İNSANLARDA BULUNAN GÜZEL HUYLAR - kainatingunesi.com

İNSANLARDA BULUNAN GÜZEL HUYLAR

1-ADALET

 İyi huyların en üstünü, en şereflisi adalettir. Hatta, adalette, bütün iyilikler toplanmış gibidir. Adalet, huyları ve hareketleri dine ve akla uyun olmak demektir. Görünüşünün iç dünyası gibi olmasıdır. Herkesin yanında, yalnız iken bulunduğu gibi bulunmaktır. İki yüzlü olmamaktır. Adaletten ayrılmayan kimseye “âdil” denir. Âdil kimse insanların en iyisidir.

Adalet, birlik, eşitlik demektir. İki şeyin, ya kendileri veya özellikleri eşit olur. Benzeyen yerlerinde birleşmişler demektir. Ölçme, tartma, karşılaştırma işlerinde eşitlik gibi kıymetlisi yoktur. İşte bunun için iyiliklerin en üstünü, adalet olmuştur. Adalet, orta yolu tutmak demektir. Orta yoldan ayrılan kimsede adalet vardır demek yanlış olur. Üç yerde adaletin bulunması lazımdır:

1- Bir malı, bir nimeti bölerken adaletli davranmak lazımdır.

2- İnsanlarla yapılan muamelelerde, alışverişte adalet lazımdır.

3- Ceza vermekte adalet lazımdır. Bir kimse, birisine korku verse, saldırsa, aynısıyla karşılık verilmesi gerekir. Fakat, bu karşılığı hükümet verir. Böyle adalet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adalet, korkusuzluk demektir.

İnsanlar, her işinde adil davranabilmek için bir ölçüye muhtaçtır. Bu ölçü, akıl ile bulunamaz. Allahü teala kullarına acıyarak, memleketleri korumak için bir ölçü aleti gönderdi. Bu ilahî ölçü ile adaletiyle ölçmek, dağıtmak kolay oldu. Bu ölçü, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Güzel dinimiz İslamiyet, insanlar arasındaki adaleti sağlamak için lazım olan kuralları açıkça bildirmektedir.

Bundan başka bir ölçü de adaletten ayrılmayan hâkimlerdir. İnsanlar, adaleti icra eden hâkimlere de muhtaçtır. İnsanlar medeni yaratılmıştır. Yani birbirleriyle karışmak, beraber yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Bunun için insan yalnız yaşayamaz. İnsanlar bir araya gelince açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulüm edenler olur. Çünkü her nefis, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almaya uğraşır. Bu şeyleri isteyen birkaç kişi çekişmeye başlar. Bunları ayırmak için kuvvetli bir hâkim lazım olur.

Alışverişte herkes kendi yaptığını daha kıymetli sanır. Eşyanın değerlerini ölçen şey altın ile gümüştür, yani paradır. Eşyanın değerlerini altın ve gümüşle, adaleti gözeterek ölçecek adil bir hâkim lazımdır. Sözü geçer olan bu hâkim de hükümettir. Adil bir hükümet; zulmü, işkenceyi önler. Allahü tealanın emrettiği adaleti sağlar. Eşyanın değerlerini adaletle tespit eder.

İnsanın önce kendine, hareketlerine, vücudunun organlarına adaleti uygulaması lazımdır. Sahip olduğu gücünü, kuvvetini, her organını niçin yaratıldı ise o yolda kullanmalıdır. Dinimizin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. İnsanlara karşı güzel huylu olmalıdır. İkinci olarak; çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adil davranmalıdır. Adlî makamlar ve hükümet adamları da millete adaletli davranmalıdır. Bunlar kimseye haksızlık etmemelidir. Hak sahiplerinin hakkını korumalıdır.

Adalet üç kısma ayrılır:

1- Allahü tealaya kulluk etmektir. Yarattıklarına sonsuz iyiliklerde bulunan Allahü tealaya karşı ibadet etmek bir borçtur. Böyle bir yaratana şükretmek elbette lazımdır. Adalet için, sahibinin hakkını gözetmek icap eder. Her insanın Yaradanı’na karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını ödemesi lazımdır.

2- İnsanların hakkını gözetmektir. Ana babaya itaat, âlimlere ve yaşlılara hürmet, emanete vefa göstermek, alışveriş haklarını yerine getirmek, söz verdiği şeyi yerine getirmek lazımdır.

3- Geçmiş insanların haklarını ödemektir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasiyetlerini yerine getirmek, vakıflarını korumak, ölmüşlerin bıraktığı hayrat ve hasenatı yaşatmakla olur.

Adalet yapmamak zulümdür. En büyük haksızlıktır. Zulüm, adaletin sınırını aşmaktır. Başkasının hakkına saldırmaktır. Zulüm edenler, başkasının malına, canına, namusuna zarar verir.

MENKIBE: Ağlayan Çocuk

Hazret-i Ömer’in halifeliği (devlet başkanlığı) zamanıydı. Başkent Medine’ye yabancı bir kervan geldi. Develerini yıkıp konakladılar. Halife, her zaman olduğu gibi gece şehri dolaşmaya çıktı. Yolda eshabdan (Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarından) Hazret-i Abdurrahman’a rastladı. Ona dedi ki:

-Ey Avf’ın oğlu! Gel seninle bu gece misafirimiz olan kervanı bekleyelim! Onlar rahat uyusunlar. Çünkü yorgundurlar. Canları ve malları herhangi bir zarara uğramasın!

Hazret-i Ömer bu teklifte bulununca, Hazret-i Abdurrahman da seve seve kabul etti. Birlikte kervanın etrafında dolaşmaya başladılar. O sırada yakındaki bir evden çocuk ağlaması işitildi. Çocuğun sesi kesilmediği için Halife evin kapısına gitti. İçeride bulunanlara; küçüğü susturmalarını rica etti. Sonra dönüp geldi. Gece boyunca çocuğun sesi işitildikçe, birkaç kere daha evin kapısına gitti. Çocuğun ihtiyacını gidermelerini söyledi. Fakat çocuğun ağlaması bir türlü dinmiyordu. Seher vakti olunca, Hazret-i Ömer son defa oraya gitti. Çocuğun annesine,

-Sen ne biçim anasın? Bütün gece evladını ağlattın. Çocuk belki açtı, diye çıkıştı. Kadıncağız cevap verdi:

-Halimi anlamadan niçin beni azarlıyorsun?

Hazret-i Ömer kendini tanıtmadan sordu:

-Haline ne olmuş?

-Çocuğu sütten kesmiştim.

-Sütün yoksa başka şeyler yedirseydin!

-Evde onun yiyeceği bir şey yok ki! Biz çok fakiriz.

-Çocuğun kaç yaşında?

-Daha yaşını doldurmadı.

İşte bu cevap üzerine Hazret-i Ömer öfkelendi:

-Peki niçin bu kadar küçük bir yavruyu sütten kestin?

Kadıncağız içini çekti ve,

-Halifemiz Hazret-i Ömer’e, Cenab-ı Hakk insaflar versin! Çocuklar sütten kesilmeyince bizim gibi bir fakire nafaka vermez! Fakirlik maaşı bağlamaz. Onun için yavrumu erkenden sütten kestim!

Bunun üzerine Halife ağlayarak mecside girdi. Gözyaşları yüzünden namazı zorla kıldırdı. Selam verdikten sonra cemaate döndü. Yine ağlayarak,

-“Sizin Ömeriniz’e yazıklar olsun! Sizin Ömeriniz’e yazıklar olsun!” diyerek kendini suçladı. Sonra bütün Medine halkına, tellallar (haberciler) çıkarttı. Onlar da bildirdiler ki:

-Hangi Müslümanın oğlu veya kızı dünyaya gelirse hemen Halife’ye bildirsin! Beytülmal’dan (Hazine’den) nafaka verilecektir. Hiç kimse nafaka yüzünden evladını vaktinden önce sütten kesmesin!

O günden sonra artık Medine’de açlık sebebiyle ağlayan çocuk sesi işitilmedi.

Bu hadiseden epeyce zaman sonra Medine’de kıtlık başgösterdi. Hazret-i Ömer hemen bir deve kestirdi ve “Etini fakirlere dağıtın!” diye emretti. Görevli, etin iyi kısmından bir parçasını da Hazret-i Ömer’e ayırdı. Yemek zamanı olunca, iyice pişirip Halife’nin önüne getirdi. Hazret-i Ömer hayretle sordu:

-Bu yemek neredendir?

-Efendim! Kesilmesini emir buyurduğunuz deveden size düşen paydır.

Hazret-i Peygamberin sevgilisi “Koca Ömer”in rengi değişti.

-Devenin iyi yerlerini kendisi yiyip, artanını fakirlere vermek çok kötü bir şeydir. Hemen bu yemeği kaldır ve çoluk çocuk sahibi fakir bir aileye götür!

Az sonra önüne gelen kuru arpa ekmeği ile zeytinyağını “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek afiyetle ve gönül rahatlığıyla yedi.

İşte bu yüzden bütün âlimler fikir birliği etmişlerdir ki: “Hazret-i Ömer’in adaleti, kendinden önce ve sonrakilerden daha büyüktür.”

 MENKIBE: Adaleti Seviyordu

Endülüs Emevi hükümdarlarından İkinci Hakem, adaleti seven bir hükümdardı. Adaleti sevmek ve yerine getirmekte ondan geri kalmayan bir kadısı da vardı. Bunun adı Kadı Beşir’di.

Hükümdar, bahçesine büyük bir köşk yaptırmak istedi. Fakat arsası yetmiyor, fakir bir kadına ait bir tarlayı da almak gerekiyordu. Kadın tarlasını vermek istemedi. Fakat zorla alıp, köşkü onun tarlasına uzattılar. Köşk bitmişti. Kadın, Kadı Beşir’e gitti. Durumu bildirip şikâyette bulundu. Kadı, kadına

-Hiç meraklanma! Ben bunu düzeltirim, dedi.

Kadı Beşir, bir eşek alıp üzerine boş bir torba koyarak yeni köşkün önüne gitti. Hakem pencerede oturuyordu. Kadı,

-Ey hükümdarım! Bu torbayı şuradan toprakla doldurur musun?

Hakem, kadının gizli bir gayesi olduğunu anlayarak aşağıya indi, torbayı toprakla doldurdu. Kadı,

-Hele şu torbayı kaldır da eşeğe yükleyelim!

Hükümdar uzun uzun zorlandı, torbayı kaldıramadı. Bunun üzerine Kadı şöyle dedi:

-Ey hükümdar! Bu torbadaki toprak, fakir kadından zorla aldığın şu tarlanın ancak çok küçük bir bölümüdür! Sen bunu kaldıramıyorsun! Peki yarın ahirette, o koskoca tarlanın yükünü ve günahını nasıl kaldıracaksın?

Bundan sonra tarla, köşkle beraber kadına verildi.

 MENKIBE: Adalete Bakınız!

İslam dini, baştan başa ahlak ve fazilettir. İslam dininin dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adalet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. On üç asırlık hadiseler, bunu düşmanlara da pek iyi göstermiştir. Sayılamayacak kadar çok vesikalardan birisi şöyledir:

Bursa müzesi arşivinde, iki yüz sene öncesine ait bir mahkeme kaydında diyor ki: “Altıparmak’taki Yahudi mahallesi yanında bir arsaya Müslümanlar cami yapıyor. Yahudiler, arsa bizimdir, yapamazsınız! dediklerinde iş mahkemeye intikal ediyor. Mahkemede, arsanın Yahudilere ait olduğu anlaşıldığından caminin yıkılmasına, arsanın Yahudilere verilmesine karar verildi ve hüküm yerine getirildi.” Adalete bakınız!

