüzünü örtmemeleridir. Taberânî’ nin İbn-i Abbâs’dan (r.anh) rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfde; “Mevtalarınızın yüzünü örtü ile örtünüz, yahudilere benzemeyiniz” buyruldu.

Ayrıca onlar, cenazelerinin ardından micmere dedikleri, içinde ûd yanan buhurdanlıkla giderler. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti ise bundan nehy ve men olunmuştur.

30- Ehl-i kitabın yanlış ve bozuk amellerin­den birisi de, cimrilik, cimriliği emretmek, zekâtı emredilen yerlere vermemek ve zekât alması caiz olmayanların zekât almasıdır. Ayet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

“Onlar ki, hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimriliği tavsiye ederler. Ve Allahü teâlânın, fadlından kendilerine verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizle­yen nankörlere hor ve rüsvây edici bir azâb hazırladık.” (NÎsâ sûresi: 37)

“Onlar o kimselerdir ki, hem cimri­lik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim (îmândan, Allahü teâ­lânın emir ve nehiylerinden, malını Allah yolunda sarfetmekten) yüz çevirirse, bilsin ki, Allahü teâlâ ganîdir, (bütün mahlûklar her an O’na muhtaç oldukları hâlde O) hiç bir şeye muhtaç değildir. O hamîddir, bütün hamdlere lâyık olanın tâ kendisidir.” (Hadîd sûresi: 24)

31- Rivayette gelmiştir ki, onların bâzıları, insanlara zekât ve sadaka vermelerini emredi­yorlardı. İnsanlar da fakirlere, ihtiyaç sahiple­rine vermek üzere sadakalarını onlara veriyorlardı. Onlar da bu sadakaları biriktirip, kendileri için saklıyorlardı. Tevbe sûresinin 34. âyet-i kerîmesinin sonunda bunlar için; “…İşte bunları pek acıklı bir azâb ile müjdele!” buyrulmuştur.

Mal, mülk sahiplerinden bir kısmı, zekât vermekte cimrilik etmektedir. Hâlbuki, vere­cekleri zekât mikdârının kat kat fazlasını nefis­lerinin arzu ve istekleri için, hevâ ve hevesleri uğruna harcarlar da, zekât olarak az bir mikdar olan malı ayırıp, yerine veremezler. Verecekleri zekât mikdârı kendilerine çok görünür. Zekât mikdârı malı, parayı fakire vermek, on­lara, bütün servetini kaybetmek gibi getir. Bâzan, malı az iken zekât, sadaka verenler, malları çoğalıp, servetleri arttıkça cimriliğe başlarlar. Bütün insanlar arasında, zekâtını verme­mek hususunda en ileride olan Karun idi. Musa aleyhisselâmdan öğrendiği ilim sebe­biyle, çok mal sahibi olmuştu, öyle ki, sâdece hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşıyabi­lirdi. Bu zenginliğe rağmen, Musa aleyhisselâm zekât vermesini emredince; “Bu kadar malı zekât olarak vermek pek çoktur ey Musa!” demişti.

32- Ehl-i kitabın yaramaz hâllerinden birisi de azgınlık ve taşkınlık yapmaları, işlerinde haddi aşmalarıdır. Bunların fena akıbetleri de elbette sâhiplerinedir. Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “…Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. O kıymetsiz dünyâ hayâtının biraz zevkini sürersiniz. Sonra döner bize gelirsiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı size haber veririz.”

Enes’in (r.anh) rivayet edip bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, buğz (azgınlık), mekr (hile) ve nakz (yemîni bozmak, ahdinde durmamak, sözünden caymak) kimde bulunursa bu has­letlerin zararının sahibine olacağı bildirilmiştir, Nitekim Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîme­sinde; “…Buğzunuz (azgınlığınız) ancak kendi aleyhinizedir…” buyrularak bunun böyle olduğu bildirilmiştir. Mekr ve nakz ile alâkalı olarak’ da âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

“Hâlbuki, hile (kötü düzen, tuzak) ancak sahibinin başına geçer…” (Fâtır sûresi: 43)

“…Kim (ahdini bozar, verdiği sözden) cayarsa, ancak kendi aleyhine caymış olur (bunun cezası kendine aittir). Kim de Allahü teâlâya söz verdiği şeyde ahdine vefa ederse, söz verdiği şeyi yerine getirirse, Allahü teâlâ da ona (yarın kıyamet gününde) büyük bir mükâ­fat verecektir.” (Feth sûresi: 10)

33- Onların her hâlleri, başkalarına karşı büyüklük taslamak, şirin görünmek için idi. Bu sebeple, gösterişli elbise giyerler; erkekleri ipek kumaşlarla, altın ile süslenirlerdi. Bunla­rın uygunsuzluğu ise ortadadır.

