Îsâ aleyhisselâmın doğum - kainatingunesi.com

Îsâ aleyhisselâmın doğum

 Doğu­mun ilk alâmetleri belirdiği sırada, bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına gelmişti. Doğum sancı­ları şiddetlendiğinden, mecburen bu ağaca yaslandı. Çok büyük sıkıntı ve darlık içinde idi. “Ne olaydı ben unutulmuş, aranmaz, ismi bile kimsenin hatırına gelmeyen bir şekilde yok olup gideydim. Ve bu hâlleri görmeyeydim” diye hüznünü dile getirdi.

Nihayet, yaslandığı kuru hurma ağacının altında, Hz. Îsâ dünyâya geldi. Mevsim kış olup, hurma ağacı da, dalları ve baş kısmı olmayan kuru bir hâlde idi.

Doğumdan sonra, iftira ve dedikoduların çoğalması ihtimâli muhakkak olduğundan, böyle durumlara karşı Hz. Meryem’in mahcu­biyeti, ruhî elemi de artıyordu. Nihayet Hz. Meryem’in aşağı tarafından Cebrail aleyhisselâm veya bir irhâs olarak Hz. Îsâ nidâ edip dedi ki: “Sakın mahcûb olma. Üzülecek bir şey yok­tur. Bilakis sevin, haz duy ki, öyle muhterem bir oğula nail oluyorsun. Muhakkak ki, Rabbin teâlâ hazretleri, senin ayağının altında küçük bir nehir yarattı. Böyle yapmakla senin merte­beni yüksek eyledi. O nehirden bedeninde ve elbisende yıkanması îcâbeden yerleri yıkarsın. Elinle tutunduğun kuru hurma ağactnı kendine doğru çek, silkele! O kuru ağaç, hem de bu kış mevsiminde yeşillenecek, taze hurma verecektir. Bu da başka bir hârikadır, bir iyilik­tir. Bundan istifâde et.

Artık o taze hurmalardan ye! Akarsudan içerek hararetini gider. Gözün aydın olsun. Sen tebrike lâyıksın. Manevî bir lezzet ile yaşa! İnsanlardan herhangi bir kimseyi görürsen; “Ben, bana bu nimetleri ihsan eden kerîm Rabbim, Allahü teâlâ hazretleri için orucu nezrettim. Sükût etmek (susmak) için veya sükût etmek sûretiyle oruç tutmak için adakta bulun­dum. Artık bu hususu size işaretle haber verdik­ten sonra, bu gün hiç bir insan ile konuşmayacağım. Ben ancak melekler ile konuşurum. Sırf Rabbime niyaz ve yalnız O’na münâcâtta bulunurum” diye söyle.” (Kadı Beydâvî hazretlerinin beyânına göre, onlar oruçlu oldukları gün konuşmazlardı.)

Hz. Meryem de, kendisine yapılan bu nida­dan ve bu sözlerden sonra, ayağının altında küçük bir su arkının aktığını gördü. Hurma ağacını sallayıp silkelemek suretiyle kuru ağaç, Hak teâlânın izni ve emri ile bir anda yeşeriverdi. O anda ağaçta; dallar, yapraklar ve olgun taze hurmalar peyda oldu. Meryem (r.anhâ) hurmalardan yeyip, sudan içerek hararetini giderdi. Biraz sakinleşmiş, hüznü azalmış, sıkıntısı hafiflemişti.

Alimler buyurmuşlardır ki: Atlahü teâlânın kudretiyle, kuru hurma ağacının, bir anda yeşerip, hem de kış mevsiminde taze hurma vermesinde, Hz. Meryem’i teselli etmek vardır. Çünkü kuru ağacın yeşerip meyve vermesi ile, Hz. Meryem’in babasız çocuk doğurma­sında benzerlik ve yakınlık vardır. Dolayı­sıyla bu hurmanın yeşerip meyve ver­mesi, Hz. Meryem’in mübarek hatırını hoş etmek, onu tesellî etmek içindir.