 MENKIBE: Düşmanını bile affetti

Hazret-i Ömer devrinde Mülümanlar, İran içlerine kadar İslamiyeti yaydılar. O sırada Tüster şehri, Müslüman mücahidlere teslim olmamak için çok direndi. Fakat sonunda meşhur kumandanları Hürmüzan, her şeyin bitmek üzere olduğunu fark etti. İslam başkumandanına bir teklifte bulundu:

-Eğer beni “sağ olarak” halifenizin huzuruna götürürseniz şehri teslim ederim! dedi. Teklifi kabul edildi.

Tüster şehri teslim alındı.

Hürmüzan da, ganimetlerle birlikte Halife’ye yollandı. Onu ve ganimetleri götüren Hazret-i Enes bin Malik ve bir arkadaşıydı.

Medine’ye giderken Hürmüzan’a en süslü ve yaldızlı elbiseleri giydirdiler. Sokaklardan geçirilirken Müslümanlar hem şükrediyor hem de ibret alıyorlardı.

Nihayet Hazret-i Ömer’in huzuruna vardılar.

Enes bin Malik hazretleri, kısaca vaziyeti arz etti. Ganimetleri takdim etti (sundu).

Halife, komutana;

-Konuş bakalım! Bize ne söyleyeceksin?

Hürmüzan,

-Ölecek miyim kalacak mıyım? diye mırıldandı.

 Oradakiler hayretle “Ne demek istiyorsun?” gibilerden yüzüne bakınca,

-Çünkü öleceksem başka, kalacaksam başka türlü konuşacağım dedi.

O zaman Hazret-i Ömer;

-Konuş! Sana zarar gelmez buyurdu.

Tüster şehrinin mağrur kumandanı ferahladı ve şunları söyledi:

-Ey büyük Halife! Cenab-ı Hakk, siz Araplar ile biz İranlılar’ı serbest bıraktığı günlerde, bizler bazılarınızı “köle” olarak kullanıyorduk. Sizleri öldürüyor ve mallarınızı zorla elinizden alıyorduk.

Ne zamanki yüce Allah size “Peygamber Muhammed aleyhisselâm”ı yolladı. Sizinle beraber oldu; işte o zaman bizim üstünlüğümüz sona erdi.

Bu sözleri duyan Halife biraz düşündü. Sonra arkadaşına danıştı.

-Onu ne yapalım, ne tavsiye edersin?

Hazret-i Enes cevap verdi:

-Ey Müminlerin Emiri!

Onu öldürmenizi tavsiye etmem! Çünkü arkasında büyük bir düşman kalabalığı bıraktı. Belki galeyana gelirler de tekrar Müslümanlara saldırırlar!

Hazret-i Ömer kızarak,

-“Fakat onlar Resulullahın en kıymetli arkadaşlarını (eshabını) şehit ettiler. Ben de onu sağ bırakmaktan utanıyorum!” diye söylendi.

-Ya Ömer! Onu öldürmemen gerekir. Çünkü “Konuş! Sana zarar gelmez!” demiştin.

Halife daha da hiddetlendi:

-Sana herhalde bir şeyler verdi ki böyle konuşuyorsun!

-O adamın sana bir şey vermediğine dair şahit isterim. Yoksa ondan önce gerekeni sana yapacağım dedi.

Hazret-i Ömer’in şakası olmadığını bilen Hazret-i Enes çıkıp şahit aradı. Yolda rastladığı Zübeyr bin Avvam hazretleri kendisini dinledi. Sonra da Halife’ye gelip şahitlik etti. Hazret-i Zübeyr, Sevgili Peygamberimizin halasının oğlu ve “Cennetle müjdelenmiş on büyük Müslümandan biri” idi. Onun şahitliği sayesinde Hürmüzan’ın hayatı kurtuldu.

Bir müddet sonra o da Müslüman oldu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, eski “can düşmanına” bile maaş bağladı. Çünkü “İslam adaleti” bunu gerektiriyordu

2.İNSANLARLA İYİ GEÇİNMEK

 Allahü tealanın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak gerektiği gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de gereklidir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: “İslamiyet, Allahü tealanın emirlerini büyük bilmek ve Onun yarattıklarına acımaktır.” Hadis-i şerif, Allah hakkını ve kul hakkını yerine getirmek icap ettiğini göstermektedir. Bu iki haktan yalnız birini gözetmek kusur olur. İnsanlarla iyi geçinmek vaciaptir. Allahü tealanın da emridir. İnsanlara karşı güzel ahlaklı olup iyilik ve adalet üzere olmak, hep kendini düşünmemek lazımdır.

Peygamber efendimize güzel ahlak sorulduğunda buyurdu ki: “Sana vermeyene vermen, sana gelmeyene gitmen ve sana zulmedeni affetmendir.” İslam âlimlerinden Muhammed bin Hanefi’ye şöyle bildirdi: “İnsanlarla iyi geçinmeyen akıllı değildir.”

Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Bir Müslümana ikram eden, Allahü tealaya ikram etmiş gibidir.” İslam âlimlerinden Yusuf bin Esbat’a sordular:

-Tevazu göstermenin, alçak gönüllü davranmanın gayesi nedir?

-Evden çıktığında, rastladığın herkesin kendinden iyi olduğunu görmendir.

Din kardeşine güler yüzlü, tatlı sözlü, açık elli, sabırlı, kibirsiz muamele etmelidir. Her özrünü kabul etmelidir.

Evliyanın büyüklerinden Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: “Rastladığın kimse yaşça senden büyükse: ‘Bu zat benden büyük olduğu için dine daha çok hizmet etmiştir.’ Eğer yaşça senden küçüğe rastlarsan, ‘Bu daha küçük, ben bundan çok günah işledim. O halde bu benden iyidir’ demelisin! Akranına rastlarsan ‘Ben kendi kabahatimi biliyorum. Bununkini bilmiyorum. O halde bu benden iyidir’ diye düşünmelisin!”

Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Müslüman yaşlılara hürmet ve ikram, Allahü tealaya saygıdandır.”  “Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimize acımayan bizden değildir.”

 MENKIBE : İyilik Ederim

Sevgili Peygamberimiz, Eshabı, arkadaşları ile sohbet ediyorlardı. Eshab-ı kiram merakla, “ya Resulallah! Hazret-i Ali’yi niçin fazla seviyorsunuz?” diye sordular. Efendimiz tebessümle, (Biriniz Ali’yi çağırıp gelsin!) buyurdular. Sohbet devam ediyordu. Bu sefer Resulullah Efendimiz sordu: (Ey Eshabım! Siz birisine iyilik etseniz, o da size kötülükle mukabele etse, buna karşılık ne yaparsınız?) Yakın dostları olan Eshabı, “yine iyilik ederiz ya Resulallah!” cevabını verdiler. Resul-i Ekrem efendimiz buyurdular ki: (O kimse, bir kere daha kötülük ederse ne yaparsınız?). O zaman Eshabı, başlarını aşağı indirdiler. Üçüncüden sonra cevap veremediler. Tam bu sırada Hazret-i Ali geldi. Selam verdi. İki cihan güneşi olan Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ali’ye sordu: (Ya Eba Türab! Sen birisine iyilik etsen, o da sana kötülükle mukabele etse nasıl karşılık verirsin?). Allah’ın arslanı Hazret-i Ali tereddütsüz, “İyilik ederim!” cevabını verdi.Yine Efendimiz, (Tekrar kötülük yapsa?) diye sorunca, “yine iyilik ederim Ya Resulallah!”

Efendimiz aynı soruyu tam yedi defa tekrarladılar. Sevgili damadı, hep aynı cevabı verdi, en sonunda da, “Yorulmayın Efendimiz. O kimse bana ne kadar kötülük etse, ben ona o kadar iyilikle karşılık  veririm!” diye sözünü bitirdi. Bunun üzerine Eshab-ı Kiram, “Ya Resulallah! Hazret-i Ali’yi niçin çok sevdiğinizi anladık. Bu sevgiye gerçekten layıktır” dediler.”Hep birlikte “Haydar-ı Kerrar’a” (düşmana, tekrar tekrar saldıran; kötülüğe tekrar tekrar iyilik eden arslan), yani Hazret-i Ali’ye dua ettiler.

“Not: Eshab-ı Kiram, “hâşâ” Hazret-i Ali’yi kıskandıkları için o suali sormadı. Sadece o büyük kahramanın derecesini öğrenmek istiyorlardı.

3.DOĞRULUK

 Bütün iş ve davranışlarda dinimizin emirlerine uymakla hasıl olan güzel ahlaktan biri de doğruluktur. Doğruluk, insanların söz, iş ve davranışlarda dürüst olmasıdır. Özü ve sözü doğru olan insanlar güvenilir ve sevilen kimselerdir. İnsan niyetinde, ibadetlerinde, iş ve davranışlarında doğru olmalı ve bundan hiç ayrılmamalıdır.

Doğruluk, dinimizin emrettiği ve her Müslümanda bulunmasını istediği güzel huylardandır. Sevgili Peygamberimiz, doğru olan kimselerin, dünyada ve ahirette kurtuluşa ereceklerini bildirmiştir. Bir gün Eshab-ı Kiram’dan biri Peygamber efendimize “Ya Resulallah! Bana, İslama dair bir söz söyleyiniz ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın!” deyince; Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdular: (Allah’a inandım de! Sonra dosdoğru ol!) . Diğer bir hadis-i şerifte de:   (Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye, Allah katında sıddıklar [=doğrular] derecesine kavuşur) buyruldu:

Doğruluğun aksi yalancılıktır. Olgun ve tam bir Müslüman, yalandan uzak olup doğruluk ile ahlaklanandır.Doğruluk ile ahlaklanmak için şu hususlara dikkat etmelidir:

1-Doğru ve sağlam bir niyete sahip olmalıdır.

2-Doğru sözlü olmalıdır.

3-Dine ait bütün işlerde doğru olmak lazımdır.

4-Verdiği sözde durmalıdır

5-Her işinde doğru olmalıdır.

Doğru insanların bulunduğu cemiyet, düzenli ve huzurlu olur. Böyle bir toplumda kötülükler azalır, insanlar rahat ve mutlu olur.

 MENKIBE:  Yalan Söylemeyen Çocuk

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri küçük yaştayken, bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gitti. Bir öküzün kuyruğuna tutunup ardından giderek oynuyordu. O anda bir ses işitti:

“Ey Abdülkadir! Sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emrolunmadın.”

Bu ses, Abdülkadir Geylani hazertlerini korkuttu. Eve gelince dama çıktı. Hacıları gördü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı.

-Anneciğim! Bana izin ver de Bağdat’a gidip ilim öğreneyim. Salihleri, evliyayı ziyaret edeyim.

Annesi de dedi ki:

-Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım, Abdülkadirim! Senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben de yaparım? Bu bakımdan müsaade edemiyorum.

