İBRÂHİM ALEYHİSSELÂM - kainatingunesi.com

İBRÂHİM ALEYHİSSELÂM

Keldânî kavmine gönderilen peygamber. Ülül-azm adı verilen altı büyük peygamberden biridir. Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmdan sonra, peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Kendisine on suhuf indirildi. Allahü teâlâ ona; “Halîlim “ (dostum) buyurdu. Bu sebeple Halîlürrahmân olarak zikredilir. Oğulları, Hz. İsmâil ve Hz. İshak da peygamberdir. Torunlarından da peygamberler gönderilmiş olduğu için Ebü’l-enbiyâ (peygamberler babası) denilmiştir. Babası Târûh’tur. Bir rivâyete göre annesinin adı Emîle’dir. İbrâhim Aleyhisselâmdan önce de her kavme peygamber gönderildi. Araplar, İbrâhim Aleyhisselâmın ilk oğlu Hz. İsmâil’in; Benî İsrâil de, ikinci oğlu olan Hz. İshak’ın soyundandırlar.

İbrâhim Aleyhisselâm, Keldânîlerin memleketi olan Bâbil’in doğu tarafında ve Dicle nehri ile Fırat nehri arasındaki bölgede doğdu. Babası, Târûh isminde temiz bir mü’min idi. Annesi, İbrâhim Aleyhisselâma hâmile iken, babası Târûh vefât etti. Bundan sonra İbrâhim Aleyhisselâmın amcası olan Âzer ile evlendi. Âzer, üvey babası ve amcası olup, putperest idi.

İbrâhim Aleyhisselâm, sevgili peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın ecdâdındandır. Peygamberimizin soyu ona dayanır. Peygamber efendimiz (s.a.v. ) bir hadîs-i şerîf de; “ Ben babam (ceddim) İbrâhim’in aleyhisselâm duâsı, kardeşim İsa’nın (a.s. ) müjdesi ve annemin rüyâsıyım “ buyurdu.

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitâbında yazıldığı üzere, peygamberimizin (s.a.v.) anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerîf, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hepsi de; azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim Aleyhisselâmın babası Târûh da, böylece, mü’min idi ve fenâ ahâktan, âdî ve çirkin sıfatlardan uzak idi.

Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur’ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür: Biri; muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi; müteşâbihât olup, görülen, anlaşılan, meşhûr olan mânâyı vermeyip, meşhûr olmayan mânâsı verilen âyetlerdir. Yâni, bunların açık ve meşhûr mânâlarını vermek, akla ve dîne uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâ vermek, yâni te’vîl etmek îcâb eder. Açık mânâlarını vermek günah olur. Meselâ, tefsîr âlimleri “el “ kelimesine kudret, gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. İşte, bunlar gibi, En’âm sûresinde meâl-i şerîfi; “İbrâhim, babası Âzer’e dediği zaman. . .” olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesinde, “Âzer “ kelimesi, Ebîhi ” kelimesinin atf-ı beyânı olduğu Beydâvî tefsîrinde yazılıdır. Bir kimsenin iki ismi olup, bu iki isim, birlikte söylendiği vakit, birinin meşhûr olmadığı, ikincisinin meşhûr olduğu anlaşılır ki, bu ikincisine atf-ı beyân denir. Bunun için, belâgat, fesâhat ve îcâz kâidelerine göre, İbrâhim Aleyhisselâm iki kimseye baba demektedir. Birisi, kendi babası, diğeri, baba dediği başkasıdır. Âyet-i kerîmenin mânâsı; “İbrâhim, Âzer olan babasına dediği zaman ” demektedir. Böyle olmasaydı, Kur’ân-ı kerîmde; “ Babası Âzer’e dediği zaman ” demeyip; “Âzer’e dediği zaman “ veya “Babasına dediği zaman “ demek yetişirdi. Âzer, kendi babası olsaydı; “Babası “ kelimesi fazla olurdu.

Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hak olarak tatbik edildiği seneler içinde, Tevrât âlimlerinin hepsi ve Îsâ aleyhisselâmın havârîleri ve bunlara tâbi olan papazlar, Âzer’in asıl baba olmayıp, İbrâhim Aleyhisselâmın amcası olduğunu söylemişlerdir. Bâzı hakîkatten habersiz olanların yazdığı gibi, Târûh kelimesi, Âzer isminin İbrânî karşılığı değildir. Yâni, ikisi de, bir adamın ismi değildir. Kur’ân-ı kerîmde, Tevrât ve İncîl’e uygun âyet-i kerîmeler pek çoktur. Hindistandaki İslâm âlimlerinden Rahmetullah Efendi (r. aleyh ) , “Beyân-ül-hak “ kitâbının Türkçe tercümesi, otuzuncu sahifesinde diyor ki: “Nesh, yâni Allahü teâlânın değiştirmesi, yalnız emirlerde ve yasaklarda olur. İmâm-ı Begavî’nin “Meâlim-üt-tenzîl “ ismindeki tefsîrinde; “ Nesh, kısas ve haberlerde olmaz. Fen bilgilerinde ve hesâb ile bulunan bilgilerede de olmaz. Yalnız, emir ve yasaklarda olur “ diye yazılıdır. Nesh; emir ve yasakları değiştirmek demek değildir. Bunların yürürlülük zamanlarının bittiğini haber vermek demektir. Kur’ân-ı kerîm, Tevrât’ın ve İncîl’in hepsini değil, birkaç yerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. “ Bu âyet-i kerîmeyi, bu bakımdan da te’vîl etmek lâzım gelmektedir.

Bekara sûresinde, Ya’kûb aleyhisselâma, çocuklarının; “ Ve senin babaların İbrâhim ve İsmâil ve İshak’ın da Rabbî ” dedikleri meâlindeki yüz otuzüçüncü âyet-i kerîmeden, İsmâil aleyhisselâmın, Ya’kûb aleyhisselâmın babası olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki, Yâkub aleyhisselâm, İshak aleyhisselâmın, bu ise İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. İshak aleyhisselâm da İsmâil aleyhisselâmın kardeşidir. Şu hâlde, İsmâil aleyhisselâm, Ya’kûb aleyhisselâmın babası değil, amcasıdır. Demek ki, Kur’ân-ı kerîmde amcaya, baba denildiği de vâkidir. Arabînin çeşitli lügatlerinde, amcalara, baba denildiği, tefsîr kitaplarında, bu âyetin tefsîrinde yazılıdır. Peygamberimizin (s.a.v.); bir köylü Araba, amcası Ebû Tâlib ve Ebû Leheb’e, Hz. Abbâs’a çok defâ baba dediği, kitaplarda yazılıdır. Her millette, her lisânda, her zaman, amcalara, üvey baba ve kayın pederlere ve her hâmî ve yardımcıya baba denilmesi âdet hâlindedir. Hem de, Âzer, İbrâhim’in aleyhisselâm hem amcası, hem de üvey babası idi. Fîrûzâbâdî de, “Kâmûs “ da böyle olduğunu bildirerek; “Âzer, İbrâhim aleyhiselâmın amcasının ismidir. Babasının ismi Târûh’dur “ diyor. Din kitaplarının bu kadar açık beyânı karşısında; “Âzer’in amca olması kavli zayıftır. Kuvvetli kavle göre, Âzer babasıdır “ demek, zayıf ve çürük bir sözdür. Âlimlerin sözlerindeki inceliği anlamamak olur.

İmâm-ı Süyûtî (r. aleyh) “ Kitâb-üd-derc-il-münîfe “ kitâbında, Âzer’in, İbrâhim aleyhiselâmın babası olmadığını, amcası olduğunu vesîkalarla isbât etmektedir. Bu kitap, Süleymâniye Kütüphânesi’nin Reîs-ül-küttâb Mustafa Efendi kısmında, 1150 numarada kayıtlıdır.