Hz. Meryem’in doğum sancıları içinde kuru hurma ağacının yanına gelmesi ve bundan sonraki durum hakkında, Meryem sûresinin 23-26. âyet-i kerîmelerinde buyruldu ki: “Derken doğum sancısı onu kuru bir hurma ağacına dayanmaya sevketti, mecbur etti. (Mevsim kış idi. Yanında, doğum esnasında kendisine yardımcı olacak birisi de yoktu) Bu hâlden ve doğumdan sonra insanların ayıblama ve kınama­ları düşüncesinden dolayı; “N’olaydı, bundan evvel ölmüş ve tamamen unu­tulmuş olaydım, unutulup gideydim” dedi. (Doğum olup, Hz. Meryem’in muhtemel iftiralar düşünerek mahcubiyeti ve kalbi hüznü arttığında) aşağı tarafından (Cebrail veya yeni doğan Îsâ aleyhisselâm) ona şöyle nida etti: “Tasalanma. Mahzun olma. Rabbin teâlâ senin ayaklarının altında küçük bir nehir halketti, yaratıp akıttı. O kuru hurma ağacını da kendine doğru çek, hareketlendir, silkele ki, ondan üze­rine, taze hurma düşecektir.

Acıktığında o hurmalardan ye! Susadığında nehrin tatlı suyundan iç. Oğlunla gözün aydın olsun. Rahat ol, merak etme (insanlar, ayağının altından neh­rin akmaya başlamasını, kurumuş hurma ağa­cının, hem de vaktinden evvel yeşillenip, meyve vermesini görünce, bunları yapmaya kadir olan Allahü teâlânın sana da babasız ola­rak bir evlâd vermeye kadir olduğunu bilirler. Senin iffetini, temizliğini de bildikleri için, hak­kında şüpheye düşmekten uzak dururlar.)

Şayet insanlardan birini görürsün de o senin babasız çocuk getirdiğinden suâl ederse, cevâbında sen, işaretle; “Bugün ben Allahü teâlânın rızâsı için orucu nezrettim (oruca niyetlen­dim.) Bugün ben hiç bir insana elbette söz söylemem” de!” (Onların şeriatında oruc terk-i taam ve kelâm idi. Yâni, onlarda oruç; yemeyi-içmeyi bırakmak ve konuşmayı terketmek idi.)

Meryem (r.anhâ) doğumdan sonra bu sesleri duyunca, bir nebze de olsa rahatlamıştı. Fakat, şu anda her şey bitmiş değildi. O ken­dine kalsa, hiç üzülmeyecekti. Fakat insanlara nasıl îzâh edecekti? İnsanlar bu söylediklerini kabul edecek, inanacaklar mıydı? O aslında en çok buna üzülüyordu. Fakat, ona nida edile­rek, yapacağı hareketin ne şekilde olacağı bildirilmiştir.

 

“Üç şey beni devamlı ağlatır Birincisi: Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum, ikincisi: kabirden kalktığım zaman hâlim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum. Üçün­cüsü: Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman cennetlik miyim cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman halim ne olur, bilemi­yorum, onun için ağlıyorum.”

“Bir zenginle arkadaş olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyor­san kendisinden bir şey isteme. Çünkü iste­mek, insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona karşı makamını korumuş olur.”

  1. SELMAN-I FARİSİ

 

Ayet-i kerîmede, doğumdan sonra, Hz. Meryem’e aşağı tarafından nida edildiği bildiri­liyor ise de, nida edenin kim olduğu zikredilmemiştir. Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin beyânına göre, seslenenin Cebrail aleyhisselâm olmak ihtimâli varsa da, sahih ve kuvvetli olanı! yeni doğmuş olan Hz. Îsâ’nın nida ettiğidir.

Çünkü Meryem’e teselli vermek için sesle­nen kimsenin, malûm yâni belli, görünürde olması teselli etmede daha ziyâde te’sirlidir. Bu sebeple, seslenenin Îsâ ateyhisselâm olması ihtimâli daha fazladır. Onun dünyâya gel­mesi, harikulade bir şekilde, Allahü teâlânın ilhamı ile doğar doğmaz konuşması ve bu konuşmasında mübarek validesine nasıl hare­ket edeceğini bildirmesi, Hz. Meryem’i teselli etmekte elbette daha te’sirlidir.