Yine onlar, mal ve evlâdlarının çok olması ile övünürler, mal ve evlâd çokluğunun, Allahü teâlâ katında yakınlık ve üstünlüğe delil oldu­ğunu zannederlerdi. Bunu hakîkî bir fazîlet gibi görerek, cahilliklerini ortaya koyarlardı. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

“Mal ve çocuklar dünyâ hayâtının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevâbları, Rabbinin yanında daha iyidir.” (Kehf sûresi: 46)

“İyi biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette lâ’b yâni oyun, lehv yâni eğlence, zînet yâni süslenmek, tefâhur yâni öğünme ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Nihayet hepsi yok olup gider.)” (Hadîd sûresi: 20)

“Ne mallarınız, ne de çocuklarınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak îmân edip sâlih amel isleyen (malını hayra sarfeden ve çocuklarına dînin emirlerini öğretip, bunlarla amel etmeye sevkeden, evlâ­dını doğruluk üzere yetiştirip terbiye eden), bundan müstesnadır. (Böyle kimselerin mal ve evlâdı, onun bize yaklaşmasına vesile olur.) İşte bunlar için, yaptıklarına kar­şılık kat kat mükâfat vardır ve onlar Cennet’in yüksek makamlarında emni­yet içinde bulunurlar.” (Sebe1 sûresi: 37)

34- Yahudi ve hıristiyanların bariz vasıfla­rından, bozuk ahlâkından birisi de haseddir. Karun’un helakine, serveti ve sarayı ile birlikte yere batmasına sebep, Hz. Musa ve Harun aleyhisselâmı hased etmesidir.

Nitekim, yahudiler de, hıristiyanlar da bir­birlerinden işite işite, büyüklerinden duya duya, ahır zamanda Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) isminde büyük bir peygamberin geleceğini ve gelmesinin iyice yaklaştığını pekâlâ biliyorlardı. Nihayet iki cihan güneşi Muhammed aleyhisselâm, peygamber olarak tebliğe başlayınca, onlar beklenilen peygam­berin bu zât olduğunu anladılar. Fakat, böyle yüce bir peygamberin, kendi aralarından değil de, Arabistan’dan, Arablar içinden çıkmasını kat’iyyen çekemediler. Hased ettiler. O’nu inkâr ettiler. Sırf bu hasedleri ve kuru kuruya inâdları sebebiyle, O yüce peygambere tâbi olup, bu vesîle ile iki cihan saadetine kavuş­mak nimetinden mahrum kaldılar. Nitekim; “İnkâr eden mahrum kalır” sözü meşhurdur.

Hadîs-i şeriflerde buyruldu ki:

“Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenatı (yâni iyilikleri) yok eder.”

“Hased, nemime ve kehânet sahip­leri benden değildir.”

“Nimet sahiplerinden ihtiyaçları­nızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine hased edilir.”

“İnsan üç şeyden kurtulamaz: Sû-i zan, tayare, hased. Sû-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allahü teâlâya tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi, hiç incitmeyiniz.”

35- Allahü teâlânın lütuf ve ihsanından başka herhangi bir şey ile sevinmek, yapma­dığı işle övünmeyi sevmek de yahudilerin ahlâkındandır.

Al-i İmrân sûresinin 188. âyet-i kerîme­sinde meâlen buyruldu ki: “Ettikleri fenâlıklarla sevinen ve yapmadıkları şey ile de övülmeyi arzu edenler var ya, sakın, sen onları azâbdan kurtulmuş, (selâmet) bir yerde bulunacaklarını sanma. Onlar için, çok acıklı (elem verici, şiddetli) bir azâb vardır.” Tefsîr âlimleri, bu âyeti- kerî­menin yahudiler hakkında olduğunu bildir­mektedirler. Çünkü onlar, insanların dalâletine, doğru saadet yolundan ayrılmala­rına seviniyorlar, ilimleriyle amel etmedikleri hâlde, kendilerine âlim denilmesinden, medholunmalarından da çok hoşlanıyorlardı.

Hadîd sûresinin 22 ve 23. âyet-i kerîmele­rinde meâlen buyruldu ki: “Dünyâda ola­cak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde levh-i mahfuza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlar­dan, Allah’ın gönderdiği nimetlerden mağdur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlilerin, öğünüp kurulanların hiç birini sevmez.”

