İlk yazılı andlaşma - kainatingunesi.com

İlk yazılı andlaşma    

Mekkeli müşrikler boş durmuyor, Resûlullah efendimize, Mekke’ de yapamadıklarını Medine’de yapmaya kalkı­şıyorlardı. Medîneli müşriklere tehdit mektupları gönderdikleri gibi, Medine’deki yahudi kabilelerine de tehdidlerle dolu mek­tuplar, ve haberler gönderiyorlardı. Onların bu tehdidleri, yahudilerin, Resûlullah efendimize yaklaşmalarına sebep oldu.

Bu sırada yahudiler, Resûlullah efendimi­zin huzuruna gelip; “Sizinle sulh yapmaya gel­dik. Bir andlaşma yapalım da birbirimize zararımız olmasın” dediler. Peygamberimiz de onlarla elli beş maddelik bir andlaşma yaptı ki, alınan bu kararların bâzıları şöyledir:

1- Bu andlaşma; Resûlullah Muhammed aleyhisselâm tarafından Mekkeli ve Medîneli müslümanlarla, onlara tâbi olanlar ve sonra­dan iltihâk edenler ve onlarla beraber savaşan­lar arasında yazılan bir belgedir.

2- Şüphesiz ki, bunlar diğer İnsanlardan ayrı bir cemâattir.

3- Her kabîle, esirlerinin kurtulmalık akçe­lerini (müslümanlar arasındaki adalete göre) ortaklaşa ödeyeceklerdir.

4- Müslümanlar, kendi aralarında karışıklık çıkaran kimselere, evlatları bile olsa, karşı cephe alacaklardır.

5- Yahudilerden müslümanlara tâbi olan­lar, her hangi bir zulme uğramayacakları gibi, onlara yardım da edilecekdir.

6- Yahudiler, müslümanfarla beraber bir grup teşkil edecek, herkes kendi dîninin îcâb-larını yerine getirecektir.

7-Yahudilerden hiç birisi, Muhammed aleyhisselâmın izni olmadan askerî bir sefere çıkamayacaktır.

8- Hiç bir kimse, anlaştığı kimseye kötülük etmeyecek, zulme uğrayana mutlaka yardım edilecektir.

9- Medîne vadisi, bu andlaşmayı yapanlar için dokunulmaz, haram bölgedir.

10- Mekkeli müşrikler ve onlara yardım edenler hiç bir surette himaye edilme­yeceklerdir.

11- Medine’ye hücum edecek kimselere karşı, müslümanlar ile yahudiler aralarında yardımlaşacaklardır.

Yahudiler, bu andlaşma ile (görünüşte) müslümanlarla dostluk yapacaklar, onlara kin tutmayacak ve düşmanlıkta bulunmayacak­lardı.

Ey Habîbîm! Mahzun olma!… Resûlul­lah efendimizin hicretinden önce, Medine’de bulunan Hazrec kabilesinin reisi Abdullah bin Übey, Medine’ye hükümdar seçilecekti. Akabe biatları, daha sonra da hicret hadise­siyle Evs ve Hazrec kabilelerinin çoğu müslüman olunca, Abdullah bin Übey’i n hükümdarlığı gerçekleşmedi. Bu sebeple Abdullah bin Übey, başta Peygamber efendi­mize ve muhacir olan Eshâb-ı kirama, sonra Medîneli sahabeye diş biliyor, fakat düşmanlı­ğını açıkça gösteremiyordu. Kendisi gibi bir kaç kimse ile, münafıklar zümresini teşekkül ettirdi. Bunlar, müslümanların yanında İslâm dînine girdiklerini söylüyor, fakat arkalarından alay ediyorlardı. Gizliden gizliye nifak tohum­ları ekmeye ve fitne çıkarmaya başladılar. Bunda öyle ileri gittiler ki, Fahr-i âlem sallal­lahü aleyhi ve sellem efendimizin mübarek sözlerini tersine nakletmeye ve değiştirmeye kalktılar.

Düşmanlıklarını içinde saklıyan yahudiler. Peygamber efendimizle bir andlaşma imzala­dılar. Peygamber efendimize gruplar hâlinde geldiler. Kendilerince çok zor olan sorular sor­dular. Aldıkları cevaplardan O’nun, hak pey­gamber olduğunu anladılar. Fakat inâd ve kıskançlıklarından îmân etmediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Bana yahudi âlimlerinden on kişi îmân etmiş olsaydı, yahudilerin hepsi îmân ederlerdi” buyurdular. Resûlultah efendimi­zin böyle mahzun olmasını, Allahu teâlâ su âyet-i kerîmesiyle tesellî eyledi: “(Ey Habîbim!) Ey şanlı Resûl! Kalbleriyle inan­madıkları hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerle (münafıklarla) yahudilerden küfür içinde koşuşanlar, seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinle’ yenler ve senin huzuruna gelmeyen başka bir kavim (Hayber yahudileri) için, (Kureyzâoğullarından) casusluk edenler­dir. Kelimeleri (Allahu teâlâ tarafından) yerlerine konduktan sonra değiştirir­ler. “Eğer size şu (fetva) verilirse onu kabul edin, verilmezse sakının” derler. Allahu teâlâ, kimin fitneye düşmesini dilerse, artık sen, Allahu tealanın irâ­desini önlemeye hiç bir surette mukte­dir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allahu teâlâ, (onların) kalblerini temizlemek dilememiştir. Onlara, dün­yâda hakîr ve perişanlık; âhırette de pek büyük bir azâb vardır.” (Mâide sûresi: 41)