Vehb bin Münebbih (r.aleyh) bildirdi ki: “O doğduğu zaman doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp yere döküldü. Şeytanlar bu duruma şaştı. Nihayet büyükleri olan iblîs, onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyâya geldiğini haber verdi. Hepsi gelip, onu annesinin bulun­duğu yerde etrafını melekler kuşatmış hâlde buldular.

O doğunca gökte büyük biryıldız göründü. İran şahı bu yıldızın görünmesinden korktu ve kâhinlere sordu. “Bu, yeryüzünde büyük bir doğum olduğuna işarettir” cevâbını verdiler.

Diğer taraftan İsrâiloğulları, Hz. Meryem’in yerinde bulunmadığını anlayınca, hayrette kalıp merak ettiler. İçlerinden birisi onu, Beyt-i Lahm’de gördüğünü söyledi. Hemen toplanıp. Beyt-ı Lahm denilen yere geldiler.

Hz. Meryem onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla beraber onların yanına geldi. Onlar. Hz. Îsâ’yı görünce; “Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin. Sen pek genç fakat zevci olma­yan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın. Bu ne acâıb ve ne garîb bir hâldir!

Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban İmrân, uygunsuz bir kimse değildi. Zina etmezdi ve fuhşiyâta ise hiç meyli yoktu. Annen Hunne de, zâten çok iffetli idi. Anası, babası ve kardeşi tertemiz olan bir kız, nasıl olur da gayr-i meşru bir çocuğun sahibi olabi­lir? Onlar çok iyi kimseler oldukları hâlde, sen nasıl oldu da böyle hâlleri başımıza getirdin?” dediler.

Âlimler bildirmişlerdir ki, burada geçen  Harun ile murâd, Hz. Musa’nın biraderi olan Harun aleyhisselâm olabilir. Hz. Meryem, Hz. Harun’un neslinden olduğu için “Harun’un kız kardeşi” ibaresi kullanılmıştır.

Başka bir rivayette ise, Hz. Meryem’in, Harun isminde baba bir kardeşi vardı ve burada zikredilen odur. Bu rivayetin daha kuvvetli olduğu bildirilmiştir.

Diğer bir rivayete göre ise, o zamanda Harun isminde güzel hâl sahibi sâlih bir zât vardı. Hz. Meryem de onun gibi güzel hâl sahibi olduğundan kardeş sayılmışlar, bu sebeple böyle zikretmişlerdir.

Bu hususta Meryem sûresinin 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Derken çocuğunu yüklenerek, (kuca­ğına alarak) kavminin yanına, geldi. Onlar (kucağında çocuğu görünce ayıblamaya başlayıp) dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu pek büyük, çirkin bir şey ile geldin. (Çirkin bir iş yaparak geldin ki o iş pek acîb ve pek garip, bizlere ise ar ve rezilliktir. Şüphesiz ki sen, çok acâib bir iş yapmışsın, babasız çocuk getirmişsin. Senin ailende hiç vâki olmayan çok çirkin bir iş işlemişsin.)

Ey Harun’un (soy itibariyle neslinden gelen) kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi.”

Onların anlayışlarına göre bunun başka bir îzâh tarzı yoktu. Çok temiz olarak tanınmış bir hâtûn iken, onun zina ile hâmile kaldığını ve bu çocuğun böyle meydana geldiğini zannetmişlerdi.

Çirkin bir iş işlemek muhakkak ki, bütün insanlara ayıbdır. Fakat çirkin bir iş, sâlih, iyi olarak tanınmış bir ailenin evlâdından mey­dana gelirse, daha ziyâde ayıplanmakta ve çok kınanmaktadır. Onlarda bunu dile getirmişler ve; “…annen, baban ve kardeşin tertemiz, sâlih kimseler iken böyle yaptığın için tekdire, azar­lanmaya herkesten ziyâde müstehaksın…” demek istemişlerdir.