Ayet-i kerîmede, dünyâdan fevt olana yâni hayatta kaçırılan fırsatlara üzülmek, kavuşu­lan kazançlarla ve Allahü teâlânın gönderdiği nimetlerle öğünmek yasaklanmıştır. Buradaki yasaklanan sevinme, nimeti Allahü teâlânın gönderdiğinden O’na şükür şeklindeki sevinme değil; gelenin dünyalık olması için sevinmekdir. Yâni dünyalık için olan sevinme ve Övünme kötülenmiştir.

Elinde bulunan dünyalıkların, Hak teâlânın lütuf ve ihsanı olduğunu, bunun, kendi elinde emânet olarak bulunduğunu bilen kimse, o şeyin dünyalık olması sebebiyle kat’iyyen sevinmez. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri buyurdu ki:

“Ey âdemoğlu! Sana ne oluyor ki, kaybetti­ğine üzülüyorsun? Yine sana ne oluyor ki, elinde bulunan şey ile de seviniyorsun? Hâl­buki, ölüm onu sâna bırakmıyacaktır.”

36-Üzerlerine farz kılınan orucu terk eder­lerdi. Bekara sûresinin 183. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Sizden Önceki­lere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı…buyruldu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, oruç bu ümmete farz kılındığı gibi, bundan önceki ümmetlere de farz kılınmıştı. Fakat yahudi ve Hıristiyanlar, herhangi bir özürleri olmadan, orucu terk etti­ler. Oruç tuttukları zaman da sahur yemeğini terkederlerdi. Nitekim, İmâm-ı Ahmed, Müs­lim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî’nin (r.aley-him), Amr bin Âs’dan (r.anh) rivayet ettikleri bir hadîs-i serîfde; “Bizim orucumuzla ehl’i kitabın orucu arasındaki fark, sahuru yemektir” buyruldu.

Yine Nesâî’de bildirildiğine göre, Eshâb-ı kiramdan birisi söyle anlatmıştır: “Sahur yaparken, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girmiştim. Bana; “Sahur, Allahü teâlânın ihsan ettiği bir bere­kettir. Onu terketmeyiniz” buyurdu.”

Yine onlar iftar etmekte de uygunsuz idiler. Bâzan iftarı yıldızlar görününceye kadar geciktirirler, bâzan güneş batmadan evvel iftar ederlerdi. Hattâ bâzan da ikindi vaktinde oruç­larını açarlardı.

37-İbâdethâneye girerken ve çıkarken, ellerini kaldırıp oraya buraya bakınarak, tuhaf bir hâlde dua etmek de ehl-i kitabın kerih olan âdetlerindendir.

38-Hırsızlık, gasb, faiz ve rüşvet gibi çeşit çeşit hilelerle ve bâtıl yollarla insanların malla­rını yemek de, yahudilerin ve hıristiyanların işlerindendir. Mâide sûresinin 42. âyet-i-kerî­mesinde bunların, devamlı yalancılık için din­ledikleri ve haram yedikleri bildirilmiştir. ,

Mâide sûresinin 62 ve 63. âyet-i kerîmele­rinde, meâlen buyruldu ki: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günaha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötü. Ne olurdu, onların âlimleri, din bilginleri, günah söylemelerinden ve haram yemelerinden kendilerini vaz geçirmeye çalışsalardı ya. İşledikleri bu san’at ne kadar kötü.”

Tevbe sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Ey imân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve Hıristiyan rahiplerinden çoğu, insanla­rın mallarını haksızlıkla yerler…”

Bunların ileri gelenleri, çeşit çeşit hilelerle insanların mallarını toplayıp, bâzıları melikler­den bile zengin oldukları gibi, dünyâya düş­künlükleri sebebi ile, fazileti, mal, mülk sahibi olmaya bağlarlar; sâlih ve fakir kimseleri, fakir­lik ve mallarının azlığı sebebiyle ayıplarlardı. Nitekim, Imâm-ı Mâverdî (r.aleyh),”Edeb-üd-dünyâ ved-dîn” isimli meşhur eserinde, yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı, fakirlik sebebiyle ayıpladıklarını bildirmektedir.

Ebû Nu’aym’ın (r.aleyh), “Hilye” kitabında ve Beyhekî’nin “Şü’ab-ül-îmân” isimli eserinde bildirdikleri bir hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Dünyâda kendisine zühd ve az konuşma verilen kimseye yaklaşın. Çünkü o, hikmet konuşur.”

