Hazreti Adem ve Hazreti Havva: İnsanların Çoğalması - kainatingunesi.com

Âdem aleyhisselam Hz. Havva ile Cennet’ten yeryüzüne indirilip uzun müddet ayrı kaldıktan sonra Arafat ovasında buluşarak Hindistan’a gittiler. Bazan da Arabistan’da kaldılar. Daha sonra Şam’a yerleştiler. Allahü teâlâya duâ edip salih evlat istediler. Her sene biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocukları oldu. Hz. Havva yirmi defa doğum yaptı. Ve yalnız oğullarından Şit aleyhisselam tek doğdu ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın nuru ona intikal etti. Nesli gittikçe çoğaldı ve yeryüzüne yayıldı. Allahü teâlâ Kuranı Kerim’de meâlen şöyle buyurdu :

“Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (Âdem’den) yaratan, o şahıstan da zevcesini vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar meydana getiren Rabbinizden korkun. Ve günah yapmaktan sakının” (Nisa süresi: 1)

Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Sizi, birbirinizle tanışmanız için büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allahü teâlâ nezdinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. (Zira ruhlar ancak takva ile olgunlaşır, insanlar onunla yükselir.) Şüphesiz Allahü Teâlâ herşeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hücurat süresi: 12 )

“Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin süresi: 4)

Âdem aleyhisselamın evladı çoğalınca  Allahüteaanın emri üzerine ikiz evlatlarından önce doğan ikizleri sonra doğan ikizler ile evlendirdi. Aynı gün doğan ikizler birbirleriyle evlendirilmezdi. Zamanla insanlar çoğalınca Allahü teâlâ bu şekilde evlenmeyi haram kıldı. Âdem aleyhisselam zamanında insanların çoğalması için bir erkeğin kendi kızkardeşi ile evlenmesi helâl ve câizdi. İnsanlar çoğalınca buna lüzum kalmadı ve kardeşler arasındaki evlilik ilk olarak Nuh aleyhisselamın dininde haram kılındı. Nuh aleyhisselamdan itibaren yasak olan bu evlenme şekli, bütün ilahi dinlerde devâm etti. Âdem aleyhisselamın soyundan kırkbin kişiyi gördüğü rivayet edilmiştir.

Allahü teâlâ ilk insan olan Âdem aleyhisselamı topraktan hâlk edip, ondan da Hz. Havva’yı yarattığını ve bunlardan da insanların çoğaldığını Kuran-ı kerimde bildirdi. Allahü teâlâya iman etmeyen, İslam dinine inanmayan bazı tarihçiler ve ilim perdesi arkasına gizlenen maksatlı ve inkarcı kimseler, bu hususta kasden, yanlış ve yalan söylemişler, asılsız ve ilmi olmayan şeyler yazmışlardır. Hakiki fen ve ilim adamları ise hiçbir zaman böyle yanlış ve yalan şeyler söyleyip yazmamışlar; insanın yaratılış ve çoğalıp yeryüzüne yayılmasında hususunda gerçek ve doğru bilgi veren İslamiyet’in büyüklüğünü gün geçtikçe daha yakından görmüş ve anlamışlardır. Hakiki ilim sahibi olmıyanlar ise, dini ve dünyâyı anlamayarak maddi ve manevi kıymetlere saldırıp, felakete sürüklenmişlerdir. Buna karşılık hakiki fen adamları her zaman İslam dinine aşık olmuşlar ve insanlığın kurtuluşu için çalışmışlardır.

Dünyânın en büyük tabii ilimler bilginlerinden biri olan Marx Planck bir eserinde bu hususu gayet açık olarak diler getirmiştir. (Max Planck 1858 yılında Almanya’da Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kiel’de yaptı ve ondan sonra 1889’da Berlin Üniversitesi’nde çalışmağa başladı. Berlin’deki faaliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefat etti.)

Max Planck özellikle “Işıldama” ile meşgûl oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldığının meydana çıkarmasıdır.

Bu bilgin,”Der Storm von der Auflärung bis zur Gegenwart” adlı kitabında diyor ki: “Gerek din ve gerek tabii ilimler, üzerinde kendisine erişilemeyen çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır. Ancak onların bu kudreti izah hususunda kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fakat her iki izah tarzı, ayrı bile görünseler, hakikatte birbirinin aynıdır. Bu iki izah birbirine zıt olmayıp aksine birbirini tamamlar.

Gerek din, gerek tabii ilimler, bu alemi ancak mahiyetini hiçbir zaman anlıyamayacağımız, insanların hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zaman bilemiyeceğiz. O’nun kudretini ancak en küçük bir parçasını dolaylı olarak öğrenebiliriz.

Din, bu kudretli ve yaratıcıyı tanımak ve insanları O’na yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitabeden semboller kullanır. Tabii ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden faydalanır. Hâlbuki, bu iki yolu birleşdirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sahibi olduğu meydana çıkar ve dinin Allah’ı ile tabii ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, O’nun zatını ve büyüklüğünü meydana koyar.