“Envâr-ül-Muhammediye “ de diyor ki, Hz. Ali’nin (r. anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Âdem aleyhisselâmdan babam Abdullah’a gelinciye kadar, hep nikâhlı ana-babalardan geldim. Hiç bir babamın nikâhsız, zinâ ile çocuğu olmadı” buyruldu.

İslâmî ilimlerin; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf kısımlarında derin bilgisi olan ve çok kıymetli kitapları ile insanlara büyük hizmet eden, ebedî saâdet yolunu gösteren Senâullah-ı Dehlevî (Pâni-pütî) hazretleri, “Tefsîr-i mazharî” nin birinci ve üçüncü ciltlerinde buyuruyor ki: “En’âm sûresindeki “Âzer” kelimesi, “Ebîhi” kelimesine atf-ı beyândır. Âzer‘in, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil, amcası olduğunu bildiren haberler daha doğrudur. Arabistan’da, amcaya baba denilir. Kur’ân-ı kerîmde de, İsmâil aleyhisselâma, Ya’kûb aleyhisselâmın babası denilmiştir. Hâlbuki amcasıdır. Âzer’in asıl ismi Nâhûr idi. Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrûd’un vezîri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn-i Râzî ve selef-i sâlihînden çoğu da Âzer’in amca olduğunu bildirdiler. Zerkânî (r. aleyh), “Mevâhib-i ledünniyye”yi şerh ederken, İbn-i Hacer-i Heytemî’nin (r. aleyh); “Âzer’in amca olduğunu, Ehl-i kitap ve târihçiler sözbirliği ile bildirmişlerdir” sözünü vesîka olarak yazmıştır. İmâm-ı Süyûtî; “Âzer’in, İbrâhim aleyhisselâmın babası olmadığını, esas babasının Târûh olduğunu, İbn-i Abbâs (r. anhümâ) bildirdi”diyor. İbn-i Abbâs’ın bu sözünü, Mücâhid ve İbn-i Cerîr ve Süddî, senedleri ile bildirmişlerdir. İbn-i Münzir’in tefsîrinde de Âzer’in amca olduğunun açıkça bildirildiğini yine Süyûtî haber vermektedir”.

“El-Müstened” kitâbında; “Âzer’in, İbrâhim aleyhisselâmın babası olmadığını, amcası olduğunu, İmâm-ı Süyûtî isbat etmektedir. “Babam ve baban Cehennem’dedirler” hadîs-i şerîfi, Ebû Leheb’in Cehennem’de olduğunu bildirmektedir” demektedir.

İbrâhim aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Keldânî kavmi, yıldızlara ve putlara tapıyordu. Bu kavmin o devirdeki kralı Nemrûd idi. İnsanlara; putlara ve kendine tapmayı emreden Nemrûd, cebbâr, zâlim ve büyüklük taslâyan ve çok zulmeden azgın bir kraldır. Nemrûd’un babası Ken’ân, Hâm soyundandır. Nemrûd, dünyânın meskun bölgelerine hâkim idi. İlk taç giyen odur. Gurur ve sefâhat, cehâlet ve ahmaklıkla hâşâ ulûhiyyet dâvâsında bulundu. O zaman insanların pek çoğu ona boyun eğmişti.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır.

Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresi 258. âyet-i kerîmede meâlen; “Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrâhim ile Rabbî hakkında mücâdele edeni (Nemrûd’u) görmedin mi?… (Haberi sana ulaşmadı mı? Habîbim elbette sen bilirsin. Kur’ân-ı kerîmde sana haber verildi) “buyurulmaktadır.