Abdülkadir-i Geylani hazretleri, tarlada olan bitenleri anlattı, annesi ağladı. Kalkıp babasından miras kalan seksen altını alıp kırkını kardeşine ayırdı. Kırkını da bir keseye koydu ve keseyi elbisesinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şunları söyledi:

-Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım, Abdülkadirim! Hakk tealanın rızası için olmasaydı katiyen bırakmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık, yolun açık olsun! Seninle belki ebedi olarak ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatim şudur: “Eğer beni  memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme, doğruluktan asla ayrılma! Allahü teala her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir.”

Abdülkadir-i Geylani hazretleri, annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a gitmek üzere bulunan bir kervana rast geldi ve aralarına katıldı. Hemadan’ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen bölgeye geldiklerinde kervanda bağırma çağırma koptu. Önlerine aniden bir sürü eşkıya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sorguya çekip, üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerine geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye sordu:

-Zavallı çocuk, söyle bakalım senin neyin var?

-Üzerimde yalnız kırk altınım var.

Eşkıya inanmamıştı, bırakıp gitti. İkinci bir harami sorusuna aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirdiler. “Bu çocuk kırk altınım var” diyor dediler. Bu defa da reisleri sordu:

-Senin üzerinde ne var?

-Hırkamda dikili kırk altınım var.

Reisleri, adamlarına dönerek dedi ki:

-Açın, bakın bakalım!

Adamları üstünü aradılar, içinde kırk altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkıya reisi hayretle sordu:

-Peki evlat sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin?

-Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemeyeceğime söz vermiştim, kırk altın için sözümü bozar mıyım?

Bu sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya liderinin gözleri yaşardı. Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. Kendinin bu yaşa kadar nice hıyanet ve zulümler işlediğini, bir gün Hakk’a yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı:

-Eyvah, biz de Allahü tealaya söz vermiştik. Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi bozduk, fenalık yaptık. Yarın Hakk huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak?

Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:

-Ey arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben bunca senedir Hakk tealaya karşı olan ahdimi bozdum, Ona isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarıma tövbe ile Rabbim’in yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşaallah Hakka tealanın razı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmayacağım.

Reislerine pek ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan karşılık verdiler:

-Efendimiz, reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin, hidayette de reisimiz ol!

Bunun üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iade edildi. Bir sürü eşkıya Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin önünde tövbe etti. Kendisi tekrar yoluna devam ederek Bağdat’a vardı.

MENKIBE: Dirilen Şehit

Sevgili Peygamberimiz şehitliğin üstünlüklerini anlatıyorlardı. Buyurdular ki: “Kıyamet gününde şehitler mahşer yerine gelirken; orada bulunan peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar; çocukları, akraba ve dostlarından yetmiş bin kişiye şefaat ederler [cehennemden kurtarırlar]”. Bu sözleri işiten Nevfel “radıyallahu anh” ismindeki Sahabe, iki oğlu ve hanımıyla Resulullah’ın huzuruna vardı ve “Ya Resulallah! Bir dua etmek istiyorum. Siz de âmin der misiniz?” dedi. Peygamber Efendimiz de kabul buyurdular. Bunun üzerine Nevfel “radıyallahu anh”, “Ya Rabbi! Nevfel kuluna şehitlik  nasip eyle!” diye dua etti. Hazret-i Ali’nin bildirdiğine göre; ilk   savaşta  Nevfel “radıyallahu anh”  gerçekten şehit oldu. Bu gazadan sonra Allah’ın Resulü ve arkadaşları Medine’ye dönüyorlardı.  Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar karşılamaya çıktılar. Hepsi sevinç içindeydiler. Nevfel’in hanımı, çocukları ve ihtiyar annesi karşılayıcılar arasındaydı.

-Gazanız mübarek olsun Ya Resulallah! Nevfel’in hali nicedir?

Merhamet deryası olan Efendimizin gözleri nemlendi. Şehitlik haberini vermeye mübarek kalpleri dayanamadı. Elleriyle arka tarafı işaret buyurup geçtiler.

Arkadan Hazret-i Ali geliyordu. Nevfel’in yakınları, “Allah’ın arslanı” yanında yürüyen Hazret-i Ammar’a,

-Şehitlik haberini ben de veremeyeceğim. Yürü gidelim dedi.

Eliyle arka tarafı işaret etti.

Arkalarından Hazret-i Ömer geliyordu. Büyük Ömer de aynı şekilde hareket etmek zorunda kaldı.

Daha sonra gelen Hazret-i Osman da, eliyle arka tarafı işaret edip geçti.

En sonra gelen Ebu Bekir hazretleriydi. Yanında Muaz bin Cebel bulunuyordu. Geride Hazret-i Zübeyr’den başka kimse kalmamıştı.

Nevfel’in yakınları son ümitle, Sevgili Peygamberimizin en aziz arkadaşına yaklaştılar. Aynı şeyleri sordular.

Hazret-i Ebu Bekir kendi kendine düşündü:

-“Ya Rabbi! Ne kadar zor durumdayım. Eğer doğru söylersem mahzun kalpleri daha fazla üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan Sevgili Peygamberimiz bile çekindiler. Ona nasıl aykırı davranabilirim? Fakat yalan da söyleyemem.

Sen bana öyle bir şey ilham et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım!”

Peygamber efendimizin doğru sözlü dostu “sıddık” bütün kalbiyle,

-Ya Allah! Ya Nevfel! diye “ah” çekerek inledi.

İşte o sırada yaydan fırlamış ok gibi bir atlı yıldırım hızıyla yanlarına yetişti.

-Buyur Ya Sıddık! Beni mi çağırdın ey Allah Resulü’nün sevgilisi diye sordu. Bu atlı Nevfel’den başkası değildi.

Bütün Eshab-ı Kiram, hayretle donakaldılar.

Sonra Cebrail aleyhisselam göründü. Peygamber efendimize şunları söyledi:

-Ya Resulallah! Hakk tealanın selamı var.

“Eğer Peygamber’in mağara arkadaşı Sıddık bir kere daha ‘Allah’ deseydi; yüceliğim hakkı için bütün şehitleri diriltirdim. Çünkü Ebu Bekir adlı kulum; cahiliye devrinde İslamiyetten önce bile hiç yalan söylememiştir” buyurdu.

Ebu Bekir’in yalancı çıkarılmaması için Nevfel’i, Cenab-ı Hakk diriltti. Nevfel bundan sonra nice yıllar daha yaşadı.

Nihayet duası kabul olundu. “Yemame” cenginde şehitlik şerbetini içti.

 4- SÖZÜNDE DURMAK

 Herhangi bir konuda verilen sözün yerine getirilmesi güzel bir huydur. Sözünde durmak, insanın şerefini artıran iyi alışkanlıkların en başında gelmektedir. Sözünde durmamak, çok çirkin bir harekettir. Müslümanlara yakışmayan en kötü bir davranıştır. Verilen sözde durulmaması, Allahü tealanın ve kullarının hakkını çiğnemek olur. İnsanlar arasındaki davranışlarda, alışveriş ve sözleşmelerde sözünde durmaları Allahü tealanın emridir. Kur’an-ı Kerim’de “Verdiğiniz sözleri yerine getiriniz! Çünkü verdiğiniz sözlerden sorumlusunuz” buyruldu. Nitekim Sevgili Peygamberimiz de “Söz vermek borç gibidir” buyurdu.

Peygamberlerden İsmail aleyhisselam, birisine bir yerde buluşmak için söz vermişti. Söz verdiği yere gidip üç gün bekledi. Ancak o şahıs gelmedi. Buna rağmen yerinden ayrılmadı. Allühü teala, Kur’an-ı Kerim’de Meryem Suresi’ndeki bir ayette kendisini överek “O vadinde, sözünde sadıktı” buyurdu.

Sözünde durmak büyük bir fazilettir. İnsanın şerefini, üstünlüğünü arttırır. Verilen sözden dönmek ise büyük bir günah ve münafıklık alametidir. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: “Münafıklık alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”

Müslüman verdiği sözleri, yaptığı anlaşmaları yerine getirmelidir. Yapamayacağı şeyleri söz vermemelidir. Bunun için Peygamber efendimizin şu tavsiyesini hiç unutmamalıyız:

“Din kardeşinle münakaşa etme! Ona söz verip de sözünden dönme!”

MENKIBE: Onlar Böylydi

Bir gün müslümanların halîfesi Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, Eshâbın ilen gelenleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Tam bu sırada iki genç huzuruna girdi. Kollarından sımsıkı tuttukları yakışıklı, mert tavırlı ve temiz giyinmiş bir genci Emîr-ül mü’minine getirmişlerdi. Geliş sebeplerini şöyle anlattılar

– Biz iki kardeşiz. Babamız bugün bahçede dolaşmakta iken bu genç tarafından öldürüldü. Hakkın yerine getirilmesi için size getirdik. Bunun üzerine Hazret-i Ömer gence sordu:

– İşittin, ne cevap vereceksin? Delikanlı büyük bir vakar ve sükûnet içinde dedi ki:

– Ey mü’minlenn emîri! Bu iki genç doğru söylüyor. Fakat izin verirseniz, hâdiseyi bir de ben anlatayım. O zaman, ne emir buyurursanız adâlet ondadır.

– Ben çölde yaşayan bir kişiyim. Ailemi almış buralara gezmeye gelmiştim. Yolumuz, bahçelerin arasından geçiyordu. Yanımda atlarım ve kısraklarım ve bunların arasında da çok asil bir atım vardı. Bu atım bahçeler arasından giderken, birinin duvarından sarkıp bir dal kopardı. Derhai atı tutup çektim. Bu sırada bir ihtiyarın öfekli öfkeli gelmekte olduğunu gördüm. Elinde bir taş vardı. Taşı ata doğru attı. Gözümün bakmağa bile kıyamadığı o güzel hayvan bir tarafa yığılıverdi ve öldü. Hemen taşı alıp bende o adama attım. O da feryat ederek can, verdi. Kaçmak istemedim değil, fakat bu delikanlılar benden atik davrandılar. Tutup, işte huzurunuza gelirdiler. Hazret-i Ömer buyurdu ki:

– Cinayetini İtiraf ettin, sana kısas lâzım geldi. Bu cezayı yerine getirmemiz lâzımdır.

Delikanlı aynı sükûnette şöyle cevap verdi:

– Madem ki, dînimizin hükmü budur Halifemizin emrine itaat gerekir. Ölüme hemen hazırım.

Fakat benim küçük bir kardeşim var. Ölen babamız ona hayli mal, para ayırmış ve “Oğlum, şunlar kardeşinindir ve büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana aittir” demişti. Ben bu paralan bir yere saklamışdım.  Benden başkası yerini bilmez. Eğer şimdi kısas yerine getirilirse, o para ortada kalır. Yetim hakkı zâyî olur. Fakat üç gün müsâde buyurursanız, gider o emaneti emniyetli bir adama teslim ettikten sonra döner gelir, nefsimi size teslim, ederim. Bu hususta bana kefil de bulunur.

Hazret-i Ömer, bir müddet düşündükten sonra:

– Kim bu gence kefil olur? buyurdu. Genç, bir an orada bulunanlara dikkatle baktı. Sonra Ebû Zer hazetterini göstererek:

– İşte bu zat! dedi

– Ey Ebû Zer, kefil olur musun?

– Evet üç güne kadar döneceğine kefilim, cevabını verdi.

