İSLÂMİYET - kainatingunesi.com

İSLÂMİYET

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, “İslâmiyet baştanbaşa mes’ûliyet ve mükellefiyettir. Ondan kaçamayız.” buyurdular.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Abdülazîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Müslümanların İngiliz idâresine karşı direnmelerinde büyük rol oynadı. Ona; “İslâm âleminde görülen kötülüklerin başlıca sebebi ne­dir?” denildiğinde; “İslâm âleminde görülen kötülüklerin başlıca sebebi müslümanların İslâmiyetten uzaklaşmalarıdır.” Kurtuluşun nerede olduğu soruldukta; “İslâma uymak, bid’atleri terketmekte.” buyurdu.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîle­rinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki; Hak’ tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.

Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgi­lerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Hakk’ı sev­medikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.

Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır.

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) buyurdular ki: “Ben öyle bir zamâna yetiştim ki, o vakit İs­lâm, başlangıcındaki gibi garib oldu. Hak söz de garib oldu. Bir âlim öz­lenip yanına gidildiği zaman, o, hürmeti seven, başkan olma arzusu ile dolup taşan, gönlünü dünyâya kaptırmış olarak görülür oldu. Âbid (çok ibâdet eden) birisine gidildiği zaman, ibâdet bilgilerini bilmeyen, büyük düşman şeytan tarafından mağlub edilmiş birisi olarak bulunur oldu. Di­ğer insan- ların durumu zâten mâlûmdur. Evet, insanlar dünyâlarına mağlûb olmuş- lar, arzu ve isteklerine uymuşlar, kendilerini beğenir du­ruma düşmüşler, dünyâlıkları için cimri, dinleri için çok tâvizkâr ve mü­samahakâr olmuşlar, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte gev­şeklik göstermişlerdir. Başlarına gelen musîbetlerden dolayı, kazâyı zemme (kötülemeye) kal- kışmışlar, şehvetlerine dalarak, dünyâda huzur­suz olmuşlar, kalpleri taş gibi katılaşmış. Niçin yaratıldıklarını unutmuş­lardır. Halbuki, bu dünyâya Allahü teâlâya kulluk için geldiler. Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Evet, in- sanlar Allahü teâlâya tevekkülü, Allahü teâlâya güvenip dayanmayı da bırakmışlar. Altın ve gümüş peşine düşmüşler. Onlar meclislerde toplan- tılarda, süslü sözlerle konuşmaya çalışırlar. Gadap (hiddet) zamânı kibirli bir edâ ile bağırıp, çağırırlar.

Şimdi, kendi zamânınıza bakın. İnsanlar nasıl? Ey basîret sâhipleri! İbret alınız. Ey Allahü teâlâya îmân eden akıl sâhipleri! Allahü teâlâya şükür vazifesini yapmayıp, arzu ve isteklerini tercih edenler, mes’ûl ola­caklar, kıyâmet gününde mâzeret beyan edemeyeceklerdir. Allahü teâ- lâdan gelen nîmetleri çok görünüz; “Yâ Rabbi bol bol verdin.” deyiniz ki şükür etmeniz mümkün olsun. Nefsinize fırsat vermemek, affa kavuş­mak için, yaptığınız ibâdet ve tâatı az görünüz. İhlâslı amel yapabilmek için gafletten çok sakınıp, uyanık olunuz.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki: “İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya ka­vuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerin­den sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Ankaravî İsmâil Rusûhî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hak ve hakîkat yolunda bulunmak gerektiğini şöyle anlatır: “Resûlullah efendimizden Abdullah bin Mes’ûd hazretleri şöyle naklediyor: “Resûlullah efendimiz bize, doğru bir çizgi çizdi ve; “Bu, Allahü teâlânın yoludur.” buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solun- dan çıkan çizgiler çizip; “Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır.” buyurdu ve; “Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırka­lara bö- lünmeyiniz.” meâlindeki En’âm sûresi 53. âyet-i kerîmeyi okudu­lar.”