Ebü’l-Hasen bin Cehdân, (r.aleyh), “Menâkıb-ül-ebrâr” kitabında, İbn-i Atâ’dan (r.aleyh) şöyle nakleder: Tevrat’ta şöyle yazılı­dır: “Ey âdemoğlu! Sana dünyalık verdim, sen o dünyalığı muhafaza etmekle meşgul oldun. Sana dünyalık vermedim, (vermediğimde) onu aramakla uğraşıp, vaktini böyle geçirdin (yâni eline dünyalık verdiğimde de, vermedi­ğimde de sen hep dünyalık ile meşgul oldun). Kendini tamamen bana ne zaman vereceksin?”

39-Kadınların zinetlerini yabancı erkeklere göstermeleri, örtünmeye riâyet etmemeleri de ehli kitabın bozuk hâllerindendir. Bu sebeple­dir ki, İsrâiloğulları arasında zina çok olmakta idi. Kadınların, yabancı erkeklere karşı örtün­meleri, süslenmemeleri, zînetlerini göstermeme­leri, bakmak, dokunmak ve başka zinaya sevkeden sebepleri ortadan kaldırmakta, kadınların kendilerini sakınmamaları ise dâima tehlikeli olmaktadır.

40-Haramları açıkça ve fütursuzca işlemek, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi ve zina da onların çirkin fillerindendir. NÎsâ sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ sizin tövbelerinizi kabul etmek ister. Hâlbuki, şehvetle­rine tâbi olanlar, büyük bir meyil ile sizi doğru yoldan harama götürmek isterler” buyruldu. İbn-i Cerîr ve Süddî, bu âyet-i kerîmenin yahudiler ve hıristiyanlar hak­kında olduğunu bildirmişlerdir.

41-Onlar uzun emel sahibi idi, çok yaşa­mayı severlerdi. Bunları sevmekten kendini kurtarabilen kimse, pek azdır. Bu sebeple; “Hayâtı sevmek, insanın tabiatında vardır” demişlerdir. Fakat mü’minler, sâlih ameller işlemek, âhtret hazırlığı yapmak, geçen ömründen kaçırdığı fırsatları telâfi edebilmek için uzun ömürlü olmayı severler. Fâsık ve kâfir olanlar ise, dünyânın gelip geçici lezzet­lerinden ve nîmetlerinden daha fazla lezzet alabilmek, zevklenebilmek, daha fazla azgınlık ve taşkınlık yapabilmek için çok yaşamayı isterler.

Bekara sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Sen yahudileri, insanlardan ve hattâ müşriklerden de daha ziyâde hayâta düşkün bulursun. Onlardan her biri arzu eder ki, kendi­sine bin yıl ömür verilsin. Hâlbuki yasamak, onu azâbdan uzaklaştıracak değildir. Allahü teâlâ, onların ne işledi­ğini hakkıyla görücüdür.”

42-Onlar, Allahü teâlânın, rızıklara kefil olduğu hususundaki vadine güvenmez, daha sonraki zamanlar için aç kalırım endişesi ile mal biriktirirler. Bilmezler ki, biriktirdikleri bu malları yiyemeden, ölüp gidecekler, mallarda başkalarının olacaktır.

43-Ehl-i kitabın yanlış hâllerinden birisi de, ana babaya karşı gelmek, onlarla alâkayı kes­mek, yetimleri aşağılamak, onlann mallarını yemek,   miskinleri,   yoksulları   yanlarından kovmaktır.

Onlar, Allahü teâlânın evliyasına düşman­lık ederler, onlara eziyet verir, haklarını gözetmezlerdi. Onlar, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlara bile eziyet ve sıkıntı verirlerdi.

Muhammed Ma’sûm-i Fârükî es-Serhendî hazretlerinin, “Mektûbât” kitabının 2. cild, 140. mektubunda bildirdiği bir hadîs-i kudsîde; Bir velî kuluma düşmanlık eden benimle harb etmiş olur…” buyruldu.

Yine onlar, dînine bağlı hâlis mü’minlerden birine musibet, belâ, sıkıntı ve fakirlik gibi bir şey gelse, bunun için îmân sahiplerini ayıblarlar, habîs ruhları bundan tad alırdı.

44-Selâmı terk etmek de yahudilerin âdetlerindendir. Selâm, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin husûsiyetlerindendir. Ayrıca onlar, yapılan duaya “âmîn” demeyi de hiç istemezler,

İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve İbn-i Mâce’ nin (r.aleyhimâ) Aişe’den (r.anhâ) rivayet ettik­leri bir hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Yahudiler sizi selâm ve âmîn demek hususunda hased ettikleri kadar, hiç bir şeyde hased etmemiştir.”