Hz. Meryem bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi. Çünkü bu işin hakikatini onlara îzâh etmek gayet zor ve belki imkânsız bir işti. Bunun için; “işin hakikatini size o, kendisi haber versin. Siz onunla konu­şun, ondan sorup anlayın” mânâsına, kun­dakta bulunan Hz. Îsâ’yı İşaret etti.

Onlar; “Biz beşikteki sabiye nasıl söz söyle­yelim. Zîrâ o durumdaki çocuk, söz söylemeye muktedir değildir. Sen cevap veremeyince, cevâbı ona havale etmekle, çaresizlik içinde ondan imdâd istemek için böyle yapıyorsun. Bu çocuk, her ne kadar o çirkin işin netice­sinde meydana gelmiş ise de onda bir kaba­hat yoktur” dediler.

Bunun üzerine, kundakta (beşikte) bulu­nan Hz. Îsâ, elini kaldırarak cevap verdi ve dedi ki: “Ey câhilleri Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz. İffet ve haya bakımından son derece temiz olan annemi ayıblamayınız ve şânına lâyık olmayan iftiralarda bulunmayınız. Kadrinin yüksekliğini lekelemeye kalkışmayı­nız ve böyle bir şeye cür’et etmeyiniz.

Biliniz ki ben, Allahü teâlânın makbul bir kuluyum. Dolayısıyla Hak teâlâ beni, kullarını irşâd ve onları hidâyete sevk etmekle vazife­lendirdi. Bunun için bana kitap verdi. O, çeşit çeşit iyiliklerle beni mümtaz ve seçkin kıldı. Lütfü ve keremiyle beni babasız olarak, sâdece “Kün-ol” emri ile yarattı. Beni nebî (peygamber) kıl­dığı gibi, her nerede bulunursam bulunayım, çok hayırlar ve tam bereket sahibi eyledi.

Şu hâlde, hangi beldede bulunursam bulu­nayım, bereketim ve faydam, Allahü teâlânın kullarına ulaşır ve onlar bereketimden istifâde ederler.

Hayatta olduğum müddetçe, Rabbim bana, namaz ve duayı, zekâtı vasiyet etti. Bütün azalarımla yönelerek, vücûdumun her zerresiyle O’na kulluğumu izhâr edeyim. Yine O bana, dünyevî alâkaların tamâmından alâ­kamı kesmemi, zekât vermemi ve emrine uyup anneme ihsanda bulunmamı, hizmetine devam etmemi, tevazu kanatlarımı üzerine açmamı ve lâyıkıyla haklarına riâyet etmemi emretti. Rabbim beni, kibirli ve şakî kılmadı. Kâmil bir temizlik, tam bir iyilik, güzel ahlâk ve çeşit çeşit keramet ve iyiliklerle, nîmetlendirdi, taltif etti.

Allahü teâlânın selâmı, hıfzı, himâyesi, doğduğum gün benim üzerime nazil olmuştu. Zîrâ Allahü teâlâ, şeytanın şerrinden muha­faza etti. öldüğüm gün de şeytanın şerrinden korumakla selâmet benim üzerime olacaktır. Mahşer günü dirilip kabrimden kalktığımda da selâmet benim üzerimdedir. Zîrâ o günde zarar göreceklerden değilim.”

“Tefsîr-i Hâzin”de bildirildiğine göre; “Hz. Îsâ’nın herkesi hayrette bırakan bu konuşma­sında, çok çeşitli hikmetler vardır, Îsâ aleyhisselâm, evvelâ Allahü teâlânın kulu olduğunu beyân etti ki, kendini mâbûd edinmesinler.

Bu sözleriyle annesinin herhangi bir günah işlemediğini, onun temiz ve muhafaza edilmiş olduğunu da çok güzel bir şekilde îzâh ve isbât etmiş oldu. Çünkü gayr-i meşru bir çocuktan, böyle harikulade bir hâl zuhur edemeyeceği herkesçe çok iyi bilinir.

Hz. Îsâ, bu sözlerinde yahudilerin  iftira atmaktan vazgeçmeleri için, ileride peygam­ber olacağını, namaz ve zekâtla emrolunacağını, kendisine, Hak teâlâ tarafından kitap verileceğini haber verdi.”