Kadrinin yüksekliği ile Eshâb-ı kiram arasında bile üstün bir mevkii olan Ebû Zer hazretlerinin kefaleti davacılar için de kâfi idi. Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmişlerdi. Ebû Zer de hazırdı. Fakat delikanlı ortada yoktu. Davacı gençler:

– Ey Ebû Zer, kefalet ettiğin şahıs nerede? Hiç giden gelir mi? Biz, sen sözünü yerine

getirmedikçe yerimizden kımıldamayız, dediler.

– Daha vakit var, hele müddet bitsin. Delikanlı dönmediği takdirde Allah hakkı için kefalet hükmünün icrasına hazırım, dedi.

Hazret-i Ömer ise:

– Delikanlı gelmezse dinimizin hükmünü elbette infaz ederim, uygularım, buyurdu.

Nihayet   vakit dolmuş, Ebhâbın hayret ve heyecanı son dereceyi bulmuştu. Tam bu sırada delikanalı çıkageldi.  Yüzünden ter tanelen dökülüyordu.

– Yetimi dayısına teslim ettim ona paraların bulunduğu yeri gösterdim ve ancak gelebildim.

Görüyorsunuz hava çok sıcak ve yerimiz hayli uzaktır. Eshâb-ı kirâm, delikanlının sözünde durmasına hayran kaldılar ve bunu kendisine açıkladılar. Delikanlı:

– Mert olan hakiki musluman sözünde durur, diye cevap verdi. Kim ölümden kurtulur. Dünyada sözünde duran kalmadı sözünü söyletir miyim hiç?

Menliğin bu kadar parlak bir örneğini veren delikanlının ailesi ve kabilesi hakkında, Ebû Zer hazretlerinden bilgi soruldu. O büyük sahâbî şu cevabı verdi:

– Ben delikanlıyı tanımam. Halifemizin huzurunda ve birçok Eshâb-ı kiram arasında yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete, insanlığa uygun bulmadım. Âlemde fazilet, iyilik kalmamış mı denilsin?”

Bu sözler karşısında duygulanan davacı gençler, o dakikada davalarından vazgeçtiler. Devlet hazînesinden babalarının diyeti verilmek istenildiği zaman da;

– Biz, sırf Allah rızası için davamızdan vazgeçtik dediler.

İşte onlar böyleydi. Bize düşen onlara benzemek ve onlar gibi olmaya çalışmak olmalıdır. [İslam İlmihali /264]

 5- CÖMERTLİK

 Cömertlik; parayı, malı, hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslamiyetin emrettiği yerlere seve seve vermektir. İyi huyların en yükseklerinden olup ayet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle övülmüştür.

Cömertlik, kişinin kötü ahlakını göstermediği gibi, cimrilik de iyi ahlakını göstermez.

Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, insanların en cömertiydi. Kendisinden bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. İyiliği ve ihsanı o kadar boldu ki, Rum imparatorları, İran şahları, o kadar ihsan yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamayı severdi.

Bir gün adamın biri Peygamberimiz’den bir şey istedi. Yanında bulunan bir koyun sürüsünü adama verdi. Adamcağız kabilesine dönerek “Geliniz, Müslüman olunuz. Zira O Peygamber, hiç fakirlikten korkmayan bir kimsedir. Etrafına birçok ihsanda bulunuyor” dedi. Bir defasında Peygamber efendimiz eline geçen doksan bin dirhem gümüş parayı hasırın üzerine döktü. Her gelene verdi ve tamamen bitirdi.

Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: (İki haslet var ki, Allahü teala onları sever ve iki haslete de buğzeder. Sevdiği hasletler, cömertlik ve güzel ahlaktır. Sevmediği iki huy da kötü ahlak ve cimriliktir. Allahü teala bir kulunun iyiliğini dilediği zaman, onu, insanların işlerini görmekte istihdam eder).

(Cömertlik, cennette bir ağaçtır. Cömert olan, onun bir dalını yakalamıştır. O dal, onu cennete götürmeden bırakmaz. Cimrilik de cehennemde bir ağaçtır. Cimri de bu ağacın bir dalını yakalamıştır. O dal o adamı, cehenneme götürmeden bırakmaz)

(Allahü tealanın birtakım kulları vardır, milletin yararına harcanmak üzere zenginlik isteyenlere servet vermiştir. Bunlardan cimrilik edenler olursa, o serveti onlardan alır ve başkalarına verir)

(Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği ise hastalıktır)

(Cennet, cömertlerin yeridir)

(Cömert, Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennemden uzaktır. Cimri, Allah’tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır. Allah katında cömert bir cahil, cimri olan bir âlimden daha sevimlidir. En ağır hastalık cimrilik hasatlığıdır)

Resul-i Ekreme “sallallahü aleyhi ve selem”, Anber kabilesinden birtakım esirler getirildi. Resul-i Ekrem, bunlardan yalnız bir tanesinin âzâd edilmesini emretti. Bunun üzerine Hazret-i Ali sual etti:

-Ya Resulallah! Rabbimiz bir, dinimiz bir, bunların hepsinin suçu da bir, bu adamı niçin istisna ediyorsunuz?

Resul-i Ekrem buyurdu ki: (Cebrail aleyhisselam bana geldi ve [yalnız bu adamı bırak, zira cömertliği Allahü tealanın hoşuna gitti, onu beğendi])

MENKIBE: Bizim yanımıza gelseydi..

Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin ve bir de Hazret-i Abdullah bin Ca’fer “radıyallahu anhüm”  hacca gittiler. Yolda develeri bir yerde otlamaya bıraktılar. Aç ve susuzdular. İhtiyar bir kadının yanına gidip “İçecek bir şeyler var mı?” dediler. Yaşlı kadın da var dedi. Bir koyunu vardı. Sağdı ve sütünü onlara verdi. “Yiyecek bir şeyin var mı?” dediler. “Yoktur, bu koyunu kesin, yiyin!” dedi. Kestiler, yediler ve “Biz Kureyşteniz, bu seferden dönünce yanımıza gelirsen sana iyilik ederiz!” dediler ve gittiler. Kadının kocası eve dönünce kızdı ve “Koyunu tanımadığın insanlara verdin!” dedi. Bir süre geçtikten sonra ihtiyar kadın ve kocası fakirlik yüzünden Medine’ye geldiler. Yiyecek bir şey satın almak için deve gübresi toplayıp sattılar. Bir gün ihtiyar kadın bir mahalleye gitti. Hazret-i Hasan evin kapısı önünde duruyordu. Kadını tanıdı: “Ey nine! Beni hatırlıyor musun?” dedi. Hayır cevabını alınca:

-“Ben, senin filan zamandaki misafirindim” dedi. Sonra ona, bin koyun ve bin altın vermelerini söyledi. Onu kendi hizmetçisi ile Hazret-i Hüseyin’in yanına gönderdi. Hazret-i Hüseyin, kadına “Kardeşim sana ne verdi?” diye sordu. “Bin koyun ve bin altın verdi” dedi. Hazret-i Hüseyin de o kadar vermelerini söyledi ve hizmetçisi ile Abdullah bin Cafer hazretlerine gönderdi. Abdullah bin Cafer hazretleri de “Onlar sana ne verdiler?” diye sordu. Yaşlı kadın “İki bin koyun ve iki bin altın” cevabını verdi. O da iki bin koyun ve iki bin altın verdi ve “Eğer doğruca bizim yanımıza gelseydin iyi olurdu, onlara sıkıntı vermezdiniz (yani onların vereceğini de ben sana verirdim) dedi. İhtiyar kadın bu nimetler ile sevinerek kocasının yanına gitti.

MENKIBE: Rüyada Kesilen Deve

Arabistan’da cömertliği ile meşhur bir adam vefat etmişti. Yoldan aç dönen insanlar, kabrine gittiler ve aç olarak uyudular. İçlerinden birinin bir devesi vardı. Devesi olan kimseye rüyasında, kabirdeki cömert kişi dedi ki:

-Senin bu devenle benim en iyi devemi değiştirir misin?

-Evet değiştiririm dedi.

O kimse rüyasında devesini, iyi deve karşılığında verdi. Mevta, aldığı deveyi kesti. Uykudan uyanınca devesini kesilmiş buldular. Tencerede pişirip yediler. Döndükleri zaman bir kervana rastladılar. Kervandan birisi, o devenin sahibine ismi ile hitap ederek dedi ki:

-Filan mevtadan, iyi bir deve satın aldın mı?

-Aldım, fakat o rüyada olmuştu.

-O mevta benim babamdır. Kendisini ben de rüyada gördüm. Bana “Eğer benim oğlum isen benim bu devemi filan kimseye ver” dedi. Buyurun, alın devenizi!

Müslümana yakışan; kanaat edip haris olmamak ve servete sahip olduğu takdirde de başkalarını kendi üzerine tercih edip, cömertlik, hayrat ve hasenat yapmak, cimrilikten kurtulmaktır. Cömertlik, peygamberlerin ahlakı ve kurtuluşun ana yollarından biridir.

 MENKIBE: Minnettar Olmazlar

Cömertliği ile meşhur olan birine sorarlar:

-Muhtaçlara çok ihsanda bulunuyorsun, acaba onlar sana minnettar oluyorlar mı?

Cömert şöyle cevap verdi:

-Hiçbiri bana minnettar kalmaz. Yani onlara o hissi verecek şekilde hareket etmem.

Bir şey verirken kendimi aşçının elindeki kepçe gibi kabul ederim. Kepçenin övünmeye, minnete sebep olmaya hakkı yoktur.

 MENKIBE: Meşhur Cömert

Cömertliği dillere destan olan Hatim-i Tai’ye “Cömertlikte çok ileri gidiyor, malını israf ediyorsun” dediler.

Hatim-i Tai şöyle cevap verir:

-Ne kadar çok olursa olsun hayra verilen mal israf olmaz.

-Senden daha çok cömertlik yapan bir kimseyi gördün mü?

-Evet gördüm!

-Kimmiş o?

-Anlatayım: Yetim bir gence misafir olmuştum. Bana bir koyun kesip ikram etti. Koyunun bir yeri çok hoşuma gitti. Yemin ederek “Burası çok lezzetliymiş” dedim. Genç dışarı çıktı. On koyunu varmış. Birisini daha önce kesmişti. Dokuzunu da hemencecik kesmiş. Benim sevdiğim kısımları pişirip önüme getirdi. Ben olanların farkında değildim. Atıma binip giderken kapının önündeki kanları görünce sitemle sordum:

-On koyunun onu da kesilir mi?

-Sübhanallah! Bunda şaşılacak ne var? Bir şey sizin hoşunuza gitmiş. Bunu yapmak da benim gücüm dahilindedir. Bunu sizden esirgemem hiç uygun olur mu?

Bunu dinleyen arkadaşları tekrar sorarlar:

-Yetim gencin ikramına karşılık siz de ona bir şey verdiniz mi?

Hatim-i Tami der ki:

-Verdim ama pek mühim sayılmaz.

-Ne verdiniz?

-Üç yüz deve ile beş yüz koyun.

-O halde sen ondan daha cömertsin.

-Hayır o  genç benden daha cömerttir. Zira o koyunların tamamını verdi. Ben ise malımın çok azını verdim. Bir fakirin yarım ekmeğinin tamamını misafirine vermesi mi mühimdir, yoksa bir zenginin sürüsünden bir deveyi misafirine ikram etmesi mi?