Süleymâniye Kütüphanesi, Lâleli kısmında 3653 sayılı kitabın başında, Ahmed ibni Kemâl Efendi (r.aleyh), “Kitâb-ül-ferâid”inde diyor ki: “Ebû Ümâme’nin (r.anh) bildirdiği hadîs-i şerifde; “Başkalarına benzeyenler biz­den değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara benzemeyiniz! Yahudiler parmakları ile işaret ederek, hıristiyanlar elleri ile işaret ederek, mecûsîler de eğilerek selâm verir” buyruldu.”

45-Yahudilerin bariz vasıflarından biri de fitne çıkarmak ve dostlar arasında düşmanlık meydana getirmektir.

İbn-i İshak ve Ebü’ş-şeyh, Zeyd bin Eşlem’ den (r.aleyhim) şöyle naklettiler: Bir gün Evs ve Hazrec kabîlelerinden bir grup müslüman, oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Mirşâs bin Kays isminde bir yahudi oradan geçerken, onların hâlini gördü. Önceden birbirine düş­man olan bu iki kabîle mensublarının, müslü­man olduktan sonra böyle kaynaşmaları, aralarında bu kadar ileri derecede kardeşlik ve muhabbet meydana gelmiş olması, ona göre çok tuhaf idi.

Onları bu hâlde görmek, o yahudinin hoşuna gitmedi. Hattâ bu durum onu çok kız­dırdı. İnsanları birbirine düşürmek, aralarında fitne çıkarmak gibi bozuk düşünceleri bir anda alevlendi. Yanında bulanan bir yahudi gen­cine, muhabbet eden o müslümanlar arasına gidip oturmasını ve Evs ile Hazrec kabileleri­nin müslüman olmalarından evvel aralarında vuku bulan Buas muharebesini hatırlatmasını söyledi.

Yahudi genç, onun dediği gibi yaptı. Bunun üzerine orada devam eden sohbetin mevzuu bir anda değişip, eski hâdiselerden bahsolunmağa başlandı. İş uzayıp, iki kabîle mensupları birbirlerine sert söyleyecek oldular…

Resûlullah efendimiz (s.a.v.), durumdan haberdâr olunca, hemen oraya gelerek, onlara nasihatte bulundu. Her iki taraf da nasihatleri dinleyip kabul ettiler. O’na itaat ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekte ve Âl-i İmrân sûresinin 98-112. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruIrmaktadır:

“De ki: “Ey ehl-i kitap! İslâm’ın hak din olduğunu bildiğiniz hâlde neden, îmân edenleri, Allah yolundan çevir­meye çalışıyorsunuz? Allahü teâlâ yap­tıklarınızdan gafil değildir.”

Ey îmân edenler.! Eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir toplu­luğa uyarsanız, îmânınızdan sonra sizi çevirirler, kâfir yaparlar.

Hâlbuki siz, Allahü teâlâya nasıl küfreder (O’nu inkâr eder)siniz ki, karşı­nızda Allahü teâlânın âyetleri okunup durmakta, O’nun resulü, peygamberi de içinizde bulunmaktadır. Kim Allahü teâlânın dînine sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki, o doğru bir yola iletilmiş­tir.

Ey mü’minler! Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakı­nınız ve ancak müslüman olarak can veriniz.

Elbirlik Allah’ın ipine (dînine) sım­sıkı sarılınız. Birbirinizden ayrılıp dağılmayınız. Allahü teâlânın üzeriniz­deki (İslâm) nimetini düşününüz. Hani siz câhiliyet devrinde birbirinize düş­manlar idiniz. Böyle iken O, (kalblerinizi İslâm’a ısındırıp) kalbleriniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık) meydana getirdi de O ‘nun sayesinde din kardeşleri oldu­nuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da, Allahü teâlâ o ateşe düşmekten sizi kurtardı, işte Allahü teâlâ, âyetlerini sizlere böy­lece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.

İçinizden, insanları hayra çağıra­cak, iyiliği emredecek, kötülükten alı­koyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.

Ey mü’minler! Birbirlerinden ayrı­lanlar ve kendilerine açık âyetler, alâ­metler geldiği hâlde parçalanıp ayrılığa düşen, çeşitli yollara sapan hıristiyanlar ve yahudiler gibi olmayınız. işte onlar için çok büyük bir azâb vardır.