Ebüssü’ûd hazretlerinin beyânına göre; Hz. Îsâ, o sözlerinde, doğumunda, vefatında ve kabrinden kalktığında selâmı kendine tah­sis etti. Böyle yapmakla, kendisine ve valide­sine düşmanlık edenlere lanette bulunula­cağını işaret etmiştir. Çünkü selâmın zıddı lanettir. Selâmı kendine has kılarak söy­lemek, düşmanlarına lanetin geleceğini îcâb ettirmektedir.

Hz. Meryem’in, kucağında oğlu ile kavmi­nin yanına gelmesinden sonra onların sözle­rine karşı, Hz. Meryem’in kundaktaki Hz. Îsâ’yı işaret etmesi ve bundan sonraki durum hak­kında Meryem sûresinin 29-34. âyet-i kerîme­lerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Meryem onlara cevap için, Îsâ’yı (aleyhisselâm) gösterince, onlar; “(Böyle çirkin bir fiili işlediğinden başka bir de bize sihir mi yapacaksın.) Henüz beşikte bulunan bir çocuk ile biz nasıl konuşabiliriz” dediler.

(Îsâ aleyhisselâm onların sözlerini duyunca, fasîh bir lÎsân ile) şöyle söyledi: “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O bana kitap verip, beni pey­gamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübarek kıldı. (Beni, insanlara hayrı öğreten ve onlara çok faydalı bir kimse yaptı, baras hastalığını ve körleri iyi etmemi nasîb etti) ve hayatta olduğum müddetçe, namaz kılmamı ve zekât vermemi emr etti. Beni anneme hürmetkar kıldı. (Ona ihsan, iyilik etmemi emretti.) Ve beni, kibirli,, mahlûkları inciten, zorba, isyankâr ve bedbaht bir kimse yapmadı.

Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılaca­ğım günde selâm (selâmet) benin üzerimedir.”

İşte, hakkında (yahudilerle hıristiyanların) ihtilâf edip durdukları, (kimisinin; “O Allah’dır”, kimisinin; “O Allah’ın oğludur” dediği, kimisinin de; “O sihirbazdır” dedikleri) Îsâ (aleyhisselâm, Allahü teâlânın oğlu değil) Meryem’in oğludur. Ona dâir hak kelâmı işte budur.”

Âyet-i kerîmede bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın söylediği ilk sözler bunlardır.

Konuşmaya   başlarken, ilk sözünün; “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum” olması, Rabbinin kulu olduğunu îtirâf ve ikrardır ve ayrıca, Rabbinin Allahü teâlâ olduğunu beyândır. Böylece zâlimlerin dediği, Îsâ Allah’ın oğludur sözünü, cenâb-ı Allah’dan uzak tutmuştur. Kendisinin Allah’ın kulu, resulü olacağını haber vermiş ve Allahü teâlânın kulcağızı olan bir hanımın oğlu oldu­ğunu söylemiştir. Sonra câhillerin, annesi için söyledikleri sözlerden onun uzak ve temiz olduğunu söyleyip, iftiralarını yüzlerine çarpa­rak; “Bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır” demiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onların zannettikleri gibi gayr-i meşru kimse­lere peygamberlik vermez. Nitekim Allahü teâlâ Nîsâ sûresinin 156. âyetinde meâlen; “Yahudiler Îsâ’yı (aleyhisselâm) inkâr ve Meryem’e zina isnadı ile büyük iftirada bulundular” buyurdu. Zîrâ yahudilerden bir taife, o zaman, hazret-i Meryem için, zina edip, ondan hâmile kaldı demişlerdi. Bunun için Allahü teâlâ, Hz. Meryem’in, böyle çirkin bir fiilden uzak olduğunu bildirip, ondan “Sıddîka”, yâni çok doğru, temiz ve dürüst kelimesi ve sıfatı ile bahsetti. Oğlunu peygam­ber, hem de resul, hattâ, ülü’l-azm denen altı büyük peygamberden biri eyledi. Bunun için Hz. Îsâ bu ilk konuşmasında; “Her nerede olsam beni mübarek kıldı*’ dedi. Zîrâ nerede insanları Allahü teâlâya ibâdete çağırsa, Allahü teâlânın bir olduğunu, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığını söyler, O’nu nok­sanlık ve ayıbdan, çocuk ve eş edinmekten tenzih eder; “O çok yüce ve mukaddes Rabdır” derdi.