Resûlullah efendimizin yolu tevhîd, birlik ve muhabbet yoludur. Onun için birçok âlim ve evliyâullah; “İnsanı doğru yoldan ayıran, sapıklığa götüren yollardan çok sakınınız. Biliniz ki, orta yol daha hayırlıdır.” de­mişlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de bu konuda; “Herkes gücü yettiği kadar, hak yoldan ayrılmadan çok sakınıp, sırât-ı müstekîm üzere olma­lıdır.” buyurmuştur. Fahreddîn-i Râzî de sırât-ı müstekîmi tefsîr ederken buyuruyor ki: “Allahü teâlâ niçin sırât-ı müstekîm buyurdu da sebîl-i müstekîm buyurmadı. Çünkü sırât lafzı, Cehennem’deki sırâtla ilgilidir. Öyle ki, insan bu dünyâda olan sırâtta, korku ve ümid üzere bulunmalı­dır.” Bir kısım müfessirler de “Sırât ikidir; biri dünyevî, dünyâ ile, diğeri uhrevî, âhiretle ilgilidir. Dünyâda olan sırât; Allahü teâlânın Kur’ân-ı ke­rîminde ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinde buyurduklarını Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîr ederek bildirdiği doğru yoldur. Uhrevî, âhiretle ilgili sırât ise, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi bütün insanların üzerine sevk edildiği, Cehennem üzerine kurulan kıldan ince, kılıçtan keskin, köprüdür. Abdullah bin Mes’ûd’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “Cehennem üzerine kıldan ince kı­lıçtan keskin olan sırât köprüsü kurulur. Bu köprüden, bir kısım insanlar şimşek gibi, bâzısı fırtına gibi geçer. Bir grup insan da kuş uçar gibi, bir fırka atlı gibi, bir zümre piyâde gibi geçer. Bir cemâat da, ateş onların yüzlerini yalar.”

Anadolu’da yetişen evliyâdan Behrullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine buyururdu ki: “Dînin emir ve yasaklarını bilmezseniz, bu yolda hiç mesâfe katedemezsiniz.”

Osmanlı Devletinin ilk vezir ve kâdılarından Candarlı Kara Halil Hayreddîn Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve meşhûr velîdir.

Murâd Han döneminde yeniçeri ocağının kuruluşuna ilk adım olmak üzere târihlerde şu vak’a anlatılmaktadır: “Sultan Murâd Gâzi, Edirne’de tahta geçüp oturdu. Bir gün Kara Rüstem derlerdi, Karaman vilâyetinden bir dânişmend geldi. Kara Halil Hayreddîn Paşa ol vakitde kâdıasker idi. Kara Rüstem; Efendi! Bunca sultanlık malı niçün zâyi edersiniz, deyince, Kâdıasker; nice mal zâyi etmişiz, diye sordu. Kara Rüstem, bu gâziler ki gazâlarda esir çıkarırlar, cenâb-ı Hakk’ın emriyle beşde biri hünkârındır, dedi. Çandarlı Halil Hayreddîn bunu hemen Murâd Hana nakletti. Sultan: Mâdemki Allahü teâlânın emr-i şerîfidir şimden sonra alın, dedi… Bun­dan sonra Gâzi Evrenuz ve Lala Şâhin’e ısmarladılar ki akınlarda çıkan esirden beş başda birin pâdişâh için alalar. Bu usûl üzere hayli oğlanlar toplayıp Murâd Gâziye getürdüler. Halil Hayreddîn Paşa; bunları Türk’e verelüm hem müslüman olsunlar, dedi. Kabul edilip bunlar evvelen Türk köylüsünün yanına verildiler. Hem Türkçe öğrenip ve hem de müslüman oldular. Ondan sonra saray kapısına girüp, ak börk giydirip adını yeniçeri koydular.”

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) az konuşurdu. Halleri ve hareketleri ile İslâmi­yet’in hükümlerini gösterirdi. Bir gün huzûrunda bir tânesi; “Falan kişi si­gara içiyor, haram işliyor.” diye konuştu. Hilmi Efendi sigara içmek âdeti olmadığı hâlde bu sözü işitince yanındaki birisine; “Evlâdım bana bir si­gara sarıver.” dedi. Sonra o sigarayı yaktırıp içti. Böylece sigaranın ha­râm olmadığını fiilen herkese göstermiş oldu. Ayrıca böyle yerli yersiz konuşanlara, herhangi bir mesele hakkında kafasından hüküm veren­lere; “İslâmiyet ilimsiz olmaz. Biz kırk sene şer’î ve tasavvufî ilimlere ça­lıştık.” derdi.

Buyurdular ki: Hadîs-i şerîfte; “Eğer bir kimse Allahü teâlâdan kor­karsa, herkes ondan korkar. Eğer Allahü teâlâdan korkmaz ise kendi herkesten korkar.” buyrulmuştur.