“Meâric-ün-nübüvve” adlı eserde kaydedildiğine göre Nemrûd, saltanatının ilk yıllarında adâlet ve insaf ile idâre etti. Sonradan şeytanın vesvesesine aldanarak kibre kapıldı ve ilâhlık dâvâsında bulundu. Bütün insanları kendine taptırmak istedi. Kendisinin heykellerini yaptırıp, her tarafa gönderdi. İnsanlar, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakıp, Nemrûd’a yıldızlara ve putlara tapmağa başladılar.

Nemrûd ve ona tâbi olanlar, azgınlık ve isyân içinde yaşamakta iken, bir gün Nemrûd bir rüyâ gördü. Bir rivâyete göre, rüyâsında gökyüzünde bir nûrun parladığını, güneşin, ayın ve yıldızların bu nûrun ışığında kaybolduğunu gördü. Diğer bir rivâyete göre ise, rüyâsında bir kimse gelip kendisini tahtından kaldırıp yere vurduğunu gördü. Müneccimlerini toplayıp gördüğü bu korkunç rüyâyı tâbir ettirdi. Müneccimler; “ Yeni bir peygamber ve din gelecek, senin saltanatını temelinden yıkacak! Ona göre tedbirini almalısın” diye tâbir ettiler. Nemrûd, bu işin tedbiri kolaydır dedi. Buna mâni olacağı zannına kapılıp, gücüne güvenerek önemsemedi ve; “Bundan sonra kimse çoçuk sâhibi olmayacak. Hanımlardan uzak durulacak. Doğan çoçuklar, erkekse öldürülecek, kızsa bırakılacak!” emrini verdi. Bu işi gerçekleştirmek için me’mûrlar tâyin etti. Her on ailenin başına bir me’mûr vazifelendirip, halkı o sene kontrol altına aldı. Bütün erkekleri şehirden dışarı çıkardı. Şehrin çevresine de nöbetçiler dikti ve erkeklerin şehre girmesini engelletti. Yeni doğan erkek çoçukları derhal öldürtüyordu. Bu sûretle yüz bin mâsum bebeğin öldürüldüğü nakledilmiştir.

Doğacak erkek çoçukların öldürülmesi için emir verildiğinde, annesi İbrâhim aleyhisselâma hâmile idi. Babası Târûh ise bu sıralarda vefât etmişti. İbrâhim aleyhisselâmın annesi, Târûh’un kardeşi Âzer ile evlendi.

Mü’mine bir hanım olan bu kadın, Âzer’in şerrini bildiği için, doğacak çoçuğa bir zarar vermesinden korkuyordu. Kurtulmak için; “Eğer karnımdaki bu çoçuk erkek doğarsa, götürüp Nemrûd’a teslim edersin. Böylece Nemrûd seni daha çok sever ve sana kıymet verir” demesi üzerine Âzer buna sevindi. Doğum zamanı yaklaşınca, onu başından savarak zararından korunmak için; “Kadınların doğum yapmasında ölmek tehlikesi de vardır. Çok kokuyorum. Sen puthâneye git, benim için duâ et kurtulayım” dedi. Böylece hîle ile Âzer’i yanından uzaklaştırdı. Âzer puthâneye giderek içeri kapanıp çıkmadı. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâmın annesinin doğum zamanı geldi. Hemen doğum hazırlıklarını tamamlayıp gizlice bir mağaraya gitti. Orada İbrâhim aleyhisselâm dünyâya geldi. Nemrûd gibi zâlim bir diktatörün bütün tedbirleri boşa gitmiş ve İbrâhim aleyhisselâm dünyâya gelmişti. Annesi onu iyice emzirip, mağaranın veya onu bıraktığı ark gibi bir yerin ağzını iyice kapatıp şehre döndü. Âzer’e haber gönderip eve gelmesini istedi. Âzer eve gelip merakla hâlini sorunca; “Başın sağolsun, bir erkek çoçuk doğurdum. Çocuk zayıf doğdu ve hemen öldü” dedi. Buna Âzer de inandı. İbrâhim aleyhisselâm annesi, Âzer evden çıkıp gidince gizlice çoçuğunu bıraktığı mağaraya gider, onu emzirip dönerdi. Çoçoğunun yanına gittiğinde bâzan onu, parmaklarını emer bir hâlde görürdü. Dört parmağından ağzına; yağ, bal, süt ve hurma şırası gelirdi. Ne zaman yalnız kalsa Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı gönderir bu gıdâları parmaklarına akıtırdı.