MENKIBE: Hazret-i Ali ve Köylü

Muhtaç olduğu her halinden belli olan fakir bir köylü, Hazret-i Ali’nin yanına gidip oturur. Hazret-i Ali “Bir isteğin mi var?” diye sorar. Köylü utancından diliyle bir şey söylemez. Muhtaç olduğunu işaretle bildirir. Hazret-i Ali yanında bulunan iki giyeceğinin ikisini de köylüye verir. Köylü sevinerek güzel bir beyit okur. Beyit, Hazret-i Ali’nin çok hoşuna gider. Çocukları için ayırdığı üç altının hepsini köylüye verir. Köylü “Ey Emir-el müminin! Beni kendi diyarımın en büyük zengini ettin” der. Hazret-i Ali de Sevgili Peygamberimizden işittiği şu hadis-i şerifi nakleder: “Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.”

 MENKIBE: Ziyaretine Gelmediler

Kays bin Sa’d, herkese çok ihsanda bulunan, isteyenlere borç para veren cömert bir kimseydi. Bir gün hastalandı. Tanıdıkları ziyaretine gelmedi. Sonunda öğrendi ki, kendisine borçlu olanlar utandıkları için gelemiyorlar. Bunun üzerine dedi ki:

-Arkadaşlarımı, tanıdıklarımı ziyaretten men eden malı Allah kahretsin!

Daha sonra bir tellal çağırtıp, Kays bin Sa’d’ın kimden alacağı varsa hepsini bağışlamıştır, hakkını helal etmiştir, diye her yere duyurmasını istedi. Tellalın ilanından sonra Kays bin Sa’d’ın ziyaretine o kadar çok insan geldi ki, kalabalıktan evinin merdivenleri hasar gördü.

MENKIBE: Sultanın İhsanı Böyle Olursa

Sultan Mahmud Gaznevi (998-1030) zamanında, Hasan isminde bir ihtiyar hastalanmıştı. Karnı sancılanıyordu. Doktora gitti ve hastalığını anlattı. Muayenesini yapan doktor “Yedi yüz elli gram balı ısıtıp kahvaltıda yiyeceksin” dedi.

İhtiyar, parası olmadığı için düşünceye daldı. O sırada oradan geçmekte olan Sultan Mahmud Gaznevi’yi gördü. Sultan’dan yedi yüz elli gram bal istedi. Sultan güldü.

-Hasan Efendi’ye yetmiş beş kilo bal verin!

-İhtiyar yedi yüz elli gram istedi. Siz yetmiş beş kilo veriyorsunuz diyen vezirine:

-İhtiyar, kendine göre en azını istedi. Ben de bana göre en azından veriyorum.

Ey kardeşim! Bu sözden ümit kokusu geliyor. Sultan Mahmud Gaznevi, bu kadar kerem eder, yedi yüz elli gram isteyene yetmiş beş kilo verirse, cömertlerin en cömerdi, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teala, zayıf kullarına zatına layık, keremine uygun ihsanda bulunması hiç şaşılacak bir şey olmaz. Biz istemesini bilelim. O her şeyi verir. Ondan hiç olmazsa, birazcık isteyelim. Onun için yok yoktur.

 MENKIBE:  Merhametin Böylesi

Sevgili Peygamberimizin komşusu olan bir ihtiyar kadın vardı. Kızını Resul aleyhisselama göndererek, “Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana namazda örtünecek bir elbise göndersin” diye ricada bulundu. Resulullahın o anda başka elbisesi yoktu. Mübarek arkasındaki entariyi çıkarıp o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince elbisesiz mescide gidemedi. Eshab-ı Kiram bu hali işitince, Resulullah o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp mescide cemaate gelemiyor, biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım dediler. Allahü teala, hemen İsra Suresi’nin yirmi dokuzuncu ayetini gönderdi. Önce Sevgili Peygamberine “Hasislik etme! Bir şey vermemezlik yapma!” buyurup, sonra da “Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçıracak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran!” buyurdu. O gün namazdan sonra Hazret-i Ali, Resulullahın yanına gidip,

-Ya Resulallah! Bugün çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari satın alınız dedi.

Resul aleyhisselam çarşıya çıkıp iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almaya giderken gördü ki, bir âmâ oturmuş “Allah rızası için ve cennet elbiselerine kavuşmak için bana kim bir gömlek verir?” diyordu.

Almış olduğu entariyi bu âmâya verdi. Âmâ entariyi eline alınca misk gibi güzel koku duydu. Bunun Resul aleyhisselamın mübarek elinden geldiğini anladı. Çünkü Resulullah efendimizin bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. Âmâ dua ederek,

-“Ya Rabbi, bu gömlek sahibinin hürmetine benim gözlerimi aç!” Âlemlerin kendisi için yaratıldığı Peygamberimiz hürmetine âmânın iki gözü hemen açıldı ve Resulullahın ayaklarına kapandı.

6-ŞEFKAT ve MERHAMET

 Allahü tealanın yarattıklarına acımak, insanların dert, keder ve üzüntüleri ile yakından alakadar olmaktır. Şefkat ve merhamet; karşılıksız yardım etmek, acımak ve sevgi göstermektir. Esirgemek ve bağışlamak da aynı duygulardan kaynaklanmaktadır.

Şefkat ve merhamet duygusunun kaynağı ilahîdir. Yani Allahü tealanın “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarından doğmaktadır. İnsanlardaki acıma duygusu güzel bir huydur. İnsanın merhamete muhtaç olan varlıklara şefkat göstermesi ve yardım etmesi ne kadar güzel bir davranıştır. İnsanlar toplu olarak yaşamak mecburiyetindedir. Bunun için de birbirlerinin şefkat ve merhametlerine ihtiyaçları vardır. Bir annenin, çocuğunu şefkatle kucağına alması ve onu yetiştirmesi, doktorun hastalarını tedavi etmesi için gayret göstermesi, öğretmenin öğrencilerine kızmadan, usanmadan ilim öğretmesi, sahip oldukları şefkat ve merhamet duygularından kaynaklanmaktadır. Çünkü Sevgili Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde buyurdu kiLMerhamet etmeyene merhamet edilmez.” ve “İnsanlara acımayan kimseye, Allahü teala da merhamet etmez). Allahü teala, Tevbe Suresi’nin 158. ayet-i kerimesinde, Peygamberimizin şefkat ve merhametini şöyle övüyor: (Size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür.)

Sevgili Peygamberimiz bir gün elinde bir dirhem ile yiyecek satın almak için çarşıya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü ve:

-(Kızım niçin böyle ağlıyorsun!) buyurdu. Hizmetçi kız,

-Bir Yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. “Yarım dirhem ile bir şişe, kalan yarım dirhemle de yağ satın al!” dedi. Bunları almış gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım.

Resulullah efendimiz, son dirhemini kıza verdi ve (Bununla şişe ve yağ al, evine götür!) buyurdu. Kızcağız, “Eve geç kaldığım için Yahudinin beni döveceğinden korkuyorum” deyince Sevgili Peygamberimiz,

-Korkma! Seninle birlikte gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim.

Beraberce eve gelip kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp Resulullah efendimizi karşısında görünce şaşırıp kaldı. Yahudiye, olanı biteni anlatıp, kıza bir şey yapmaması için şefaat buyurdu. Yahudi, Resulullah’ın ayaklarına kapanıp,

-Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Ya Resulallah! Bu kızı senin şerefine âzâd ettim. Bana imanı, İslamı öğret, huzurunda Müslüman olayım.

Resulullah efendimiz ona Müslümanlığı öğretti ve Müslüman oldu. Evine girince çoluğuna çocuğuna da anlattı. Dolayısıyla hepsi Müslüman oldular. Bunlar hep Resulullah efendimizin güzel huylarının bereketi ile oldu.

O halde ey Müslüman! Sen de Resulullah efendimizin güzel huyları gibi ahlaklanmalısın. Hatta Allahü tealanın ahlakı ile ahlaklanmak her Müslümana lazımdır. Çünkü Peygamber efendimiz “Allahü tealanın ahlakı ile huylanınız!” buyurdu. Mesela Allahü tealanın sıfatlarından biri “Settar”dır. Yani günahları örtücüdür. Müslümanın da din kardeşinin ayıbını, kusurunu örtmesi lazımdır. Allahü teala, kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da birbirlerinin kusurlarını, kabahatlerini affetmelidir. Allahü teala kerîmdir, rahîmdir. Yani lütfu, ihsanı boldur ve merhameti çoktur. Müslümanın da cömert ve merhametli olması lazımdır.

Resul aleyhisselamın güzel huyları pek çoktur. Her Müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlaklanması lazımdır. Böylece dünyada ve ahirette felaketlerden ve sıkıntılardan kurtulur ve  o “İki Cihan Efendisi”nin şefaatine kavuşmak nasip olur.

 MENKIBE: Fakirin Duasını Almak

Evliyanın büyüklerinden biri hacca gitmişti. Şöyle anlatır:

Haccım bitirince Mescid-i Haram’da oturmuştum. Uyku bastırdı. Cihanın süsü Muhammed Mustafa’yı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. Bana “Şam şehrine git! Filan mahallede, filan evde bizim bir dostumuz vardır. Bizim selamımızı ona ulaştır” buyurdu. Uyanınca arkadaşlarıma Şam’da işimin çıktığını beyan ettim. Şam kafilesine katıldım. Şam’a geldim, o evi bulup kapıyı çaldım. Nur yüzlü bir ihtiyar çıktı, selam verdim. Mekke’den geliyorum; Allahü tealanın Resulü, sana selam gönderdi deyip gördüğüm rüyayı anlattım. Ağladı. Kendisine, sen ne hayırlı bir iş yapmışsın ki Peygamber efendimiz sana selam gönderdi dedim. Şöyle anlattı:

-İyi dinle! Ben İslam dinine yabancı idim. Zerdüşt inancında bir ateşperest idim. Bu dinde erkek ve kız çocuklarını birbiriyle evlendirirler. Benim oğlum ve kızım vardı. Bunları birbiriyle evlendirmek istedim. O gün inekler ve çok koyunlar kesip, çeşit çeşit yemekler yaptım. Kendi âdetimiz üzere nikâh yapmak üzere idik. Komşumuz dul bir kadın vardı. Yetim çocuklarına bakardı. Eli çok dardaydı. Yemek bulmakta çok sıkıntı çekiyordu. Türlü türlü yemekler hazırladığımız gün, o kadın ateş almak bahanesi ile bizim eve geldi. Ateş aldı ve gitti. Müslümanlara olan düşmanlığımızdan, o kadına bu yemeklerden hiçbir şey vermedik. Eli boş olarak geri döndü. Biraz sonra bir daha ateş almak için geldi. Fakat biz kendisine yüz vermedik ve aldırış da etmedik. Ümitsiz olarak geri döndü. “Durumunu öğreneceğim, niçin bu kadar geldin?” dedim. Onun evinin dehlizine girdim. Yetimlerin seslerini duydum.

-“Anneciğim bir defa daha git! Belki bu sefer o yemeklerden bir parça verir. Üç gündür yemek yemedik. Artık dayanamıyoruz” diyorlardı. Anneleri,

-Ey sevgili yavrularım! Üç defa gittim, yüzsuyu döktüm, daha gidemem” diyordu. Çocuklar açız diye ağlaşıyorlardı. İçim sızladı. Eve döndüm. Mevcut yemeklerden bir sofra hazırladım. Yanında da birkaç dirhem gümüş ile onlara gönderdim. Kendim de zorla evin dehlizine sokuldum. Ne diyeceklerini merak ediyordum. En küçükleri olan yetimin sesini duydum.