Kıyamet gününde bir takım yüzler bembeyaz ve bir takım yüzler de simsi­yah olacak. O vakit, yüzleri siyah olan­lara; “imânınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezası olarak tadın azabı…” denilecek.

Yüzleri bembeyaz olanlar ise, Allahü teâlânın rahmeti içinde (Cennette)dirler. Onlar orada, ebedi olarak kalacaklardır.

Bunlar, Allahü teâlânın ahkâmını beyân eden âyetleridir ki, onları sana, hakkı yerine getirmek için vahiy vası­tasıyla okuyoruz. Allahü teâlâ, âlem­lere zulüm irâde (murâd) etmez.

Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mülkü ve mahlû­kudur. Kulların bütün işleri, O’na dön­dürülür (O, her birine amelinin karşılığını verir.)

(Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti!) Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz (ümmetlerin, din sahiplerinin en hayırlısı, en iyisi, seçilmişisi­niz), îyi şeyleri emreder, fena şeyleri men edersiniz ve Allahü teâlâya îmânı­nızda devam edersiniz.

Eğer ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar) da imâna gelseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden îmân edenler vardır, lâkin ekserisi (hak din­den çıkmış) fâsıklardır.

(Ey mü’minler!) Onlar size dil ile eza vermekten başka bir zarar yapamaz­lar. Eğer sizinle muharebe etseler, hezimete uğramış olarak arkalarını dönüp kaçarlar. Bundan sonra onlara, kimse tarafından yardım da olunmaz.

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır. Meğer ki, cizye vermek sureti ile Allahü teâlânın ve mü’minlerin bakış ve emniyeti altına girmiş olsunlar. Onlar, dönüp Allahü teâlânın gadabına uğradılar ve üzerle­rine miskinlik damgası vuruldu. Bunun da sebebi şudur. Çünkü onlar, Allahü teâlânın âyetlerini inkâr ile kâfir olmuşlar, peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi.   Çünkü   onlar   isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi.”

Yine âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

“Ey mü’minler! Yahudi ve hıristiyanların, sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin: Biz, Allahü tealaya ve bize indirilen Kur’ân-ı kerîme, İbra­him, İsmail, İshak, Ya’kûb (aleyhimüsselâm) ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, Îsâ’ya (aleyhimesselâm) verilen­lere (kitaplara) ve bütün peygamberlere, Rableri tarafından verilen kitaplara îmân ettik. Onların hiç birini diğerle­rinden ayırd etmeyiz. Biz, ancak Allahü teâlâya boyun eğen müslümanlarız.”

Artık yahudi ve hıristiyanlar, sizin bu îmânınız gibi îmân ederlerse, muhakkak hidayet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, size karşı ayrılık ve düşmanlık üzeredirler.

Ey Habîbim! Sen onların düşmanlı­ğından endişe etme. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sana kâfidir. (Muhakkak ki, seni onların şerlerinden koruyacaktır.) Allahü teâlâ hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.” (Bekara sûresi: 136-137)

İbn-i Cerîr, İbn-i Ebî Hatim ve Ebü’ş-Şeyh (r.aleyhim), bu âyet-i kerîmenin tefsîrini İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle naklettiler: Onlar her lÎsân ile lanetlendiler. Musa aleyhisselâm zamanında Tevrat’la, Îsâ aleyhisselâm zama­nında İncîl’le, Dâvûd aleyhisselâm zamanında Zebur ile Muhammed aleyhisselâm zama­nında da Kur’ân-ı kerîm ile lanettendiler.

İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Beyhekî (r.aleyhimâ) Dürre’ binti Ebî Leheb’in (r.anhâ) şöyle anlattığını rivayet etmişlerdir: “Yâ Resûlatlah! İnsanların en hayırlısı kimdir?” dedim. Resûlullah (s.a.v.), cevaben buyurdu ki: “Allahü teâlâdan en çok korkan (en çok takva sahibi olan), en çok sıla-i rahm yapan (akrabasını ziyaret eden) ve en çok emr-i mâruf ve nehy-i münker yapandır.

Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle, diğer ümmetlere üstün kılınmıştır.