İbrâhim aleyhisselâmın mağarada ne kadar kaldığı husûsunda rivâyetler muhtelif olup; yedi, on üç, on altı veya on yedi yaşına kadar kaldığı rivâyet edilmiştir. Mağaradan çıktıktan sonra, Keldânî kavmine doğru yolu anlatmaya başlamıştır. Bu kavim putlara ve yıldızlara tapıyordu. Azgın kralları Nemrûd da ilâhlık iddiâ ediyor, insanları kendine taptırıyordu. İbrâhim aleyhisselâm putlara ve yıldızlara tapmanın bâtıl ve yanlışlığını, Nemrûd’un da âciz bir insan olduğunu açık delillerle ve anlayacakları bir usülle anlattı. Bu husus, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Biz (bülûğundan) önce İbrâhim’e, tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüşdünü (veya Mûsâ ve Hârûn’dan önce pegamberlik) verdik. Biz onun buna lâyık olduğunu biliyorduk. ” (Enbiyâ sûresi: 51) Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyurmuşlardır: “Biz İbrâhim’e (bülûğundan) önce rüşdünü verdik” buyrulan âyet-i kerîmede, eğer İbrâhim aleyhisselâmın bülûğundan önceki zaman murâd ise; “Onun rüşdünü” mânâsı; din ve dünyâ iyliğine yol bulmasıdır.

İbrâhim aleyhisselâm mağaradan çıkıp üvey babası Âzer’in evine gittiği zamanlar, başta kavmin kralı Nemrûd olmak üzere insanlar korkunç bir sapıklık ve azgınlık içinde idiler. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın verdiği rüşd ve hidâyet ile insanların hidâyete kavuşmaları, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için tebliğe başladı. Önce üvey babası olan Âzer’e putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya îmân etmesini söyledi. İbrâhim aleyhisselâm üvey babası Âzer’e, peygamberlik gereği, gâyet yumuşak bir tavırla, putların; işitmeyen, görmeyen, fayda ve zarar vermekten âciz; onlara tapmanın ise sapıklık ve boş bir şey olduğunu söyledi. Üvey babasını îmâna dâvet atmesi ve nasîhati, Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresinde bildirilmiştir. Bu husus ile ilgili âyet-i kerîmelerin tefsîrinde müfessirler şöyle bildirmişlerdir: İbrâhim aleyhisselâm üvey babasına; “Niçin bir fayda vermekten âciz olan şeylere taparsın? Duâ, niyaz ve ibâdet ancak, her şeye kâdir olan, her şeyi bilen Allahü teâlâya yapılır. Putlar kendilerini bile korumaktan âciz şeylerdir. Hiç onlara tapılır mı? ” dedi. Yine Âzer’e; “Ey babacığım! Bana; vahiy yoluyla sana gelmeyen, senin bilmediğin bir ilim; Allahü teâlâyı tanımak, îmân etmek ve O’nun hükümleri geldi. Bana tâbi ol, söylediğim şeyleri kabûl et. Seni, doğru bir yola, doğru bir îmâna kavuşturayım. Tâ ki sapıklıktan kurtulup hidâyete kavuşasın. Ey babacığım! Şeytanın seni aldatmasına kapılma, şeytanın seni aldatmak için süslü gösterdiği putlara tapma. Küfründen vazgeç. Şüphesiz ki şeytan, Allahü teâlânın emrine uymayıp isyân etmiştir. Böylesine âsî olan şeytana uyma! Eğer putlara tapmakla küfürde, îmân etmemekte ısrâr edersen, şeytana uyarsan, korkarım ki bu isyânın sebebiyle azâba düşer, ebedîyyen felâkete uğrarsın! Şeytanı dost edinmiş olursun ve şeytanla birlikte Cehennem’e atılırsın. Böylece ebedî bir felâketi düşün de şeytana uyma, putlara tapmaktan vazgeç! Allahü teâlâya îmân et ve ebedî saâdete kavuş” dedi. İbrâhim aleyhisselâmın, üvey babası Âzer’e nasîhatı ve onu îmâna çağırması Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir:

(Ey Resûlüm!) kitâbda (Kur’ân’da bildirilen) İbrâhim’in (babasıyla olan) kıssasını (İslâm’a dâvet ettiğin kimselere), zikret, anlat. Çünkü o sıddîk (doğruluğu tam, sıdkı bütün) bir peygamber idi. Yine hatırla ki, İbrâhim babasına şöyle demişti: “Ey babam! İşitmez, görmez ve sana hiçbir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun? Ey babam! Gerçekten bana, sana gelmeyen bir ilim (vahiy yoluyla tevhîd ilmi) gelmiştir. O hâlde bana uy da, seni doğru yola ileteyim.

Ey babam! (Allahü teâlâya ortak koşarak, putlara ibâdet ederek) şeytana uyma, çünkü şeytan, Rahmân’a (Allah’a) âsî oldu.

Ey babam! Doğrusu ben korkarım ki, (şeytana uyman sebebiyle) sana Rahmân’dan bir azâb gelir de şeytana (Cehennem’de) yâr, (yardımcı, arkadaş) olursun.” (Meryem sûresi: 41-45).

Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın yumuşaklıkla söylemesine ve Allahü teâlâya îmâna dâvet etmesine rağmen bunu kabûl etmedi ve sert bir lisanla; “Ey İbrâhim! Nedir bu öğütler? Yoksa sen bizim putlarımızı, tanrılarımızı red mi ediyorsun? Eğer tanrılarımızı kötülemekten vaz geçmezsen, sana çirkin sözler söylemekten geri durmam veya seni öldürürüm. Evimden yurdumdan çık, uzaklaş, git! ” dedi. Puthânenin nâzırı yâni bakıcısı olan Âzer, put yapıp satarak geçimini te’min ederdi. Yaptığı putları çoçuklarına sattırırdı. İbrâhim aleyhisselâmın da satmasını ister ona da verirdi. Âzer’in oğulları, putları halk arasında överek satarlardı. İbrâhim aleyhisselâm da, satmak için kendine verilen puta ip bağlayıp; sürükleyerek pazara götürürdü. İnsanların yaptığı bu putların; güçsüz, kudretsiz olduğunu göstermek için, sürükleyerek götürdüğü putun başını suya sokar, alay ederek; “Hadi iç!” derdi. Böylece insanlara, bu âciz putlara tapmalarının mânâsızlığını gösterirdi. Âzer, kıyâmet günü, yüzü simsiyah ve toz toprağa batmış bir hâlde İbrâhim aleyhisselâma gösterilecektir. İbrâhim aleyhisselâm ona, ben sana dünyâda iken benim bildirdiklerime îmân et (putlara tapma) demedim mi? deyince, Âzer; “İşte bu gün sana âsî olmayacağım” diyecek. Fakat iş işten geçmiş olacak, artık affolunmayacak. Bundan sonra Âzer, kana bulanmış bir sırtlan sûretinde İbrâhim aleyhisselâma gösterilecek ve ayaklarından tutulup Cehennem’e atılacaktır. Bu hususlar “Sahîh-i Buhârî ”de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.