Din ile tabii ilimleri karşılaştıracak olursak, hiçbir yerinde bunların birbirinden zıt bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabii ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabii ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesikadır. Din ile tabii ilimler arasında hiçbir fark yoktur. Bazılarının sandığı gibi, tabii ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bazı insanlar, tabii ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda izah edildiği gibi, tabii ilimler bilakis dini inanç ve düşünceleri takviye ederler.

Tarihe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabii ilim bilginlerinin dine çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindar insanlardı. Esasen o zamanlar tabii ilim araştırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde, rahiplerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabii ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usulleri tatbike başladılar. Zamanla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol ayrı ayrı istikametlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamen paraleldir. Aynı gayeye giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabii ilimler de, esas gaye sonsuzunda birbiriyle buluşacaklardır.

Meşhur Amerikan fen adamı Edison bir çok keşfler yapmıştır. İlk elektrik ampülünü yaparak dünyâyı nura boğan bu büyük Amerikan kaşifi hakkında çıkan bir eserde, onun en yakın mesai arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff şu hatırayı anlatıyor:

“Bir gün laboratuara girince, Edison’un kendinden geçmiş çok dalgın bir hâlde hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdir ve ta’zim ifadesi vardı. Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kab, civa ile doluydu. Bana; “Şuna bak!” dedi. “Bu ne muazzam bir eserdir! Sen civanın harikulade bir şey olduğuna inanır mısın?” Ben; “Civa hakikaten hayrete değer bir maddedir” diye cevap verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana; “Ben civaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş? Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor” diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü; “Dünyâdaki bütün insanlar bana hayrandır. Benim yaptığım bir çok keşfleri, bir çok yeni buluşları birer harika, birer başarı sanıyorlar. Beni insan üstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki ne büyük yanlış! Ben, beş para bile etmeyen bir bulucuyum. Benim buluşlarım esasen dünyâda bulunan, fakat, o zamana kadar insanların görmedikleri büyük harikaların ancak ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibarettir. “Bunu ben yaptım!” diyen bir insan, ancak en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiç bir şey gelmiyen aciz bir yaratıktır. Ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahluktur. İyi düşünse, kibre kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar aciz, ne kadar zayıf bir yaratık olduğumu anlıyorum. Ben mucidim ha! Asıl mucid, asıl yaratıcı işte O’dur. Allah’dır!” dedi. Daha pekçok fen âlimi böyle söylemiş ve yazmıştır.

Hiç bir dine inanmayanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrafa saçıyor. Meselâ; “Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesadüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz nebatları  ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür” gibi şeyler söylüyorlar. Böylece Âdem aleyhisselamın topraktan yaratılmadığını, Kur’an-ı kerimin haşa, hikaye olduğunu, ilk canlı maddeyi vücuda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymıyacağını anlatıyorlar.

Hakiki fen âlimi olmayan bu fen taklidcileri çok yanılıyorlar. Bunlar ilmen de hiç değeri olmayan şeyler söylemişlerdir. Evet, fizyolojist Hâldene; “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşden gelen ultra viole şuaları te’siri ile, inorganik gazlardan, uzvi bileşikler meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı gıda maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesadüf eseri teşekkül etmiş” olmak ihtimalini söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hatta bir teori (nazariye) bile değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hatta bir nazariye bugün mevcud değildir. Fen bilgileri, gözetleme ve tedkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden aletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek bu sebeplerin te’sirleri, rolleri tesbit edilir. Bir hadisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fakat tecrübe edildiği hâlde sebepleri anlaşılamıyan hadiseler de vardır. Bunlara sebep olarak birçok fikirleri ileri sürülür. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hadiseyi, muhtelif kimselerin başka başka tefsir ettikleri de olmuştur

Aynı sebeplerle izah edilen çeşitli hadiselerin hepsini birden izah edebilecek umumi bir fikre, faraziye (hipotez) denilir. Bir veya birkaç hipotez ile birçok hadiseleri izah etmek ve bunlardan yeni hadiselere varmak ve bu hadiseleri tecrübe ile araştırmak neticesinde hipotezlerin doğru görülenlerine nazariye (teori) denir. Bir teori, az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hadise izah ederse, o derece mükemmeldir. Hâldene’nin sözü, nihayet bir hipotezdir, teori olmaktan bile uzaktır. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûrette yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinirlerse İslamiyet’e zararlı değil, faydalı olur. Çünkü, canlı ve cansız, her şey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde; “Her şeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizamı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!” buyurmuştur. Evet, inançsız kimseler, ilk canlı, kendi kendine meydana gelmiş dedikleri gibi, güneş sisteminin, yıldızların, çeşitli fizik, kimya ve biyoloji hadiselerinin de, hep kendiliklerinin olduklarını söylüyorlar. İslam âlimleri, yazdıkları pekçok kitapta, bunlara gerekli cevapları verip, hepsini susturmuşlar ve aldandıklarını vesikalarla isbat etmişlerdir. Dinimiz, Âdem aleyhisselamın balçıktan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebatların ne sûretle yaratıldığını bildirmiyor ki, Hâldene faraziyesinin, dine zararı dokunsun. İster o söylesin, isterse Darwin veya İbn-i Sina söylesin, herşeyi hareket ettiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şekilleri, hep O’nun kudretinin tezahürüdür.

İmanı gideren şey; herhangi bir hadisenin kendi kendine olduğuna inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru, birbirlerine ve nihayet insana döndüğünü söylemektir. Fen bunu göstermiyor ve fen adamları da böyle söylemiyor.

İmam-ı Gazali (r. aleyh) “Tehafüt-ül-felasife” adlı kitabında buyuruyor ki; “Fen adamlarının sözleri üç kısımdır: Birinci kısımdaki sözleri, fennin, tecrübenin meydana çıkardığı hakikatleri bildiriyor. Bu sözleri, İslamiyet’e uyuyor ise de, yanlış kelimeler kullanıyorlar. Meselâ bir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler tabiat kuvetleridir. Her şeyi tabiat kuvvetleri yapıyor diyorlar. İslamiyet’te hiçbir şey, kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, İslamiyet ve fen, aynı şeyi söylemekte olup, arada yalnız, isim farkı vardır.

Fen adamlarının ikinci kısım sözleri ise, İslamiyet’in haber vermeyip, arayıp bulunuz dediği şeyler hususundaki sözlerdir. Mesala, ay ve güneş tutulması gibi hususlarda söyledikleri sözler gibi. Böyle doğru olan sözleri kabûl edilir.

Üçüncü kısımdaki olan sözleri, İslamiyet’te açıkca bildirilmiş olanlara uymayan sözlerdir. Bunların hepsi faraziye, yâni zan ile veya fen perdesi altında, koyu bir teassub ve fen yobazlığı ile söyledikleridir. Her şeyin yoktan yaratılmış olduğu, Adem aleyhisselamın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemiğe dönüp, canlanması, Allahü teâlânın var olduğu ve sıfatları ve kıyamette olacak şeyler, tekrar dirilmek, imanın esaslârındandır. Bunlara uymayan, bunlara olan imanı bozacak sözlere inanılmaz, fen adamı, bunlara uymayan söz söylemez. Çünkü bunlar, fenne uymayan şeyler değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyleyenleri reddetmek lâzımdır.”

Adem aleyhisselamın evladı çoğalarak Arabistan, Mısır, Anadolu ve Hindistan’a yayılmıştı. Nuh (a.s.) zamanındaki tufanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türeyip; zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya’ya, yâni bütün yeryüzüne yayıldılar. Bu yayılma, hem karadan, hem de büyük gemilerle, denizden olmuştu. O zamanlarda Asya’dan Amerika’ya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.

Fen ilerledikçe, müslümanların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları, birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerika’da mekteplerde şöyle okutuluyor:” Eski jeolojik devrelerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir. Meşhur meteoroloji âlimi Alfred Wegner, Kontinenterschiebung (karaların kayması nazariyesini kurmuş ve beş (bugün için altı) kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, zeocoğrafik tecrübelere dayanarak, iddia etmiştir. Wegner’e göre, Paleozoikum e Mezozoikum devrelerinde, kıtalar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Cenubi Amerika ile Afrika, Asya (doğruca Hindistan’dan) ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmıslar. Eosen’den itibaren Afrika’da yaşayan hayvanlar, karadan, Cenubi (güney) Amerikaya geçmişlerdir.” teorileri öğretilmektedir.

Görülüyor ki Adem aleyhisselamın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Suriye, Irak ve Orta Asya’dan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmaktadır.

İlk insanlar, bazı tarihcilerin zan ettiği ve İslam dinine inanmayanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşi kimseler değildi. Bugün Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindeki vahşiler yaşadığı gibi, ile insanlarda da bilgisiz, basit yaşıyanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşidir denilemez. Adem aleyhisselam ve ona iman edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Allahü teâlâ, kendisine on sahife gönderdi. Cebrail aleyhisselam 12 kere gelmisti. Bu kitaplarda, iman edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatlar, her gün bir vakit namaz kılmak, (bunun sabah namazı olduğu İbn-i Abidin’de yazılıdır), gusl abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok san’atlar, tıb, ilaclar, hesab, hendese (yâni geometri) gibi şeyler bildirilmiştir. Altın ve gümüş üzerine para dahi basılmış, maden ocakları işletilip aletler yapılmıştı. Nuh aleyhisselamın gemisinin, ateşle kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerim açıkça bildirmektedir.