“Beni anneme hürmetkar kıldı ve beni kibirli, mahlûkları inciten zorba, isyankâr ve bedbaht bir kimse yapmadı’* dedi. Yâni, ana hakkına çok riayet­kar eyledi. Sert ve şiddetli eylemedi. Bunun içindir ki, Allahü teâlânın emrine ve O’na itaate ters düşen bir şeyin benden meydana gelme­sinden muhafaza eyledi.

“Tefsîr-i Kebîr” ve “Rûh-ul-beyân” tefsîrlerinde bu âyet-i kerîmelerin tefsirinde buyruldu ki:

Bu âyet-i kerîmelerde bildirildiğine göre, Hz. Îsâ, beşikteki bu ilk konuşmasında, Allahü teâlânın, kendisine ihsan buyurduğu bâzı hususiyetleri zikrettikten sonra; “Hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti” dedi. (Namaz, azîz ve hamîd olan Allahü teâlâya karşı, gerçek kulluk vazifesidir. Zekât da, Allah’ın kullarına iyilik ve ihsanda bulunmaktır. Bu iki vazife, kalbleri kötü ahlâk ve huylardan, malı ise kir ve pislikten temizler.) .

“Beydâvî tefsîri”nde; “Zekât vermemi emretti” kısmı; “Eğer mala mâlik isem onun zekâtını vermeyi yahut, nefsi kötülüklerinden temizlemeyi emretti” diye tefsir edilmiştir

Îsâ aleyhisselâmın zekât ile emrolunması, onun zengin olduğunu göstermez. Nitekim kaynaklarda, Hz. Îsâ’nın fevkalâde zühd sahibi olduğu, hattâ kalmak için belli bir evinin bile bulunmadığı bildirilmektedir. O hâlde bu emir, Ümmetinin zenginlerinedir. Çünkü, ilâhî kitaplardaki hükümlerin hepsi, peygamberlerin kendilerine hitaben bildirilmiştir. Böylece onlar için ümmetlerini, emirlere uyup, yasak­lardan sakındırmaya teşvik vardır.

Nitekim “Tefsîr-i Mazhari’de bu âyet-i kerî­menin tefsirinde Hz. Îsâ’nın sözü; “Rabbim bana, size namaz ve zekâtı tavsiye etmemi emir buyurdu” şeklinde îzâh edilmiştir.

Hz. Îsâ’nın kundakta iken konuşmasına hayret eden İsrâifoğulları, dillerini yutmuş gibi oldular. Hiç bir şey söyleyemediler. Buna rağ­men daha sonra, dedikodu yapmaktan, çeşit çeşit iftiralarda bulanmaktan da geri kalmadılar.

Hak teâlânın emri, dilemesi ve takdiri ile Hz. Meryem’in, Hz. Îsâ’ya hâmile olduktan sonra, hamilelik müddetinin ne kadar sürdüğü ve doğumdan ne kadar zaman sonra kavmi ile karşılaştığı hususunda muhtelif rivayetler var­dır Ekseri rivayetlere göre, hamilelik müddeti diğer insanlarda olduğu gibi dokuz ay on gün sürmüştür. Kavmi ile görüşmesi ise doğum­dan kırk gün geçip, nifasdan temizlendikten sonradır.

Hz. Îsâ’nın babasız olarak dünyâya gel­mesi, Hz. Âdem’e benzetilmekte, bu hususta Âl-i İmrân sûresinin 59. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır “Muhakkak ki, Îsâ’nın (aleyhisselâm babasız olarak dünyâya geliş) hâli, Allahü teâlâ katında Adem’in (aleyhisselâm babasız ve anasız olarak yaratılması) hâli gibidir. Hak teâlâ Âdem’i (aleyhisselâm) topraktan yaratıp sonra ona, “O/” dedi. O da, derhâl (beşer, insan) oluverdi.