-Ağabeylerim ve ablalarım! Bizim şu komşumuz bize ihsanda, iyilikte bulundu. Yemeğine el uzatıp da kendisine dua etmemek mürüvvetsizlik olur, dedi.

-“Doğru söylersin, ne dua edelim?” dediler.

-Allahü tealadan, ona İslam dinini nasip etmesini isteyelim. Çünkü bundan daha iyi hiçbir dua yoktur dedi. Ellerini kaldırdılar ve

-“Ey Rabbimiz! Bu komşumuz bize izzet ve ikram ettiği gibi sen de onu İslam ile aziz eyle ve hidayet gönder” dediler. Allahü tealaya yemin ederim ki, onların duası bitmeden Allahü teala benim kalbimi açtı ve bana İslam dinini ihsan etti. Kelime-i şehadet söyledim ve Müslüman oldum. Benden meydana gelen en hayırlı iş bu olmuştur.

 7-CESARET ve YİĞİTLİK

 Cesaret; din, vatan ve namus gibi kutsal değerlerimiz uğrunda kahramanlık gösterip fedakârlıkta bulunmak, yeri ve zamanı gelince bu yolda can vermektir. İnsan dinini, vatanını ve namusunu korumazsa şerefli olarak yaşayamaz. İnsanın bu mukaddes değerlerini korumak için fedakârlıkta bulunmaması korkaklıktır.

Cesaret, güzel huylardandır. Korkaklık ise bunun tersidir. Korkak kimseler, her türlü haksızlığa boyun eğer, yiğitlik ve kahramanlık duygusu, din ve vatan düşmanlarına karşı koymamızı sağlar.

Cesur kimsenin kahramanlığı harp meydanında belli olur. Hakiki kahraman sulh zamanında böbürlenmez, gösteriş yapmaz. Böyle kahramanları, düşmanları bile takdir eder. Korkak olanı anası bile sevmez.

Düşkünlere, haksızlığa uğrayanlara kendisini koruyacak kimseleri olmayanlara saldırmak, cesaret değildir, kahramanlık olmaz. Bu korkaklığın başka bir çeşididir.

Cesaret ve yiğitliğin kazanılması doğuştan olduğu gibi, anne ve babaların, arkadaşların ve kahramanlığın anlatıldığı yazıların, sohbetlerin yardımlarıyla da elde edilir. Bunun için atalarımız çocuklarını, korkaklarla arkadaşlık yaptırmazlardı.

Sevgili Peygamberimizin, Eshab-ı Kiram’ın ve ecdadımızın hayatı kahramanlık destanlarıyla doludur. İnsanların en kahramanı Peygamberimizdi. O daima “Allahım, korkaklıktan sana sığınırım!” diye dua ederdi. Düşman ile kahramanca dövüşen Müslümanlar “Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” diyordu. Bütün bu üstünlüklere kavuşmaları, İslamiyete uygun yaşamaları sebebiyledir.

Tarih gösteriyor ki İslamiyet, her zaman daha üstün, daha yeni, daha fenni savaş araçlarının ve medeni cihazların yapılmasına ve daha akıllı, daha kahraman milletlerin yetişmesine sebep olmuş; dinsizler, ilimde, fende, silahta ve kahramanlıkta daima geri kalmıştır. Hatta bir İslam ordusu, her cihetten İslamiyete uyduğu zaman galip geldiği halde, aynı ordunun erlerinde ve idaresinde, dinden uzaklaşıldıkça başarının azaldığı görülmüştür. İslam devletlerinin kurulması, yükselmesi, durması ve çökmeleri de hep İslamiyete bağlılıkları nispetinde olmuştur.

MENKIBE:  Bayrağı Bırakmayan Kahraman

Mus’ab bin Ubeyr , Uhud Savaşı’nda sancaktarlık yapmış, bu savaşta birçok kahramanlıklar göstermiş büyük bir sahabiydi. Bu savaşta Sevgili Peygamberimizin yanından ayrılmayarak onu saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu haliyle Peygamberimize benziyordu. Müşrik ordusundan İbn-i Kami’a adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus’ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus’ab bin Umeyr’in sağ kolunu kesti. O da sancağı derhal sol eline aldı. İkinci bir darbeyle sol kolu da kesilince sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. Bu haliyle kendini Peygamber efendimize siper yapan Mus’ab bin Umeyr’in üzerine hücum eden İbni Kami, Mus’ab’ın vücuduna bir mızrak sapladı ve yere yıkılıp şehit oldu. Bundan sonra Sevgili Peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali’ye verdi. Mus’ab bin Umeyr, zırh giydiği zaman Peygamberimize benzediği için müşrikler onu şehit edince Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi.

Eshab-ı Kiram’dan Ubeyd bin Umeyr şöyle anlatır: Resulullah efendimiz, Mus’ab bin Umeyr’i şehit olmuş görünce başucuna dikilerek Ahzab Suresi’nden, (Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler) mealindeki ayet-i kerimeyi okudu ve sonra şehitler için (Allah’ın Resulü de şahittir ki, siz kıyamet günü Allah’ın huzurunda şehit olarak haşr olunacaksınız) buyurdu. Daha sonra yanındakilere dönüp (Bunları ziyaret ediniz, kendilerine selam veriniz! Allahü tealaya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selam verirse, kıyamette bu aziz şehitler kendilerine mukabil selam vereceklerdir) buyurdu. Daha sonra şehitler defnedildi. Mus’ab bin Umeyr’e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Vücudu kaftanıyla, ayak tarafı da otlarla örtülmek suretiyle defnedildi.

8-TEVBE ve GÜNAHLARA PİŞMANLIK

 Tevbe, bütün kötülükleri terk edip güzele, iyiye ve doğruya yönelmek demektir. İstiğfar ise, günahın çirkinliğini görüp ondan yüz çevirdikten sonra bağışlanmayı dilemektir. Yaptığı günahlara pişman olmak, tövbe etmek herkese farzdır. Hadis-i şerifte “Pişmanlık tövbedir” denmiştir. Kötü yollarda şaşkın şaşkın dolaşan kimsenin hak yola girmesi tövbedir. Tövbe, yapılan günaha kalben pişmanlık duymak, dil ile istiğfar etmek ve bir daha aynı günaha dönmekten korkmaktır.

İşlenen günah Allahü teala ile kendi arasında ise, Cenab-ı Hakk’tan utanıp af dilemelidir. Farzlardan birisini terk ettiyse tövbe ile birlikte o farzı da yapmak lazımdır. Günahta kul hakkı da varsa kul hakkını hemen ödeyerek tövbe etmek, onunla helalleşmek, ona iyilik ve dua etmek de lazımdır. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki:

(Bir kimse bir günah işler, sonra pişman olursa bu pişmanlığı, günahına kefaret olur. Yani affına sebep olur)

(Günahı olan kimse tövbe ve istiğfar eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra yine tövbe ve istiğfar eder, üçüncüyü yine yapar ve tövbe ederse, dördüncü olarak yapınca büyük günah yazılır)

(Bir zerrecik [yani çok az] bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir)

Yine hadis-i şerifte, ileride tövbe ederim diyerek tövbeyi geciktirenlerin ziyan ettiği bildirilmiştir.

Hiçbir günahı küçük görmemelidir. Günahların hepsi Allahü tealanın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Ancak başka günahlarla kıyaslandığında onlardan küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak, bütün cihanın nafile ibadetinden daha sevaptır. Çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise herkese farzdır.

Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabul edilir. Tövbenin kabul edileceğinde şüphe edilmemelidir. Tövbenin şartlarına uygun olup olmadığında şüphe edilmelidir. Tövbesi kabul edilen kimse hiç günah işlememiş gibi olur.

Bir kimsenin tövbesinin kabul edildiğinin alameti şöyledir:

1-Dilini fuzuli sözlerden korur. Suizandan, gıybetten ve bütün günahlardan kaçar.

2-Kötü arkadaşları terk eder, iyilerle, salihlerle beraber olmak için can atar.

3-Daima güler yüzlü olur, herkesle iyi geçinir. İnsanlardan gelen sıkıntılara göğüs gerer.

4-Kimsenin ayıbını görmez. Hep kendi ayıplarını düşünür.

5-Her an ölüme hazır vaziyettedir

Sevgili Peygamberimiz, (Öyle kimseler bulunur ki, günahı sebebiyle cennete girer) buyurunca, nasıl olur diye sual ettiklerinde şöyle buyurdu:  (O kimse, bir günah işler ve tövbe eder. Cennete girinceye kadar o günahını unutmaz. Şeytan, [Keşke onu günaha sokmasaydım!] der). Bu hadis-i şerifi düşünerek günah işlememelidir. Göğe ulaşacak kadar günah olsa da, tövbe ile affolacağı hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bu bakımdan Allahü tealanın rahmetinden asla ümit kesmemelidir. Buna karşılık Allahü tealanın azabından ve gazabından da emin olmamalıdır. Ehemmiyet verilmeden işlenen bir günah sebebiyle şiddetli azaba düçar olunabilir. Bilerek veya bilmeyerek yapılan bütün günahlara muhakkak tövbe etmelidir. Tövbe edilmeyen herhangi bir günahtan Allahü teala intikam alabilir. Çünkü, Allahü tealanın gazabı günahlar içinde saklıdır. Yüz bin sene ibadet eden makbul bir kulunu, bir günah için sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez.

MENKIBE: Terzinin Tövbesi

Bir gün birisi gelip evliyadan bir zata zorar:

-Resulullah efendimizin “Allahü teala, günahkâr kulunun tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder” hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz?

-Evet böyledir. Senin mesleğin nedir?

-Terziyim, elbise dikerim.

-Terzilikte en kolay şey nedir?

-Makas tutup kumaş kesmektir.

-Kaç senedir bu işi yaparsın?

-Otuz senedir.

-Canın gargaraya geldiği zaman kumaş kesebilir misin?

-Hayır kesemem!

-Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tövbe et! O zaman belki yapamazsın. Terzi bu konuşma üzerine tövbe etti ve salihlerden oldu.

 MENKIBE: Halis Tövbe Edince

Ebu Türab Nahşebi hazretleri anlatır:

“Bir gün Nahşeb mahallesinin birinden geçiyordum. Anîden kulağıma sesler geldi. Dikkat ettim. Birtakım erkeklerin, bir kadınla münakaşa ettiklerini anladım. Kendi kendime ‘Buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim’ dedim. Yanlarına varınca kadın beni görüp yanıma gelerek şöyle dedi:

-Ey Ebu Türab! Fasık ve ömrünü kötü şeylere harcayan bir oğlum var. Dün gece şarap içmek istedi. Akşamdan sonra Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemaat sesleri duyup geldi. Onu mahalleden çıkarın!” dediler. Hasatlığı da şiddetlidir. Ölürse hepimiz ondan kurtuluruz, yahut tövbe eder kendisi kurtulur. Ölmeyip tövbe etmezse o zaman onu şehirden de dışarı çıkarın!

Hemen kalabalığı teskin edici şeyler söyleyerek dağılmalarına yardımcı oldum. Sonra aklıma genci görmek düşüncesi geldi. Evden içeri girdim. Genç beni görür görmez feryat edip ağlayarak dedi ki:

-Ya Rabbi! Ne kadar kerîmsin ki, benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir günahkârın duasını anında kabul eyledin.