Bu sebeple eğer bir kimseyi bilmek istersen kendisine sorma, yakın­larına bak. Eğer onun yakınları şerli ise araştırmaya lüzûm yoktur. He­men ondan kaç. Eğer yakınları hayırlı ise ona yaklaş. Meselâ bir âlim et­rafında toplanan talebelere ve bir şeyh etrafında toplanan dervişlere bakmalı, eğer bunların işlerinde İslâmiyet’e zıt hâller görülürse onların reisleri de gerek âlim, gerek şeyh, hiç şüphe yoktur ki, dünyâ ehlidir. Eğer halleri İslâmiyet’e tam uyuyorsa âhiret ehlidir.

Herkes neyi severse onun zikrini çok eder. Allah’ı seven Allah’ı, Resûlullah’ı sallallahü aleyhi ve sellem seven O’nu, evliyâyı seven evli­yâyı çok zikreder, anar. Yâni hiç hatırından çıkarmaz. Nitekim çocukla­rını, hanımını, tarlasını, bağını, bahçesini, parasını seven bunları hiç gönlünden çıkarmadığı gibi. Herkes kalbini yoklarsa kimi çok sevdiğini anlar. Herkes sevdiği ne emrettiyse onu cânı gibi yerine getirir. Bâzısını yapar, bâzısını yapmazsa sevgisi az, hiç tutmazsa sevmediği anlaşılır.

Bir kimse cümle evliyâya hüsn-i zan etse de içlerinden birine etmese Allah katında hiç birine hüsn-i zan etmemiş olur.

Nişâbur’da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde buyurdular ki: “Bir kimse, İs- lâmiyetin emirlerine uyup uymadığını anlamak istiyorsa, bu emir ve ya- sakları nefsine tatbik etsin. Eğer emirleri yapmakta ve yasaklardan sa- kınmakta bir isteksizlik, gevşeklik yoksa, bilsin ki İslâmiyete uymakta­dır.”

Evliyânın büyüklerinden Ebü’l-Abbâs Seyyârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimse, hayâtında İslâmiyete uymakta ne kadar hassas dikkatli ve ince davranır, İslâmiyete uygun olmayan bir iş yap­mamak için ne kadar gayret ederse, âhirette, Sırat köprüsünden geçer­ken, Sırat köprüsü ona, dünyâda İslâmiyete uymak için olan gayreti nisbetinde geniş, ferah ve rahat olur. Yine bir kimse, dünyâda emirlere uymakta gâyet gevşek ve geniş davranır, İslâmiyete tam uymak için ça­lışanlara; “O kadar da çok inceleme.” derse, âhirette Sırat köprüsünden geçerken, Sırat köprüsü o kimse için, dünyâda İslâmiyete uymaktaki gevşekliği nisbetinde daralır.” buyurdu.

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İslâmiyetin, müslümanlığın aslı şu iki şeydir: Allahü teâlânın yapmış olduğu iyilik ve ihsânı görmek (ona göre şükretmek), di­ğeri ise hicrân, yâni âhirette çok fecî ve acıklı bir hâle düşmek korkusu.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Harputlu İshak Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zamanında Hıristiyanların; “İslâmiyet kılıç zo­ruyla ya- yıldı ve kabûl ettirildi.” iddiâlarını değişik delillerle çürüten; Harputlu İshak Efendi “Saldırmakla, öldürmekle bu yüce din yayılmadı. Bu devletleri a- yakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet; îmân, adâ­let, doğruluk ve fedâkarlık kudretiydi. Ruslar, yüz yıldan beri istilâ ettikleri Kazan, Özbe- kistan, Kırım, Dağıstan ve Türkistan’da bulunan müslümanların küçük çocuklarından, en ihtiyarına kadar her ferd için se­nede birer altın almışlardır. Ayrıca askerlik yapmak, mekteplerde Türkçe konuşturmayıp, zorla Rusça öğretmek gibi çeşitli işkence ve zorlamalara rağmen bu kadar senedir Rusya’daki müslümanlardan kaç kişi hıristiyan olmuştur.” buyurdular.

