İlk yazılı andlaşma
Mekkeli müşrikler boş durmuyor, Resûlullah efendimize, Mekke’ de yapamadıklarını Medine’de yapmaya kalkışıyorlardı. Medîneli müşriklere tehdit mektupları gönderdikleri gibi, Medine’deki yahudi kabilelerine de tehdidlerle dolu mektuplar, ve haberler gönderiyorlardı. Onların bu tehdidleri, yahudilerin, Resûlullah efendimize yaklaşmalarına sebep oldu.
Bu sırada yahudiler, Resûlullah efendimizin huzuruna gelip; “Sizinle sulh yapmaya geldik. Bir andlaşma yapalım da birbirimize zararımız olmasın” dediler. Peygamberimiz de onlarla elli beş maddelik bir andlaşma yaptı ki, alınan bu kararların bâzıları şöyledir:
1- Bu andlaşma; Resûlullah Muhammed aleyhisselâm tarafından Mekkeli ve Medîneli müslümanlarla, onlara tâbi olanlar ve sonradan iltihâk edenler ve onlarla beraber savaşanlar arasında yazılan bir belgedir.
2- Şüphesiz ki, bunlar diğer İnsanlardan ayrı bir cemâattir.
3- Her kabîle, esirlerinin kurtulmalık akçelerini (müslümanlar arasındaki adalete göre) ortaklaşa ödeyeceklerdir.
4- Müslümanlar, kendi aralarında karışıklık çıkaran kimselere, evlatları bile olsa, karşı cephe alacaklardır.
5- Yahudilerden müslümanlara tâbi olanlar, her hangi bir zulme uğramayacakları gibi, onlara yardım da edilecekdir.
6- Yahudiler, müslümanfarla beraber bir grup teşkil edecek, herkes kendi dîninin îcâb-larını yerine getirecektir.
7-Yahudilerden hiç birisi, Muhammed aleyhisselâmın izni olmadan askerî bir sefere çıkamayacaktır.
8- Hiç bir kimse, anlaştığı kimseye kötülük etmeyecek, zulme uğrayana mutlaka yardım edilecektir.
9- Medîne vadisi, bu andlaşmayı yapanlar için dokunulmaz, haram bölgedir.
10- Mekkeli müşrikler ve onlara yardım edenler hiç bir surette himaye edilmeyeceklerdir.
11- Medine’ye hücum edecek kimselere karşı, müslümanlar ile yahudiler aralarında yardımlaşacaklardır.
Yahudiler, bu andlaşma ile (görünüşte) müslümanlarla dostluk yapacaklar, onlara kin tutmayacak ve düşmanlıkta bulunmayacaklardı.
Ey Habîbîm! Mahzun olma!… Resûlullah efendimizin hicretinden önce, Medine’de bulunan Hazrec kabilesinin reisi Abdullah bin Übey, Medine’ye hükümdar seçilecekti. Akabe biatları, daha sonra da hicret hadisesiyle Evs ve Hazrec kabilelerinin çoğu müslüman olunca, Abdullah bin Übey’i n hükümdarlığı gerçekleşmedi. Bu sebeple Abdullah bin Übey, başta Peygamber efendimize ve muhacir olan Eshâb-ı kirama, sonra Medîneli sahabeye diş biliyor, fakat düşmanlığını açıkça gösteremiyordu. Kendisi gibi bir kaç kimse ile, münafıklar zümresini teşekkül ettirdi. Bunlar, müslümanların yanında İslâm dînine girdiklerini söylüyor, fakat arkalarından alay ediyorlardı. Gizliden gizliye nifak tohumları ekmeye ve fitne çıkarmaya başladılar. Bunda öyle ileri gittiler ki, Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübarek sözlerini tersine nakletmeye ve değiştirmeye kalktılar.