-Ey genç ne dua ettin?

-Bu gün seher vaktinde iki dua ettim. Birincisi: “Ya Rabbi! Sabahleyin bana Ebu Türab hazretlerinin yüzünü görmek nasip eyle!” İkincisi: “Ya Rabbi! Nasuh tövbesi ihsan eyle!” Duamın birini şu anda kabul edilmiş görüyorum. Umarım ki ikincisi de kabul edilir. Ey Ebu Türab! Çok günahkârım. Tövbem kabul olur mu?

Ey genç! Allahü tealanın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teala ziyadesi ile tövbeleri kabul edici ve mağfiret edicidir. Acizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekilidir. Bütün günahlardan tövbe makbuldür.

Genç, gözyaşları içinde Allahü tealaya tövbe etti. Ve ben oradan ayrıldım. Daha sonra genç annesine dedi ki:

-Anneciğim, sana bir vasiyetim var:

-Evladım ne vasiyet edersen yapmaya hazırım.

-Beni bu yataktan, yumuşak yastıktan mezellet toprağına indir! Bu hastalık beni iyice sardı. Anlıyorum ki ben bundan öleceğim.

Annesi, vasiyetini yerine getirdi ve onu yataktan yere indirdi. Genç yüzünü toprağa sürdü ve kalbinin, ruhunun derinliklerinden gelen bir sesle şöyle dua etti:

“Ya Rabbi! Yaptıklarıma pişman oldum, tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamanını boş geçirmiş ben kuluna rahmet et!”

Onu topraktan kaldırıp yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefat etti. O gece Resulullah efendimizi rüyada gördüm.Yanında iki yaşlı kimse vardı. Onlarla beraber kalabalık bir topluluk geldi. Birisi bana “Bu Muhammed aleyhisselamdır. Sağ tarafındaki İbrahim aleyhisselamdır. Diğer tarafındaki ise Musa aleyhisslamdır. Bu kalabalık ise yüz yirmi bin küsür peygamberdir” dedi. İleri koştum, selam verdim. Resulullah efendimiz selamıma cevap verip benimle müsafaha etti. Sordum:

-Ya Resulallah! Siz, Nahşeb’e gelmiş miydiniz?

Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Ey Ebu Türab! Dün senin yanında tövbe eden genç bu gece vefat etti. Hakk teala onu saadete kavuşturdu. Benimle beraber yüz yirmi bin küsûr peygamber onun ziyaretine gönderildi. Ey Ebu Türab! O gence izzet gözü ile bakın. Cenazesinde hazır bulunun.

Hemen uyandım. Bu halden kalbime bir incelik geldi ve “Ya Rabbi! Ne kadar kerîmsin ki, daha dün kötülüğü yüzünden mahalleleden çıkarmak istedikleri bir günahkârı, bir ağlama, bir inleme ile tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun!” diye dua ettim. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızımın feryadını duydum. Ağlıyordu. Kendisine sordum:

-Yavrucuğum! Seni ağlatan nedir?

-Babacığım! Rüyada gördüm ki, filan mahallede tövbe eden bir genç vefat etmiş, her kim onun cenazesine bakarsa, Allahü teala tarafından her istediği kendisine verilir. Babacığım evden dışarı çıkmayı asla istemezdim, ama şimdi müsaade edersen gidip o gencin cenazesini göreyim ve Allahü tealadan kendim ve diğer kulları için dua edeyim.

Ona izin verdim, yakînim arttı. İnsanlara, gencin halini anlatmak için evden çıktım. Yetmiş sene Hakk’a ibadet eden yaşlı bir saliha hanıma rastladım. Elinde bastonu olduğu halde yavaş yavaş yürüyordu. Beni görünce dedi ki:

-Ey Ebu Türab! Hakk’ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Günahı yüzünden mahalleden çıkarmak istedikleri genç bu gece vefat etti. Rüyada bana cenazesinde bulunan mağfiret olunur diye söylediler.

Bütün şehir bir anda dışarı çıkıp gencin cenaze namazını kıldık. Tam bir izzet ve ikram ile onu defnettik.”

 MENKIBE: Tövbesi Kabul Olan Genç

Allahü teala, peygamberi Musa aleyhisselama hitap ederek “Ey Musa! Filan mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefat etti. Git onun işini gör! Sen gitmezsen bizim rahmetimiz onun işini görür” buyurdu. Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti. Oradakilere,

“Bu gece burada Allahü tealanın dostlarından biri vefat etti mi?” diye sorunca,

-Ey Allahın peygamberi! Allahü tealanın dostlarından hiç kimse vefat etmedi. Ama, filan evde zamanını kötülüklerle geçiren fasık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor dediler. Musa aleyhisselam,

-Ben onu arıyorum. Beni onun yanına götürün! İnsanlar Musa aleyhisselamı, ölen gencin evine götürdüler. Hazret-i Musa onun evine girdi, rahmet meleklerini gördü. Ayakta durdu, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü tealanın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı. Hazret-i Musa yalvararak münacaat etti:

-Ey Rabbim! Sen buyurdun ki: “O, benim dostumdur.” İnsanlar ise fasık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir? Allahü teala: “Ey Musa! İnsanların, onun için fasık demeleri doğrudur. Ama günahından haberleri var, tövbesinden yok. Benim bu kulum, seher vakti toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki Allahım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!”

9- NİMETLERE ŞÜKÜR

Şükür çok kıymetli, yüksek bir mertebedir. Bunun için Allahü teala (Şükredenler azdır) buyurdu. Sevgili Peygamberimiz de buyurdu ki: “Nimet, yabanî bir kuştur. Ayağını şükürle bağlayın, uçup gitmesin!”

Şükrü, çeşitli şekilde tarif etmişlerdir:

Şükür, Allahü tealaya verdiği nimetleri ile asi olmamak, yani Hakk’ın nimetini Onun razı olmadığı şeylerde kullanmamaktır.

Şükür, nimeti Allahü tealadan, kendini şükürden aciz bilmektir.

Allahü tealanın nimetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü tealaya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen çoğa şükredemez. Allahü tealanın nimetlerini dille söylememiz şükür, hiç bahsetmememiz ise nimete küfürdür. Birlik rahmet, ayrılık azaptır.”

Kul, Allahü tealanın nimetlerini düşünür, şükrünü kendine lazım bilirse ve “Elhamdülillah” derse nimete şükretmiş olur. Şükrün kısaca tarifi: İslamiyetin emirlerine uymaktır. Kur’an-ı Kerim’de “Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir” buyrulmaktadır.

Demek ki şükür, din ve dünya nimetlerinin artmasına sebep olmaktadır. Nimet umumi olunca, insan bunları görmez ve nimetin kıymetini bilmez. Bir nimetin kıymetini, nimete kavuşmayana sormalıdır. Gençliğin kıymetini yaşlananlar, sıhhatin kıymetini hastalar, rahatın kıymetini sıkıntı içinde olanlar, zenginliğin kıymetini fakirler, hayatın kıymetini ölüler bilir. Allahü teala “Sizlere, gizli açık ni’metler verdim” buyuruyor. Açık ve gizli nimetin ne olduğu hakkında ise şu hadis-i şerifler vardır: “Açık nimet, her uzvu düzgün, güzel yaratılmış olmak, gizli nimet ise güzel ahlaktır.”

Şükür; kalp, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü iman etmektir. Dilin şükrü, Allahü tealayı hatırlayıp söylemektir. Bütün bedenin şükrü ise namaz kılmakla yapılmış olur. Ayrıca kalp ile şükür, herkes için iyilik istemektir. Dil ile şükür, nimeti değil, nimet sahibini görerek şükrünü açıkça ifade edip “Elhamdülillah” demektir. Beden ile şükür ise, bütün uzuvları Allahü tealanın bir nimeti bilmek ve ne için yaratılmışsa o işte bulunmaktır.

Nimeti, Allahü tealanın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükür yapılmış olur. Şükrün imanla alakası bulunmaktadır. Şükür, imanın yarısıdır buyrulmuştur.

Hadis-i şeriflerde şükrün faziletleri şöyle bildiriliyor:

(Yemek yiyip şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir)

(Kıyamet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü tealaya şükredenlerden başkası kalkamaz.)

Davud aleyhisselam, Allahü tealaya münacaat etti: “Ya Rabbi! Âdem aleyhisselama sayısız ikram ve nimetlerde bulundun. O, sana nasıl şükretti?

-Ey Davud! Âdem aleyhisselam, bütün bu ikramların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabul ettim.

Sevgili Peygamberimiz şöyle bildiriyor:

“Benî İsrail’de çok ibadet eden biri vardı. Beş yüz yıl ibadet etmişti. Deniz ortasında bir adada bulunuyordu. Allahü teala, ona tatlı su çıkarmıştı. Bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Âbidin duası üzerine Allahü teala, ruhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde halindedir.

Kıyamet günü bu âbid diriltilir. Allahü tealanın ihsanı ile mi yoksa beş yüz yıllık makbul ameliyle mi cennete girmek istediği sorulur. Âbid ‘Ben amelimle cennete girmek isterim’ der. Melekler, beş yüz yıllık kabul olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sadece bir gözün şükrünü bile eda edemediği meydana çıkar. Melekler, Cenab-ı Hakk’ın emriyle cehenneme götürürler. O zaman âbid der ki:

-Ya Rabbi! Beni fazlın ve ihsanınla cennete koy.

-Ey kulum seni yoktan kim yarattı?

-Sen yarattın Ya Rabbi!

-Senin yaratılışın kendin tarafından mı oldu yoksa benim ihsanım  ve rahmetimle mi oldu?

-Senin rahmetinle oldu Ya Rabbi!

-Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defa meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra ruhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?

-Sen yaptın Ya Rabbi!

-Benim rahmetim ve fazlım ile cennete gir!”

 MENKIBE:   Boynu Kırılmıştı

Bir hükümdarın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu fil boynu gibi gövdesine battı. Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Ülkesindeki bütün doktorlar tedavisinde aciz kaldılar. Yalnız başka ülkeden gelen bir doktor başını eski haline getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı şehzade sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti.

Şehzade iyi olduktan sonra onu iyi eden doktor şehzadeyi ve babasını ziyarete gitti. İyiliği takdir etmeyen nankör hükümdar ile şehzade, ona hiç yüz vermediler. Doktor, kendisine reva görülen bu muameleden müteessir oldu ve hükümdar ile oğlu utanacakları yerde doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu:

-Ben onun boynunu çevirip eski haline koymasaydım bugün yüzünü benden çeviremezdi.

Doktor gördüğü bu hakaret karşısında hükümdarla oğlundan öç almak üzere ona bir tohum gönderdi ve şu haberi yolladı:

-Şehzade bunu buhurdana koyup yaksın! Çok güzel ve şifalı bir tütsüdür.

Şehzade, doktorun gönderdiği o tohumu yaktıktan sonra dumanından aksırdı. Aksırınca da başı eskisi gibi çarpıldı. Padişahın emriyle o doktoru çok aradılar, fakat bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Ne çare ki iş işten geçmişti.

Cenab-ı Hakk’a şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın.

10- SABIR

 Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele geçmez. Peygamber aleyhiseslama “İman nedir?” diye sual edildiğinde “Sabırdır” buyurdu. Sabrın büyüklüğü ve fazileti sebebiyle Kur’an-ı Kerim’de yetmişten fazla yerde sabır bildiriliyor. Sabredenlerin sevaplarının hesapsız verileceği bildiriliyor. Allahü teala buyuruyor ki:

(Sabredenlerin ahiretteki ecirleri, sevapları sayısızdır.)