Yapılan andlaşma sebebiyle, sahabeden bâzıları, komşuları olan yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Allahu teâlâ, onları da bundan men ederek buyurdu ki: “Ey îmân edenler! Din kardeşlerinizden başkasını (kâfir ve münafıkları) dost edinmeyin. Onlar size fenalık yapmakta, fesat çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından dışarı dökülmüştür. Kalblerinde gizle­dikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Onların düşmanlıklarına dâir âyetleri açıkladık, eğer düşünür anlarsanız…” {Âl-i İmrân sûresi: 118)

Mekkeli müşrikler, Medine’deki müşrikleri, münafıkları, yahudileri ve Medine’nin çevre­sindeki kabileleri durmadan tahrik ve tehdide devam ediyorlardı. Bir an önce İslâm’ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar, sevgili Pey­gamberimizin mübarek vücûdunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.

Münafıkların ve müşriklerin bu şekildeki hareketlerine karşı, Resûlullah efendimiz hep sulh yoluna gidiyordu. Eshâb-ı   kiramdan (r.anhüm) bâzıları, artık düşmana karşı çıkma­nın lâzım geldiğine inanıyor ve; “Yâ Rabbî! Bizim  için,  senin  yolunda,  şu  müşriklerle mücâdele   etmekten   daha   kıymetli   birşey   yoktur.   Bu   Kureyşli   müşrikler   ki, Habîbinin   peygamberliğini   yalanladılar  ve Mekke’den çıkmaya mecbur ettiler. Allah’ım! Her hâlde onlarla harp etmemize müsâde edersin!..” diye dua ediyorlardı. Resûlullah efendimiz ise, bu yolda Allahu tealanın emrini bekliyor, ne buyurulursa ona göre hareket edi­yordu. Artık zamanı gelmişti. Cebrail aleyhisselâmın  getirdiği vahiyde buyruluyordu ki: “Size   karşı   harb   açanlarla,   siz   de Allahü   tealanın   yolunda   çarpışın. Fakat haddi tecâvüz edip, aşırı gitme­yin.  (Sizinle savaşmayanlara dokunmayın. Savaşdıkları sûretde de kadınları, çocukları, ihtiyarlan  öldürmeyin.   İşkence  yapmayın.) Muhakkak ki, Allahu teâlâ aşırı giden­leri  sevmez.   Onları   (kâfirleri)   nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekkeden) çıkardıkları gibi, siz de onları çıka­rın.    Onların   şirk   fitneleri,    adam öldürmekten   daha   kötüdür.   Onlar Mescid-i Haram’da sizinle çarpışmadıkça, siz de orada, kendileriyle harb etmeyin. Fakat, onlar sizi orada öldürürlerse, siz de onları orada öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar, Allahu teâlâyı inkârdan ve muharebe­den vazgeçerlerse, (siz de bırakın. Zira) muhakkak ki, Allahu teâlâ pek çok mağfiret ve merhamet edicidir.” (Bekara sûresi: 190-192) Daha sonra gönderilen bir âyet-i kerimede de buyruldu ki: “Şirk fitne­sinden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allahu tealanın oluncaya (yalnız Allahu teâlâya ibâdet edilinceye) kadar, o müşriklerle   harb   edin.   (Şirkden)   vaz geçerlerse, (onlara zulüm yokdur.) Artık düşmanlık   (ceza)   ancak  zâlimler üzerinedir.” (Bekara sûresi: 193)

Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medine’nin asayişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler yâni küçük askeri birlikler tertip­ledi. Bu seriyyelere katılanların sayısı, beş ile dört yüz arasında değişirdi. Peygamber efen­dimizin katıldığı ve bizzat idare ettiği savaşlara da gaza denirdi. Sevgili Peygamberimiz, düşmanın anî saldırılarını önlemek için, Medine’ de nöbet tutma usûlünü koyarak, gerekli emniyet tedbiri aldı.