46-Onların yanlış işlerinden, bozuk hâlle­rinden biri de, günah işlemekte çok ileri git­mek, günahda ısrarlı olmaktır. Onlar bir günah işleyince, onu hafif ve küçük görürlerdi. Öyle ki, o günahı yapa yapa artık âdet, huy hâline getirirlerdi. Netîcede günahlar, onların gözünde ehemmiyetsiz bir şey olurdu. Sonra bundan zulme intikâl ederler, onlara zulmet­meye başlarlardı. Bunda da çok ileri giderler, daha büyüklerini yapmaya başlarlar, insanları öldürürlerdi. Taşkınlık ve azgınlık içinde idiler. Bu hâlleri, onları Altahü teâlânın âyetlerini inkâr etmeye, O’nun peygamberlerini sehîd etmeye kadar götürdü.

Onların bu kadar azgınlaşmalarına sebep, günahlarda, kötülük işlemekte tam bir ser­bestlik, başıboşluk ve kayıtsızlık içinde bulun­maları idi. Peygamberlere îtirâz ve karşı çıkmak ve düşmanlık, onlar için bir alışkanlık, tabîat, huy hâline gelmişti.

Allahü teâlânın emirlerini hafife alan, aşağı tutan bir kavmi, Allahü teâlâ zelîl, hakir ve hor eder.

47-Onlar istikâmet üzere bulunmazlardı. Peygamberlerinin bildirdiği, tebliğ ettiği îtikad­dan hemen yüz çevirirlerdi.

İstikâmet; bâtıl söz ve işten uzak dur­makla beraber, hak olan sözü ve işi yapmak ve vefat edinceye kadar bu hâl üzere devam etmektir.

Fussilet sûresinin 30-32 âyet-i kerîmele­rinde meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; “Rabbimiz Allahü teâlâdır” deyip, sonra istikâmet üzere bulunanlar (sebat gösteren ve sâlih amel işleyenler) var ya, (ölüm ânında veya dehşet hâlinde;) onların üzerine melekler inecek (ve şöyle diye­cekler: Ölümden ve sonrasından) korkma­yın, mahzun olmayın. Vâd olunduğunuz Cennet’le neş’elenin. Biz hem dünyâda, hem de âhırette sizin dostlarınızız. (Sizi dünyâda koruyacağımız gibi, âhırette de beraberinizde bulunacağız. Size şefaat ve ikram edeceğt’z.)

 Gafur, Rahim olan Allahü tealadan, konukluk, ikram (yahut hazırlanmış bir rızık) olarak, burada canlarınız neyi çeker, neden hoşlanırsa hepsi sizindir. Hem burada size, ne isterseniz var.”

Ahkâf sûresinin 13 ve 14. âyet-i kerîmele­rinde de meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; “Habbimiz Allahü teâlâdır” deyip, sonra istikâmet üzere olanlar (dînin hükümlerine uyarak dosdoğru gidenler) var ya, onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

Onlar   cennetliktirler, işledikleri amellere mükâfat olarak orada ebedî kalacaklardır.”

Ebü’l-Kâsım İsfehânî’nin “Et-Tergîb” isimli eserinde İbn-i Abbâs’dan (r.anh) şöyle nakledilmiştir: “Cebrail aieyhisselâm Resûlullah’a (s.a.v.) gelerek; “Yâ Muhammed! (aleyhisselâm) Sana ve ümmetine Rabbinin katından bir hediye getirdim ki, onunla sevineceksin” dedi. Resûlullah (s.a.v.); “Beni, ümmetim hak­kında çok sevindirecek olan o şey nedir?” buyurunca, Cebrail (a.s.) şöyle haber verdi:

Yahudiler; “Rabbimiz Allah’dır” derler, fakat bu sözlerinde istikâmet üzere bulunmaz­lar. Çünkü; “Yahudiler; Allah’ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler.” (Mâide sûresi: 64) ve; “Yahudiler; “Uzeyr (aleyhisselâm), Allahü teâlânın oğludur” dediler…” (Tevbe sûresi: 30)

Hıristiyanlar da; “Rabbimiz Allah’dır” der­ler. Onlar da bu sözlerinde istikâmet üzere bulunmazlar. Çünkü; “…Hıristiyanlar da, Mesih (Îsâ aieyhisselâm) Allah’ın oğludur” dediler…” (Tevbe sûresi: 30)

Senin ümmetin; “Rabbimiz Allah’dır” (Fussilet sûresi: 30) derler ve bu sözle­rinde istikâmet, doğruluk üzere bulunurlar. Bu sözlerine başka yanlış bir şey karıştırmazlar. Onlara melekler iner ve; “Üzerinde bulundu­ğunuz din, yahut geride bıraktığınız ehliniz, ıyâliniz hakkında korkmayın. Bu hususda mahzun olmayın. Çünkü Allahü teâlâ, geride bıraktıklarınız hakkında sizin vekîlinizdir. La ilahe illallah demeniz sebebiyle, vâdolunduğunuz Cennet’i size müjdeleriz” derler.