Yine protestanların; “Oruç tutmak gibi ağır bir yükü, insanlara yükle­mek yerine, insanın yalnız bozuk, kötü niyetlerden ve bâtıl düşünceler­den kendini uzaklaştırmasını herkese tavsiye ederiz.” sözlerine ise; “Al­lah tarafından gönderilen hak dînin ahkâmını insanlar değiştiremezler. Oruç, yalnız aç ve susuz kalmaktan ibâret değildir. Orucun bâtınî birçok hikmet ve faydaları vardır. İlâhî esaslar üzerine binâ edilmiş olan bir farzı papazların ve hiçbir kimsenin tahrif etmeye, değiştirmeye selâhiyeti yok- tur. Oruç zâhirî ve lüzumsuz amel değildir.”

Muînüddîn-i Çeştî’nin talebelerinin büyüklerinden Hamîdüddîn Nâ- gûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Din nedir?” diye soruldu- ğunda; “Bidayettekilerin dîni, kaçmak ve yapışmaktır. Günahlardan kaç- mak, tâate, iyiliklere yapışmaktır. Ortadakilerin dîni, kesilmek ve rahat- lamaktır. Dünyâdan kesilmek, âhiretle rahatlamaktır. Sâbıkların dîni, te- berrî ve tevellîdir. Allah’tan gayri her şeyden teberrî, yâni uzak durmak ve Allahü teâlâ ile tevellîdir, yâni Allahü teâlâyı sevmektir. En’âm sûresi 91. âye­tinde meâlen; “Sen, Allah de, onları bâtıl dedikodularında bırak, oynayadursunlar” buyruldu.” cevâbını verdi.

Osmanlı evliyâ ve âlimlerinin büyüklerinden Hızır Çelebi (rahmetul-lahi teâlâ aleyh) zamanında İstanbul’un fethinden önce Fâtih Sultan Mehmed Han hazretleri bir gün tebdîl-i kıyâfetle Edirne bedeste­ninde do- laşırken başından geçen hâdise meşhûrdur. Fâtih Sultan Mehmed Han, bir sabah vakti, tebdîl-i kıyâfetle alış-verişe çıktı. Yanında halk kıyâfetin- deki vezirinden başka kimse yoktu. Girdiği dükkandan iki okka yağ istedi. Onu aldıktan sonra, beş okka da bal vermesini söyledi. Dükkan sâhibi; “Efendim, ben siftahımı yaptım, balı da komşudan alın, o da siftah etsin.” dedi. Öbür dükkana gittiler. Oradan da ikinci bir şey ala­madılar. Böyle kaç dükkânı dolaştılar, hiçbirinden ikinci bir şey alamadı­lar. Hızır Bey, komşunun değil hakkına, komşuya karşı ihsâna bu kadar riâyetkâr olan böyle bir milletin kâdısı idi.

Hızır Bey, İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olarak vazifeye başla­dıktan bir müddet sonra, bir hıristiyan mîmâr geldi. Hızır Beyi buldu. Kâdı efendiye hâlini arzedip, pâdişâh Fâtih Sultan Mehmed Hândan şikâyetçi olduğunu söyledi. O zamanlar, Avrupa ülkelerinde değil kralı mahke­meye vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın kendi hayâtından olması demekti. O günlerde, İspanya’da hıristiyanlar, binlerce müslüma- nı; kadın, ihtiyar, çocuk demeden kılıçtan geçirmekteydi. Bir hıristiyan ise, bir müslüman devletinde, o devletin kâdısına, devletin pâ­dişâhını şikâyet edebilme hakkını kendisinde bulabiliyordu.