Müşrikleri, ticarî ve iktisadî yönden zayıf düşürmek ve yola getirmek lâzımdı. Bunun için Suriye ticâret yollarını kesmeleri îcâbediyordu. Bu sırada, bir müşrik kervanının Medîne yakınlarından geçmekte olduğu işi­tildi. Sevgili Peygamberimiz, derhal sefer hazırlığı yapılmasını emredip, otuz süvarinin başına hazret-i Hamza’yı kumandan tâyin etti. Kendisine, Allahü teâlâdan korkmayı, emri altında bulunanlara iyi davranmayı tavsiye buyurduktan sonra; “Allahü teâlânın yolunda, Allahü teâlânın ismini anarak gazaya çıkınız! Allahü teâlâyı tanımayanlarla çarpışınız…” buyurdular. Hazret-i Hamza’ya, beyaz bir bayrak vererek uğurladılar.

Hazret-i Hamza, emrindeki süvarilerle, üç yüz süvarinin koruduğu müşrik kervanına doğru harekete geçti. Kervan; Şam’dan Mekke’ye gitmek üzere Sîf-ül-Bahr denilen yere gelince, mücâhidlerle karşılaştılar. Şanlı sahâbîler, derhal savaş düzenine girerek çar­pışmaya hazırlandılar. O sırada, orada bulu­nan Mecdî bin Amr el-Cühenî, yetişip araya girdi. Mecdî bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az, müşriklerin pek fazla olduklarını görüp, müslümanların yenilebileceklerinî düşündü. Müs­lüman devletinin ilelebet devamını umarak arabuluculuk edip, iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra, hazret-i Hamza ve arkadaşları Medine’ye geri döndüler. Mecdinin hare­keti, Peygamber efendimize arzedilince, mem­nuniyetini bildirerek; “Mübarek, iyi ve doğru bir iş yapmıştır” buyurdular.

Bundan sonra seriyyelerin arkası kesil­medi. Ubeyde bin Haris hazretlerinin emrine altmış veya seksen kadar mücâhid verilerek, Rabig’e gönderildi. Müşrikler, müslümanlardan korkarak selâmeti kaçmakta buldular.

Peygamber efendimiz bir gün, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, Nahle’ye seriyye tertip etmek istediler. Gönderilecek askerlere de Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretle­rini kumandan yapmayı istediler. Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.anh), bu emri alınca, Peygamberi­mizden uzak kalmanın acısıyla ağlamaya baş­ladı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem. onun yerine Abdullah bin Cahş hazretlerini emir tâyin ettiler.

Abdullah bin Cahş (r.anh), İslâmiyet’i heyecanla yaşayan zâtlardandı. Müslüman olduğu zaman, kâfirler kendisine akla gelme­dik işkence yapmalarına rağmen, onlara îmân gücü ile karşı koymuş, eza ve cefâlarına meta­netle katlanmıştı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, onun için Eshâbına; “…Açlığave susuzluğa en çok dayanan ve kat-lananınızdır” buyurmuştu. Abdullah bin Cahş, Resûlullah efendimizin şehîdler için ver­diği müjdeleri duyarak, hep şehâdete can atmıştı. Harplerde en önde kahramanca çarpışırdı.

Hazret-i Abdullah bin Cahş der ki: “O gün, Resul aleyhisselâm yatsı namazını kılınca, beni yanına çağırdı. “Sabah erkenden yanıma gel. Silâhın da yanında olsun. Seni bir tarafa göndereceğim” buyurdu. Sabah olunca, mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûl aleyhisselâm, sabah namazını kıldır­dıktan sonra evine döndüler. Ben daha önce geldiğim için kapının önünde bekliyordum. Muhacirlerden benimle gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kurnandan tâyin ettim” buyurarak, bir mektup verdi. “Git! îki gece yol aldıktan sonra mektubu aç. Onda buyrulana göre hareket et” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiye’ye, kuyuya yönel!” buyurdu. Abdullah bin Cahş, Nahle seferine me’mur edildiği zaman, kendisine ilk defa, Emîr-ül-mü’minîn sıfatı verildi. İslâm’ da ilk defa bu isimle anılan emir, o oldu. Sekiz veya on iki kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, açtığı mektupta;

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadi­sine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiç birini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetleyip denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin ” yazılıydı.

Emir-ül-mü’minîn hazret-i Abdullah bin Cahş, mektubu okuduktan sonra; “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na dönece­ğiz. İşittim ve itaat ettim. Altahü teâlânın ve sevgili Resulünün emrini yerine getireceğim” diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehîd olmaya can atıyorsa benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorla­yıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resul aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz Peygamber efendimizin emirlerini işittik. Allahü teâlâya, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve sana itaat edicileriz. Nereye ister­sen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri­nin de bulunduğu bu küçük ordu, Hicaz’adoğru yol aldı ve Nahle’ye geldi. Bir yere gizlenerek ora­dan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladı. Bu sırada, bir Kureyş kafilesi geçti. Develeri yüklü idi. Mücâhidler, kafileye yaklaşarak onları İslâm’a davet ettiler, Kabul etmeyince çarpışmağa başladılar. Birisini öldürüp ikisini esir aldılar, birisi atlı olduğu için yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı. Abdullah bin Cahş (r.anh), bu ganimet malları­nın beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu, müslümanların aldıkları ilk ganîmetti.