Cebrail aieyhisselâm bunları anlatınca, Resûlullah (s.a.v.); “Ey Cebrâi! Beni sevindirdin” buyurdu. O da; “Yâ Muham­medi Allahü teâlâ senin gözünü aydın etsin” dedi.”

Onlar, insanlardan gasbettiklerini sadaka olarak verirlerdi. Mallarını ellerinden almak suretiyle onlara zulmederler, sonra da, temiz olmayan kazançlarından sadaka vermeye kal­karlardı. Bu ise pek yanlıştır. Bekara sûresinin 267, 268 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Kazandıklarını­zın ve sizin için yerden çıkardığımız mahsûllerin en helâl ve en iyisinden, Allah yolunda harcayın. (Zekât ve sadaka verin.) Kendinizin, ancak göz yumarak, alabileceği, düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allahü teala vereceğiniz sadakalardan müstagnidir. Hamde asıl lâyık olan O’dur.

Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka ver­memeyi emreder. Allahü teala ise lütfundan size mağfiret ve bir bolluk vâdediyor. Allahü teâlânın kudreti, ihsanı geniştir ve her şeyi hakkıyla bilendir.”

Al-i İmrân sûresinin 92. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Sevdiğiniz şeyler­den sadaka vermedikçe, siz Cennet’e eremezsiniz. Allah yolunda her ne har­carsanız, muhakkak ki, Allahü teâlâ onu bilendir.”

 

1) Tefsîr-i Beydâvî

2) Tefsîr-i Mazhari

3) Tefsîr-i Kebîr

4) Tefsîr-i Kurtubî

5) Tefsîr-i Rûh-ul-beyân

 6) Tefsîr-i Nîsâbûrî

7) Tefsîr-i Celâleyn

8) Hâşiyet-üs-Sâvî ale’l-Celâleyn

9) Hâşiyet-ül-Cemel ale’l-Celâleyn

10) Şeyh-zâde (Beydâvi haşiyesi)

11) Şihâb (Beydâvî haşiyesi)

12) Tefsîr-i Tibyân

13) Tefsîr-İ Mevâkib

14) Tefsîr-i Ebü’l-Leys (Osm. tercümesi) .

15) Tefsîr-i Hâzin

16) Tefsîr-i Taberî

17) Zâd-ül-mesîr

18) Dürr-ül-mensûr fit-tefsîr bil-me’sûr

19) Sahîh-i Buhârî

20) Sahîh-i Müslim

21) Müsned-i Ahmed bin Hanbel

22) Feth-ul-bârî

23) İbn-i Mâce

24) Râmüz-ül-e’hâdîs

25) Râmûz-ül-ehâdîs şerhi

26) Sünen-i Tirmizî

27) Sünen-i Ebî Dâvûd

28) Mir’at-ı kâinat

29) Ahsen-ül-enhâ’ fi ma’şer-il-enbiyâ; sh. 22

30) Bedâi’uz-zühûr; sh. 209

31) El-Kâmil fit-târih; cild-1, sh. 307

32) Et Tebsıra; cild-1, sh. 352

33) Hasâis-ul-kübrâ; sh. 184

34) Şemail ür-rusûl; sh. 590

35) Muhâdarât-ül-ebrâr; cild-1, sh. 138

36) Mu’cızât-ül-enbiyâ (Osmanlıca)

37) Lugat-i târih ve Coğrafya- cild-5

38) Târih-ul-timem vel-mülûk(Târih-i Taberi); cild-2, sh. 14

39) Kısas-ul-enbiyâ (İbn-i Neccâr); sh. 371

40) Ravdat-üs-safâ (târihi); sh. 257

41) Mevâhib-i Iedünniyye

42) Huccet-ullahi alel’âlemîn; sh. 40

43) Kısas-ul-enbiyâ (Arâîs-ül-mecâlis); sh. 404

44) İhyau ulûmiddin

45) Târih-ul-âlî(Künh-ül ahbar); ciId-2. sh. 425

46) Alâmât-ül-Mehdî

47) Me’âric-ün-nübüvve

48) Medâric-ün-nühüvve

49) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1069, 1082,1095

50) İslâm Ahlâkı

51) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi

52) Rehber Ansiklopedisi

53) Cevâp Veremedi

54) Herkese Lâzım Olan Îmân

55) Fâidefi Bilgiler; sh. 8

56) İzhâr-ul-Hak