Hızır Bey, hıristiyan mîmârı dinledi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu­günkü Ayasofya Câmiinden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî husûsiyetlere sâhip bir câmi yaptırmak istemiş ve o hıristiyan mîmâr da bu işe tâlib olmuştu. Ama bir hıristiyan olarak, müslümanların, meşhûr Ayasofya kilisesinden daha üstün husûsiyetleri hâiz bir esere sâhib ol­malarına gönlü râzı olmamıştı. Bu gâyesini gerçekleştirebilmek için de, böyle bir câmiyi kendisinin yapabileceğini söyleyerek işe tâlib oldu. Câ­minin inşâatı başladı. Mısır’dan binbir zahmetle getirilmiş sütunların yük­sekliklerini kısa tutmuş, dolayısıyle kubbenin yüksekliği de Ayasofya’dan alçak olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın ziyârete giden Fâtih Sultan Mehmed Hân, sütunların kasıtlı olarak küçültülüp, meşhûr Ayasofya’dan daha üstün bir binânın yapılmaması gayreti güdüldüğünü anladı. Bu hâle çok hiddetlendi. Hıristiyan mîmârın cezâlandırılmasını emretti. Emir ye­rine getirildi. Eli kesildi. Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen mer­mer sütunlar, hıristiyan gayreti ile kısaltılmış, Sultanın emri ve iyi ni­yeti ayaklar altına alınmıştı. Üstelik devletin kânun ve nizâmına uymak karşı­lığında zımmîlik hakkı bahşedilmiş olmasına rağmen, böyle bir yola te­vessül etmişti. Bir mîmâr için el, her şeyden daha fazla lüzumluydu. Ama mâlesef, düşünmeden işlediği bir suça diyet olmuş, elsiz kalmıştı. İki ço­cuğu bir hanımı vardı. Müslümanların hâlini, Osmanlıların adâletini bi­lenler; “Bu işte bir acelelik var, müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulur­lar, hele onların âdil kâdıları, pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz ce­zâ­sını verirler.” dediler. Hıristiyan mîmâr pek inanmadıysa da, ısrârlar kar­şısında dayanamayıp kâdıya gitmeye karar verdi. İşte onun için, Hızır Beyin huzûrunda bulunmaktaydı. Bütün bunları, âdil Osmanlı’nın âdil kâdısına tek tek anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, meseleye vâkıf oldu. Şâhidlerle berâber, Fâtih Sultan Mehmed Hânı, imparatorların, kralların, beylerin taht ve mülkleri, iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlı olan Osmanlı pâdişâhını mahkemeye dâvet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkîl edildi. O sırada, Fâtih Sultan Mehmed Hân da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmâr ayakta duruyor, ürkek ürkek etrâfını seyrediyordu. Böyle bir mahkemeyi ilk defâ görüyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mübahtı. Köhne Bizans, zayıf olan herkesin ezildiği, güç­süzün elinden ekmeğini kapanın kahraman olduğu, mahkemelerin değil suçluya cezâ vermek, zulüm gören mâsûmu cezâlandırdığı bir yerdi. Böyle bir toplumdan gelen bir kimse, Osmanlının âdil idâresini hayâl bile edemezdi. İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân, mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yere oturmak arzusuyla o ta­rafa doğru yöneldi. Pâdişâhın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey, hiç çekin­meden; “Oturma begüm!.. Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme huzû­runda ayakta dur!” dedi. Sultan, sözü ikiletmeden söylenilen yere geçti. Mahkemenin pâdişâhı Hızır Beydi. Çünkü Hızır Beyin şahsında, İslâmi- yetin âdil hükümleri karşısında bulunmaktaydı. Hızır Bey; “Sen, Murâd oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?” deyip söze baş­ladı. Mah- keme neticesinde; “Sen, Murâd oğlu Mehmed! Mahkeme edil­meden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gi- bi kesilecek! Eğer zımmîyi râzı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve ço- luk-çocuğunun maîşetini temin etmek karşılığında elini kesil­mekten kur- tarabilirsin!” dedi. Herkesle birlikte Pâdişâh da tam bir sükû­net içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mîmâr, bu ulvî karar karşısında daha fazla da- yanamadı. Ağlayarak Pâdişâhın ellerine kapandı. Ölün­ceye kadar maî- şetini temin etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adâletin, ancak hak bir dînin mensupları tarafından icrâ edilebileceği- ni düşünen hıristiyan mîmâr, âile efrâdı ile birlikte müslüman olmakla şe- reflendi. O da yüce İslâm dîninin yayılması için gayret eden kimseler arasına katıldı. Bu mahkemeden birkaç gün sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Kâdı Hızır Beyi ziyâret etti. Mahkeme esnâ­sında gösterdiği adâlete teşekkür edip; “Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir pâdişâh gibi mu- âmele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım.” dedi. Hızır Bey de, Pâdi- şâha mahkeme esnâsındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten son- ra; “Eğer pâdişâhlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelsey- din, seni bu arslanlara parçalattırırdım.” dedi ve paltosunun iki eteğini çekti. Bakanlar, Hızır Beyin eteği altındaki iki arslanın sert bakışlarını gördüler. “Böyle sultana, böyle kâdı.” demekten kendilerini alamadılar.

Hindistan’da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kâfirlere kıy­met vermek, müslümanlığı aşağılamak olur.

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan   Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Müslümanlık; yapmak, yaşamak, ahkâm-ı ilâhîyeyi yerine getirmek demektir.”

Tokat velîlerinden Mustafa Hâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inan­mak ve yapmaktır.