Düşmanlıklarını içinde saklıyan yahudiler. Peygamber efendimizle bir andlaşma imzaladılar. Peygamber efendimize gruplar hâlinde geldiler. Kendilerince çok zor olan sorular sordular. Aldıkları cevaplardan O’nun, hak peygamber olduğunu anladılar. Fakat inâd ve kıskançlıklarından îmân etmediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Bana yahudi âlimlerinden on kişi îmân etmiş olsaydı, yahudilerin hepsi îmân ederlerdi” buyurdular. Resûlultah efendimizin böyle mahzun olmasını, Allahu teâlâ su âyet-i kerîmesiyle tesellî eyledi: “(Ey Habîbim!) Ey şanlı Resûl! Kalbleriyle inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerle (münafıklarla) yahudilerden küfür içinde koşuşanlar, seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinle’ yenler ve senin huzuruna gelmeyen başka bir kavim (Hayber yahudileri) için, (Kureyzâoğullarından) casusluk edenlerdir. Kelimeleri (Allahu teâlâ tarafından) yerlerine konduktan sonra değiştirirler. “Eğer size şu (fetva) verilirse onu kabul edin, verilmezse sakının” derler. Allahu teâlâ, kimin fitneye düşmesini dilerse, artık sen, Allahu tealanın irâdesini önlemeye hiç bir surette muktedir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allahu teâlâ, (onların) kalblerini temizlemek dilememiştir. Onlara, dünyâda hakîr ve perişanlık; âhırette de pek büyük bir azâb vardır.” (Mâide sûresi: 41)
Yapılan andlaşma sebebiyle, sahabeden bâzıları, komşuları olan yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Allahu teâlâ, onları da bundan men ederek buyurdu ki: “Ey îmân edenler! Din kardeşlerinizden başkasını (kâfir ve münafıkları) dost edinmeyin. Onlar size fenalık yapmakta, fesat çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından dışarı dökülmüştür. Kalblerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Onların düşmanlıklarına dâir âyetleri açıkladık, eğer düşünür anlarsanız…” {Âl-i İmrân sûresi: 118)
Mekkeli müşrikler, Medine’deki müşrikleri, münafıkları, yahudileri ve Medine’nin çevresindeki kabileleri durmadan tahrik ve tehdide devam ediyorlardı. Bir an önce İslâm’ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar, sevgili Peygamberimizin mübarek vücûdunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.
Münafıkların ve müşriklerin bu şekildeki hareketlerine karşı, Resûlullah efendimiz hep sulh yoluna gidiyordu. Eshâb-ı kiramdan (r.anhüm) bâzıları, artık düşmana karşı çıkmanın lâzım geldiğine inanıyor ve; “Yâ Rabbî! Bizim için, senin yolunda, şu müşriklerle mücâdele etmekten daha kıymetli birşey yoktur. Bu Kureyşli müşrikler ki, Habîbinin peygamberliğini yalanladılar ve Mekke’den çıkmaya mecbur ettiler. Allah’ım! Her hâlde onlarla harp etmemize müsâde edersin!..” diye dua ediyorlardı. Resûlullah efendimiz ise, bu yolda Allahu tealanın emrini bekliyor, ne buyurulursa ona göre hareket ediyordu. Artık zamanı gelmişti. Cebrail aleyhisselâmın getirdiği vahiyde buyruluyordu ki: “Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü tealanın yolunda çarpışın. Fakat haddi tecâvüz edip, aşırı gitmeyin. (Sizinle savaşmayanlara dokunmayın. Savaşdıkları sûretde de kadınları, çocukları, ihtiyarlan öldürmeyin. İşkence yapmayın.) Muhakkak ki, Allahu teâlâ aşırı gidenleri sevmez. Onları (kâfirleri) nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekke’ den) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. Onların şirk fitneleri, adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar Mescid-i Haram’da sizinle çarpışmadıkça, siz de orada, kendileriyle harb etmeyin. Fakat, onlar sizi orada öldürürlerse, siz de onları orada öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar, Allahu teâlâyı inkârdan ve muharebeden vazgeçerlerse, (siz de bırakın. Zira) muhakkak ki, Allahu teâlâ pek çok mağfiret ve merhamet edicidir.” (Bekara sûresi: 190-192) Daha sonra gönderilen bir âyet-i kerimede de buyruldu ki: “Şirk fitnesinden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allahu tealanın oluncaya (yalnız Allahu teâlâya ibâdet edilinceye) kadar, o müşriklerle harb edin. (Şirkden) vaz geçerlerse, (onlara zulüm yokdur.) Artık düşmanlık (ceza) ancak zâlimler üzerinedir.” (Bekara sûresi: 193)
Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medine’nin asayişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler yâni küçük askeri birlikler tertipledi. Bu seriyyelere katılanların sayısı, beş ile dört yüz arasında değişirdi. Peygamber efendimizin katıldığı ve bizzat idare ettiği savaşlara da gaza denirdi. Sevgili Peygamberimiz, düşmanın anî saldırılarını önlemek için, Medine’ de nöbet tutma usûlünü koyarak, gerekli emniyet tedbiri aldı.