O zaman insanların putlara tapması; yıldızları ilâh kabûl etmeleri ve putları da, ilâh kabûl ettikleri yıldızlara yaklaşma vâsıtası olarak düşünmeleri sebebi ile idi. İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini bu hususda da uyararak, yıldızlara tapmanın, onları ilâh kabûl etmelerinin bâtıl ve yanlış olduğunu, gâyet açık bir şekilde, anlayacakları tarzda bildirdi. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Vaktâ ki İbrâhim (üvey) babası Âzer’e; “Sen putları kendine tanrılar mı edîniyorsun? Gerçekten ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. Biz İbrâhim’e (Âzer’in ve kavminin dalâlette olduğunu öğrettiğimiz gibi) tevhîdde yakîn üzere sâbitlerden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu (mülkünü de) öylece gösterdik.” (En’âm sûresi: 74,75) Bu âyet-i kerîmede zikredilen “Melekût” kelimesi için Mücâhid ve Sa’îd bin Cübeyr (r. aleyhima); “Arş’a kadar yedi kat semâ ve arzın tabakalarıdır” demişlerdir. Katâde (r.aleyh) ise, “Melekût” kelimesini şöyle tefsîr etmiştir: “Semânın melekûtu; güneş, ay ve yıldızlar, arzınki ise; dağlar, ağaçlar ve denizlerdir. “Bütün bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğünü, her şeye kâdir olduğunu ve âlemleri yoktan var ettiğini gösteren birer işâret ve delildir. İbrâhim aleyhisselâma, semâvâtın ve arzın melekûtu gösterildiği beyân buyrulduktan sonra, meâlen şöyle buyruldu:

“Vaktâ ki İbrâhim’in üzerini gece bürüdü, (hava karardı). Yıldız gördü. “Bu mu benim Rabbîm? ”dedi. Yıldız batınca (kaybolunca); “Ben böyle batanları sevmem” dedi. Sonra ayı doğarken gördü. “Rabbîm bu mudur? ” dedi. Fakat o da kaybolunca; “Yemin ederim ki, eğer Rabbîm beni hidâyet üzerinde sâbit kılmasaydı elbette ben dalâlete düşenler topluluğundan olacaktım” demişti. Daha sonra güneşi doğar hâlde görünce; “Rabbîm bu mudur? Bu gördüklerimden daha büyük” dedi. Batınca da şöyle dedi: “Ey kavmim, bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır, ben sizin Allah’a şirk koştuğunuz şeylerden kat’î olarak uzağım” dedi. “Şüphesiz ben bir muvahhid (Allahü teâlâya îmân eden) olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim. Ben Allah’a ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim.” (En’âm sûresi: 76-79)

İbrâhim aleyhisselâmın yıdızları, ayı, sonra da güneşi göstererek; “Bu mu benim Rabbîm” dediğini bildiren âyet-i kerîmeler, Mazharî tefsîrinde şöyle tefsîr edilmiştir: “Gece vakti gösterdiği yıldızlar zühre ve müşteri yıldız idi. Yıldızları, ayı ve güneşi göstererek; “Bu mu benim Rabbîm” demesi, yıldızlara tapanları ilzâm içindir. Onun bu ifâde şekline baş vurması; batıp kaybolan bu varlıkların ilâh olmadığını, bunları yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, O’na îmân etmek lâzım geldiğini kesin ve kat’î deliller ile göstererek, yıldızlara tapanları sükûta mecbûr etmek için idi. Çünkü puta ve yıldıza tapan Keldânî kavmi, yıldızları ilâh tanıdıklarından, işleri yıldızlara bağlıyorlardı. İbrâhim aleyhisselâm, böyle davranmakla; onları içinde bulundukları dalâletten, sapıklıktan kurtarmak, delil göstererek hakîkatı bildirmek ve Hakk’a kavuşturmak istedi. Bu sebeple de; yıldızları, ayı, güneşi göstererek; “Size göre güyâ bu benim Rabbîmdir öyle mi? ” dedi”… Yukardaki âyet-i kerîmenin tefsîri, “Beydâvî tefsîri”nin “Şeyhzâde hâşiyesi”nde ise şöyle yapılmıştır:

İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle yıldızlara tapan bir kavme, delil göstermek yoluyla hakîkatı bildirmek istemiştir. Onları iyice düşünmeye ve anlamaya sevketmek istemiştir. Yıldızları, ayı ve güneşi gösterip her biri için; “Bu mu benim Rabbîm?” diyerek önce dikkatlerini çekmiş, sonra da böyle inanmalarının bâtıl olduğunu söylemiştir. Yâni âdetâ şöyle demiştir. İyice bir düşünün. İlâh dediğiniz bu yıldızlardan daha parlak olan ay ve güneş doğup batıyor. Bunların hepsi dâimâ değişiyor, başkalaşıyor, yâni doğuyor, batıyor. Bunlar nasıl ilâh olabilir. Bunları bir yaratan vardır. O da Allahü teâlâdır. O, noksan sıfatlardan münezzeh ve her şeye kâdirdir.

“İbrâhim aleyhisselâm, Keldânî kavmini sapıklıktan kurtarmak ve hidâyete kavuşturmak için, taptıkları yıldızların ve putların ilâh olmadığını anlayabilecekleri açık delillerle gösteriyordu. Onlara; “Nedir bu taptığınız bir takım heykeller, sûretler? Bu cansız ve âciz şeylerin ne faydası ne de zararı vardır. Ey kavmim! Taştan, ağaçtan yaptığınız putlara tapmayı bırakınız, Allah’a şirk koşmayınız! Kesinlikle biliniz ki, sizin ibâdet ettiğiniz şeyler, aslâ size fayda verme gücüne sâhib değildirler. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâya îmân edîniz ve O’na ibâdet yapınız. Eğer Allahü teâlâya ibâdet ederseniz mükâfâtını; şirk koşarsanız, azâb ve cezâsını göreceksiniz. Döneceğiniz yer âhirettir. Yaptıklarınızın hesâbını Allah’a vereceksiniz! ” şeklinde îkâzda bulundu. Fakat, Keldânî kavmi İbrâhim aleyhisselâm ’a şöyle dedi: “Biz babalarımızı, putlarla ibâdet ediciler olarak bulduk. Böylece onlara uyarak putlara tapmaktayız. “Bu cevap karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Ey putlara tapan kavim! Yemin ederim ki siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktasınız! ” dedi.

Bu husus Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Biz (bülûğundan) önce İbrâhim’e, tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüşdünü (veya Mûsâ ve Hârûn’dan önce peygamberlik) verdik. Biz, onun buna lâyık olduğunu biliyorduk. “O zaman o, babasına ve kavmine; “Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir? ” demişti. Onlar; “Biz atalarımızı bunların tapıcıları olarak bulduk (ve biz onlara uymaktayız)” dediler. (İbrâhim) dedi ki: “Yemin ederim ki siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.” Onlar İbrâhim’in aleyhisselâm, atalarına dalâlet izâfesine ihtimal vermedikleri için hayretle; “Sen bize bu sözü gerçek olarak mı söylüyorsun? Yoksa lâtife mi yapıyorsun? (bizimle eğleniyor musun?)” dediler. O da; “Hayır, sizin Rabbîniz hem göklerin, hem de yerin Rabbîdir ki, bunları O yaratmıştır ve ben de bu dediğime şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp (bayram yerinize) gittikten sonra ben putlarınızı elbette kıracağım” dedi.” (Enbiyâ sûresi: 51-57) Mücâhid (r.aleyh) ve Katâde’nin (r.aleyh) kavillerine göre İbrâhim aleyhisselâm; putlarınızı kıracağım” diye herkesin duyacağı şekilde açıkça değil, gizlice söylemiş, bunu da bir kişi duymuştu.