(Elbette sabredenlerle beraberim.)

Sabrın fazileti, üstünlüğü o kadar büyüktür ki, Allahü teala sabrı çok aziz eyledi. Herkese sabır nimetini vermedi. Dostları ile çok az insan bu nimete kavuşmuştur. Nitekim hadis-i şeriflerde buyruldu ki: (Size verilen en az şey, yakîn ve sabırdır. Bu ikisinin kendisine verildiği kimse, çok nafile namaz kılmasa da, oruç tutmasa da korkmasın! Bugünkü halinizle sizi, bir kimsenin, bütün insanların iyi amellerini yapmasından daha çok severim. Sabreden tam sevap alır.)

(Sabır, cennet hazinelerinden bir hazinedir.)

(Eğer sabır insan olsaydı, çok kerim ve cömert olurdu.)

(Allahü teala, sabredenleri sever.)

(Sabır üçtür: Musibete, taata(8) ve günah işlememeye sabır. Musibete sabredene, Allahü teala üç yüz derece ikram eder. Her derece arası yerden göğe kadar mesafedir. Taate sabredene altı yüz derece ihsan eder. Her derece arası, yerin dibinden Arşa kadardır. Günah işlemeye sabredene dokuz yüz derece verir. Her derece arası yerin dibinden Arşın üstüne kadardır.)

(Mümine gelen dert, üzüntü, hastalık, eziyet, sıkıntı, günahlarına kefarettir.)

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “Sabrın imandaki yeri, başın bedendeki yeri gibidir. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da iman olmaz.”

Şakik-i Belhi hazretleri de “Musibete sabretmeyip feryat eden, Allahü tealaya kafa tutmuş olur. Ağlamak, sızlamak bela ve musibeti geri çevirmez” buyurdu.

Yine hadis-i şeriflerde sabırla ilgili çok güzel müjdeler verilmiştir:

(Allahü teala buyurdu ki: Bela gönderdiğim kimseler sabredip insanlara şikâyet etmezse, onlara imanla ölmeyi nasip ederim.)

(Allahü teala buyurdu ki: Ben kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evladında bir musibet verdiğim vakit onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet günü onun için mizan ve hesap kurmaktan haya ederim.)

Eshab-ı Kiram’dan Hazret-i Süleyman’ın annesi Rumeysa hazretleri şöyle anlatıyor:

Çocuğum hastaydı. Babası Ebu Talha bir yere gitmişti. Oğlum öldü. Üzerini örttüm, babası döndüğünde “Nasıl hasta oldu?” diye sordu. “Bu geceden daha iyi gece geçirmedi” dedim. Sonra yemek getirdim yedi. Her zamankinden daha çok süslendim. Sevinçli görünüyordum. Dedim ki:

-Komşumuza ariyet olarak bir şey verdim. Bir zaman sonra geri isteyince, sanki o malı temelli vermişim gibi istemeyerek iade etti. Üstelik ağladı da.

Ebu Talha hayretle dedi ki:

-Şaşılacak şey! Ne akılsız insanlar bunlar? Emanete verilen şeyi geri isteyince, hiç iade etmek zor gelir mi?

Hemen cevap erdim:

-Senin oğlun bize Allahü tealanın bir hediyesi, bir emaneti idi. Yanımızda emanet olarak duruyordu. Bugün geri isteyip aldı.

Ebu Talha güzel sabır göstererek dedi ki:

-Hepimiz Allah’a döneceğiz.

Sabah olunca Ebu Talha bunu Resulullah’a anlattı. O da buyurdu ki:

“Dünkü geceniz mübarek olsun! Büyük bir gece geçirdiniz. Cennete girdiğimde Ebu Talha’nın hanımı Rumeysa’yı orada gördüm.”

 MENKIBE:   Sabır Böyle Olur

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve selem” torunlarından ve İmam-ı Azam efendimizin hocalarından olan Cafer-i Sadık’ı “rahmetullahü anh” birisi bir gün uygunsuz sözlerle itham etti. Cafer-i Sadık hazretleri sabredip cevap vermedi. Yanında bulunan talebelerine de müdahale etmemelerini tembih etti. O kimse ağzına ne geldiyse, ne kadar kötü söz varsa söyledi ve gitti. Bir müddet sonra İmam-ı Cafer-i Sadık, o adamın evine gitti. Bunu gören talebeleri onun arkasından o adamın evine vardılar. Talebeleri, hocalarının o edepsize cevap vereceğini zannetmişlerdi. Şayet o küstah adam, hocalarına bir saldırıda bulunursa hocalarını koruyacaklar ve o edepsize de haddini bildireceklerdi. Cafer-i Sadık hazretleri evin kapısını çaldı. Adam kapıya geldiğinde,

 -Az evvel bana birtakım kötü sözler sarf eyledin. Sana cevap vermedim. Eğer bu söylediğiniz sıfatlar bende varsa; ben bu sıfatlardan tövbe edeceğime, bir daha bu sıfatlara bürünmeyeceğime dair sana söz veriyorum. Eğer bana isnat ettiğin sıfatlar yoksa, seni affetmesi için Allahü tealaya dua edeceğim. Bana söylediklerinden dolayı seni affettim, hakkımı helal ettim deyip hediye vermiştir.

Bu âlicenaplığı gören adam, Cafer-i Sadık hazretlerinin ayağına kapandı. Kabahatini itiraf edip tövbekâr oldu.

 MENKIBE: Sabrın Sonu Selamettir

Meşhur İslam âlimlerinden Ebü’l-Hasan Ahmed el-Kuduri önceleri katırcılık yapardı. Kalbine ilim öğrenmek arzusu düştü ve katırlarını sattı. Evinde hamile bir hanımı vardı. Bütün masraflarını görüp ondan izin aldı. Onun rızasını da alarak ilim öğrenmek için başka bir memlekete gitti. Yirmi sene ilim tahsil edip âlim oldu. Memleketine dönerken yolda bir eve misafir oldu. Ev sahibi kâmil bir zattı. Halini ona anlattı. O kâmil zat bu âlime,

-“İlim ve amelin aslı nedir?” diye sordu. Hürmeten,

-Siz buyurun efendim, deyince o zat:

-Eğer bize bir müddet hizmet edersen, ilmin aslına kavuşup evine gidersin!

O da hizmetini kabul edip yanında iki yıl kaldı. Sonra o zat şefkat edip,

-Oğlum, gel sana sorunun cevabını vereyim de hanımının yanına dön! Ömrün oldukça bize hayır dua edersin. İyi bilmiş ol ki; bütün ilim ve amellerin, her marifet ve kemâlin aslı sabırdır. Bunlar sabır ile elde edilir. Tahammül de sabrın içindedir. Her işte sabırlı olursan, her pişmanlıktan kurtulursun. Dünya ve ahirette her şeyden nasip alırsın. Bu kıymetli cevher için seni bir müddet alıkoydum. Sebebi, bunun kıymetini bilip hiçbir zaman unutmamandır.

Ebu’l-Hasan Ahmed, sabır nasihatını; kâmil zatın dua ve rızasını alıp memleketine döndü. Evinin kapısına geldiği anda hatırına “Yirmi iki yıldan beri haber alamadığım evin kapısını çalmadan pencereden bakayım ve o zamandan beri bu evde kimin kaldığını göreyim” diye geldi. Pencereden baktığında, bir gencin oynar gibi hanımının boynuna sarıldığını gördü. O anda kıskançlıktan aklı başından gitti. Kendini kaybedip pencereden bir ok atarak genci öldürmeye hazırlanırken hatırına sabır nasihatı geldi. “Yirmi iki yıl bekleyip kazandığım cevheri hemen elden çıkarmayıp kapıya gideyim. Sonra o genci öldüreyim!” dedi. Kapıyı çaldı. İçerdeki genç,

-“Kimsin?” diye sorunca,

-Bu evin eski sahibiyim dedi. O anda hanımı, sesinden efendisini tanıdı. Sevinç içinde oğluna seslendi:

-Haydi oğlum, sen doğmadan önce gurbete giden baban geldi, kapıyı aç dedi.

Sabreden âlim, bu kavuşmada o gencin oğlu olduğunu anladı. Sabrın kerameti ile, sonu çok büyük üzüntü olan pişmanlıktan kurtuldu. Sevincinin çokluğundan, ona sabır veren hakiki Sabûr’a yani Allahü tealaya çok hamdü sena etti. Hayatı boyunca sabır ile saadet buldu.

11– EDEB ve TERBİYELİ OLMAK

 Dinimizin beğendiği ve emrettiği güzel huylardan biri de edepli, terbiyeli olmaktır. Edep, söz dinlemek, haddini bilmek demektir.

Edep olmayınca ilim yalnız başına maksada ulaştıramaz. Yunus Emre der ki:

İlim meclislerinde aradım kıldım talep,

İlim geride kaldı, ille edep, ille edep.

Bir babanın evladına bırakacağı en hayırlı miras, edeptir. Edebi öğrenmek ve her zaman edepli olmak lazımdır. Nelerin edep olduğunu bilmeyen kimse, edepte kusur eder. Mesela bir büyüğümüzü ziyarete gidince, bize “Baş köşeye otur” dese, biz de edebimizden, hürmet ettiğimizden dolayı “Şurası daha iyidir” diyerek gösterilen yere oturmasak, yaptığımız hareket edep gibi görünse de söz dinlememek olduğundan kötüdür. Büyüklerimiz “Emrin edepten önce geldiğini” bildirmişlerdir. Onun için en güzel edep, söz dinlemektir. Aklımıza uygun gelmese de büyüklerimizin sözlerini dinlememiz lazımdır.

Büyüklerimiz, öğretmenlerimiz, amirlerimiz bizlere bir şey söyledikleri zaman hemen “Peki efendim” demeliyiz.

Yapılması istenen şeyi uygun görmüyorsak veya yapılmasını mahzurlu buluyorsak yine de “Peki mi diyelim” gibi bir düşünce hatırımıza gelebilir. Evet, yine “peki” demelidir. Eğer o anda peki demeyip, hemen o işin mahzurlarını anlatmaya kalkarsak, edebe aykırı hareket etmiş oluruz. Bir müddet sonra düşüncelerimizi uygun şekilde bildirebiliriz. Bunu da soru şeklinde söylememiz, danıştığımızı hissettirmemiz lazımdır. Mesela “Bildiğiniz işi şu şekilde yapsak uygun olur mu efendim” diyebiliriz. Ancak yine de eski bildirdiği şekilde yapılması istenirse, bu defa başka mazeretler aramadan söyleneni yapmalıdır.

Yalnız büyüklerimize değil arkadaşlarımıza, hatta kendimizden küçüklere de itiraz etmek uygun olmaz. Çünkü itiraz etmek “Bu işi ben bilirim, sen bunu anlamazsın” demek olur. Düşüncemizde yüzde yüz haklı olsak bile, itiraz etmekle karşımızdakini üzmüş oluruz.

Edep bir tac imiş nûr-i Hüdâ’dan,

Gey ol tacı emin o, her beladan.

Edep iledir âlem-i nizam,

Edep iledir kemâl-i âdem.           

(8) Taat: Allahü tealanın beğendiği işler.