Noel: Bizans İmparatoru Büyük Konstantin’in, Hıristiyanlık dînine karıştırdığı ve Îsâ aleyhisselâmın doğduğu gece oldu­ğunu iddia edip, bayram îlân ettiği geceye Noel gecesi adı verilmiştir. Milâdi senenin Ocak ayının birinci günüdür. Bu günü esas alarak hazırlanan takvime de “Milâdî Takvim” denir.

Büyük Konstantin, putperest iken, milâdın 313. senesinde, hıristiyanlığı kabul etmiş ve İstanbul şehrini büyültüp îmâr etmiş ve “Konstantiniyye” ismini vermişti. Bütün İncîllerin birleştirilmesi için bir konsil toplamış, konsilde mevcud İncîlleri dörde indirtmiş ve noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabul etmiş, böylece yeni bir Hıristiyanlık dîni kurulmuştu.

Dünyânın güneş etrafında dönmesi esna­sında, 1 Ocak târihinin hiç bir hususiyeti yok­tur. Bu târihin sene başı olması için de hiç bir kozmografik mâhiyet bulunmamaktadır.

Kudüs civarında dünyâya gelen Hz. Îsâ’nın doğum târihi hakkında, o zamanın edip ve münevverlerinin eserlerinde hiç bir bilgiye rastlanmamaktadır. En küçük vak’aları bile yazan Roma tarihçilerinin, Hz. Îsâ gibi büyük bir peygamber hakkında derin bir sükunet, göstermesi ayrıca dikkate şayandır. Yunanca, İbrânîce eser yazanlar da, aynı lâkaydlık, ilgi­sizlik içindedirler.

Hıristiyanların mukaddes kitabı bu günkü İncîl, bir tane değildir, Bütün İncîllerde hazret-i Îsâ’nın doğum günü ile ilgili olarak en küçük bir bilgi yoktur. Doğduğu sene hakkında da kapalı, tahminler yapılacak malûmatlar vardır. İncîl’in birinde, hazret-i Îsâ’nın yahudi kralının zamanında doğduğunu yazıyor Roma kaynak­ları ise, bu kralın mîlâddan önce öldüğünü bildiriyor. İki İncîl’de ise hiç bir kayıt yoktur.

Milâdî târih, altıncı yüzyıla kadar hiç kulla­nılmadı. Mîlâddan sonra 525 târihinde Denys adında bir rahip, milâdî târihi kullandı. Tarihçi­ler uzun müddet ya Roma’nın kuruluşunu, yahut dünyânın kuruluşu olarak Tevrat’ta tah­min edilen mebdei, başlangıç yaptılar. Onsekizinci asra kadar eser yazanlar böyle hareket ettiler. Sorbon profesörlerinden Gungnebert, Hz. Îsâ’nın milâdî târihinden on beş sene önce veya sonra doğduğu isbât edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince, doğduğu gün elbette hesaplanamaz.

Eflâtün’un, Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşadığı “Burhân-ı kâtı’ ” ve başka bâzı kay­naklarda belirtilmektedir. Avrupa kitaplarında ise Eflâtun’un, mîlâddan yâni Îsâ’nın (a.s.) dünyâya gelmesinden 347 sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen Eflâtun’un, dersleri meşhur olduğundan ölüm zamanına inanılır. Ancak Îsâ aleyhisselâm gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldığın­dan ve kendisine çok az kimsenin îmân edip, senelerce gizli yaşadıklarından, mîlâd yani noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Milâ­dın, birinci Kânun (Aralık) ayının 25’inde veya ikinci Kânun (Ocak) ayının 6. veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bu günkü mîlâdî senenin beş sene az olduğu, çeşitli dillerdeki kitap­larda, meselâ Hasîb Bey’in 1333 (m. 1915) baskılı Kozmografya kitabında ve “Takvîm-i Ebüzziyâ”da yazılıdır.

O hâlde, mîlâdî sene, müslümanlann senesi olan hicrî sene gibi doğru ve kati olma­yıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim İmâm-ı Rabbani ve Burhân-ı Kâtı’ın bildirdiklerine göre, bilinen mîlâdî sene, üç yüz seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir.