Müşrikleri, ticarî ve iktisadî yönden zayıf düşürmek ve yola getirmek lâzımdı. Bunun için Suriye ticâret yollarını kesmeleri îcâbediyordu. Bu sırada, bir müşrik kervanının Medîne yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sevgili Peygamberimiz, derhal sefer hazırlığı yapılmasını emredip, otuz süvarinin başına hazret-i Hamza’yı kumandan tâyin etti. Kendisine, Allahü teâlâdan korkmayı, emri altında bulunanlara iyi davranmayı tavsiye buyurduktan sonra; “Allahü teâlânın yolunda, Allahü teâlânın ismini anarak gazaya çıkınız! Allahü teâlâyı tanımayanlarla çarpışınız…” buyurdular. Hazret-i Hamza’ya, beyaz bir bayrak vererek uğurladılar.
Hazret-i Hamza, emrindeki süvarilerle, üç yüz süvarinin koruduğu müşrik kervanına doğru harekete geçti. Kervan; Şam’dan Mekke’ye gitmek üzere Sîf-ül-Bahr denilen yere gelince, mücâhidlerle karşılaştılar. Şanlı sahâbîler, derhal savaş düzenine girerek çarpışmaya hazırlandılar. O sırada, orada bulunan Mecdî bin Amr el-Cühenî, yetişip araya girdi. Mecdî bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az, müşriklerin pek fazla olduklarını görüp, müslümanların yenilebileceklerinî düşündü. Müslüman devletinin ilelebet devamını umarak arabuluculuk edip, iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra, hazret-i Hamza ve arkadaşları Medine’ye geri döndüler. Mecdinin hareketi, Peygamber efendimize arzedilince, memnuniyetini bildirerek; “Mübarek, iyi ve doğru bir iş yapmıştır” buyurdular.
Bundan sonra seriyyelerin arkası kesilmedi. Ubeyde bin Haris hazretlerinin emrine altmış veya seksen kadar mücâhid verilerek, Rabig’e gönderildi. Müşrikler, müslümanlardan korkarak selâmeti kaçmakta buldular.
Peygamber efendimiz bir gün, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, Nahle’ye seriyye tertip etmek istediler. Gönderilecek askerlere de Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretlerini kumandan yapmayı istediler. Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.anh), bu emri alınca, Peygamberimizden uzak kalmanın acısıyla ağlamaya başladı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem. onun yerine Abdullah bin Cahş hazretlerini emir tâyin ettiler.
Abdullah bin Cahş (r.anh), İslâmiyet’i heyecanla yaşayan zâtlardandı. Müslüman olduğu zaman, kâfirler kendisine akla gelmedik işkence yapmalarına rağmen, onlara îmân gücü ile karşı koymuş, eza ve cefâlarına metanetle katlanmıştı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, onun için Eshâbına; “…Açlığave susuzluğa en çok dayanan ve kat-lananınızdır” buyurmuştu. Abdullah bin Cahş, Resûlullah efendimizin şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehâdete can atmıştı. Harplerde en önde kahramanca çarpışırdı.
Hazret-i Abdullah bin Cahş der ki: “O gün, Resul aleyhisselâm yatsı namazını kılınca, beni yanına çağırdı. “Sabah erkenden yanıma gel. Silâhın da yanında olsun. Seni bir tarafa göndereceğim” buyurdu. Sabah olunca, mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûl aleyhisselâm, sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndüler. Ben daha önce geldiğim için kapının önünde bekliyordum. Muhacirlerden benimle gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kurnandan tâyin ettim” buyurarak, bir mektup verdi. “Git! îki gece yol aldıktan sonra mektubu aç. Onda buyrulana göre hareket et” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiye’ye, kuyuya yönel!” buyurdu. Abdullah bin Cahş, Nahle seferine me’mur edildiği zaman, kendisine ilk defa, Emîr-ül-mü’minîn sıfatı verildi. İslâm’ da ilk defa bu isimle anılan emir, o oldu. Sekiz veya on iki kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, açtığı mektupta;
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiç birini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetleyip denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin ” yazılıydı.
Emir-ül-mü’minîn hazret-i Abdullah bin Cahş, mektubu okuduktan sonra; “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Altahü teâlânın ve sevgili Resulünün emrini yerine getireceğim” diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehîd olmaya can atıyorsa benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resul aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz Peygamber efendimizin emirlerini işittik. Allahü teâlâya, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerinin de bulunduğu bu küçük ordu, Hicaz’adoğru yol aldı ve Nahle’ye geldi. Bir yere gizlenerek oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladı. Bu sırada, bir Kureyş kafilesi geçti. Develeri yüklü idi. Mücâhidler, kafileye yaklaşarak onları İslâm’a davet ettiler, Kabul etmeyince çarpışmağa başladılar. Birisini öldürüp ikisini esir aldılar, birisi atlı olduğu için yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı. Abdullah bin Cahş (r.anh), bu ganimet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu, müslümanların aldıkları ilk ganîmetti.