Îsâ aleyhisselâmın doğum günü belli olma­yınca, noelin mânâsı efsâneden öteye gidememektedir. İslâmiyet’te, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Meselâ, Martın yirminci Nevruz günü ve Mayıs’ın altıncı Hıdırellez günü ve Eylül’ün yirminci Mihrican günü, bâzı yerlerde mübarek sanılır. Bu günlerin, müslümanlarla bir ilgisi yoktur ve müslümanlıkta değerli sayılmaz. Noel günü ve gecesinin ise dînimizde yeri hiç yoktur.

İslâmiyet, müslümanların, îmânlarında ve ibâdetlerinde müslüman olmayanlara benzemelerini, onları taklid etmelerini ve onların din­lerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmayı ve kullanmayı yasak etmiştir. islâm dîninde, kâfirlerden her kavmin, her memleke­tin âdet olarak yaptıkları ve kullandıkları şey­lerden, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kullanmak hiç günah değil­dir. Pantolon, gömlek ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçakla dilimlere ayırmak, çeşitli eşya ve âletleri, binek vâsıtalarını kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup, İslâmiyet bunlara izin vermiştir. Bunları kullanmak, İslâmiyet’in yasak etmediği, günah saymadığı hususlardır.

Hinduların bayram günlerine ve ateşe tapanların kutsal günlerine ve hıristiyanlann noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hür­met etmek ve o zamanlarda, onlann âdetlerini, onlar gibi yapmak, bu günleri müslüman bay­ramı zannederek, onlar gibi birbirine hediye göndermek, eşyalarını ve sofralarını, onların yaptığı gibi süslemek, o geceleri başka gecelerden ayırd etmek büyük günah olur. “Bezzaziye” fetvasında diyor ki: “Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip onların yaptıklarını yapmak küfürdür. O gün, bayram yapan müslümanın îmânı gider de haberi olmaz,” Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortula­rında, onlar gibi bayram yapanın da imansız olduğu bu fetvadan anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, sûre-i Yûsuf’da meâlen buyuruyor ki: “Biz Allahü teâlanın varlığına, birli­ğine, her şeyi yaratan O olduğuna inan­dık, müslüman olduk diyenlerin çoğu; başkalarına ibâdet ve itaat ederek ve daha bir çok hareketleri ve sözleri ile müşrik oluyorlar.”

Din düşmanları, müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslü­man âdeti, müslümanlann mübarek günü diyerek bunların, islâmiyet’in kabul etmediği bozuk inançlar olduğunu örtmeye uğraşıyor­lar Büyük Konstantin’in Hıristiyanlık dînine karıştırdığı noel gecesini ve Cemşid’in ortaya çıkardığı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram olarak tanıtıyorlar. Müslümanların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Genç ve saf müslümanlann bunlara aldanmaması ge­rekir. Meşhur olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennem’den kurtulamayacaktır. Allahü teâlâ, bu gün, dînini dünyânın her tara­fına duyurmuş, îmânı, helâli, haramı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmıştır. Bunları, lüzumu kadar öğrenmek farzdır, öğrenmeyip câhil kalan, farzı terk etmiş olur. öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet ver­meyen imansız olur.

Muharrem ayının birinci gecesi, müslü­manlann kamerî yılbaşı gecesidir. Müslüman­ların Şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının 20. gecesidir. Muharrem ayı, İslâm kamerî yılının birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü, müslümanların yeni yılının, yâni hicrî yılın birinci günüdür. Kâfirler, kendi yılbaşıları olan Ocak ayının birinci gecesinde, noel baba yapıyorlar. Güya hrristiyan dîninin emrettiği küfürleri işliyorlar. Bu gecede tapını­yorlar. Müslümanlar da kendi yılbaşı gecele­rinde ve günlerinde birbirlerini ziyaret eder, hediye verir ve müsâfeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşirler. Yılbaşını mecmua ve gazete­lerle kutlarlar. Yeni yılın, birbirlerine ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için dua ederler. Büyükleri, akrabayı, âlimleri ziya­ret edip dualarını alırlar. O gün, bayrammış gibi temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler.