İSTİĞFÂR – TÖVBE - kainatingunesi.com

İSTİĞFÂR – TÖVBE

İslâmiyetin ilk asırlarında yetişen velîlerden Ali bin Abdullah bin Ab- bâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzun boylu, heybetli, güzel yüzlü bir zât idi. Sesi gür ve çok tesirliydi. Allahü teâlâdan af ve merhâmet husû­sunda Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini bildirdi: “Kim istiğfâra iyi sarılırsa, Allahü teâlâ, onu her türlü keder ve sıkıntıda bir ferahlık ve ra­hatlık, darlık zamânında ise, çıkış ihsân eder. Onu, kendisine yetecek şekilde rızıklandırır.”

Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir vâzında şöyle buyurdular ki: Günâhı çok yapı- yorsunuz. Halbuki istiğfârı çok yapmalısınız. Çünkü, insan âhirette, amel defterinde iki satır arasında istiğfâr görünce çok sevinir.”

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfâra devam etsin.”

Yine buyurdular ki: “Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kal- masını isterse, ona baktıkça, “Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah’ın dilediği olur, kuvvet O’nundur) desin!”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Ebü’l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık şöyle nasihat ederdi: “Çok istiğfâr ve Lâ hav- le velâ kuvvete illâ billah, okuyunuz. Kalpteki vesveselerden ve gü­nah- lardan uzaklaşmak için çok faydalıdır.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir yandan Allahü teâlânın emirleri- ne uymayıp, bir yandan da, “Estagfirullah, Estagfirullah” demek, istigfâr değildir. İstigfârın mânâsı; Allahü teâlânın emirlerine uymak, ya­sak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın rahmetine ve magfiretine yol aça- cak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyân gibi işleri yapmaktan sakınmalıdır.”

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rah-

metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir ümmet içerisinde, her gün, yirmi beş kişi Allahü teâlâya, yirmi beş defâ istiğfâr ederse (bağışlanma­larını dilerse), umûma âit azabla Allahü teâlâ, onları cezâlandırmaz.”

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) çok defâ şöyle derdi: “İstiğfâr etmekle kurtul­duk sanırız… Halbuki o istiğfârımız da, bir başka istiğfâra muhtaçtır.”

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî’ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri; birisi kendisine eziyet etse, hemen oracıkta oturur, çok üzülür ve; “Eğer Allahü teâlâya karşı bir günah işle­meseydim, Allahü teâlâ bunu başıma musallat etmezdi.” der, istigfâra başlar, cenâb-ı Hakka günahını bağışlaması için yalvarırdı.

Horasan’ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:

TÖVBE BİR HAZÎNEDİR

 

Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,

Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.

 

Tövbe etmek hakkında, buyurdu: “Ey insanlar,

Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.

 

Hak teâlâ buyurdu: “Tövbe edin hepiniz,

Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz.”

 

Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,

Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.

 

Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,

O, her bir nefesinde, her an girer günaha.

 

Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:

“Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır.”

 

Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,

Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.

 

İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,

Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.

 

Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,

Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.

 

Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,

Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.

 

Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,

Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.

 

İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:

Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.

 

İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,

Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.

 

Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,

Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.

.

Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,

Onun iyiliğine, her an duâ ederler.

 

Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,

İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.

 

İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,

Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.

 

İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,

Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.

 

Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,

Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.

 

İnsan her adımını, atarken bile hattâ,

“Günah işlerim” diye, titremeli âdetâ.

 

Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,

Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.

 

Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,

Korkmalı, titremeli, Cehennem’e düşmekten.

 

Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,

Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.

 

İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,

Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç

 

Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,

Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.

 

Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?

Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.

 

O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,

Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,

 

Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,

Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.

 

Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,

Ederler onun için, heran tövbe istiğfâr.”

Şam velîle­rinin büyüklerinden Berk (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retleri buyurdular ki:

 

İŞİ GECİKTİRMEYİN

 

Şam şehrinde yetişen, büyük bir evliyâdır,

Şaşılacak yüzlerce, kerâmetleri vardır.

 

Güzel ahlâk sâhibi, üstün bir velî idi,

Herkesçe sevilir ve çok hürmet edilirdi.

 

Bir gün Şam’ın kâdısı, binerek hayvanına,

Hayvanını durdurup, ona baktı bir zaman.

 

Zîrâ hazret-i Berk‘in, hâli çok mânidardı,

Bir elinde kalın ve büyük bir sopa vardı.

 

Bir hırka duruyordu, önünde hem o zaman,

O hırkaya şiddetle, vuruyordu durmadan.

 

Her vuruşta, hırkadan, kanlar fışkırıyordu,

Vurdukça çıkan kanlar, etrâfa sıçrıyordu.

 

Sanki harp ediyordu, düşmanla hazret-i Berk,

Kendinden geçiyordu, “Allah Allah” diyerek.

 

Hayretten dona kaldı, o an kâdı efendi,

O hal sona erince, yaklaşıp suâl etti.

 

Dedi ki: “Ey efendim, ne idi o hâliniz?

Hikmetini bana da, lütfen söyler misiniz?”

 

Buyurdu: “Kâfirlerle, müminlerden bir ordu,

Falan yerde tutuşmuş, çetin harp ediyordu.

 

Müminler zayıf idi, yardım ettim onlara,

Çok şükür müslümanlar, gâlip geldi küffâra.

 

Eğer yetişmeseydim, yardımına onların,

Hezîmeti olurdu, bu harp müslümanların.

 

Kâfirlerin halleri, çok fenâdır şu anda,

Ve küffâr kanlarıydı, o fışkıran kanlar da.”

 

Şam kâdısı duyunca, hazret-i Berk’ten bunu,

Anladı bu kimsenin, hâl ehli olduğunu.

 

O günün târihini, not etti bir kenara,

Müslümanlar dönünce, sordu bunu onlara.

 

Onlar da hâdiseyi, şöylece anlattılar,

Dediler: “Kuvvetliydi, kat be kat bizden onlar.

 

Mağlup oluyorduk ki, neredeyse küffâra,

Havada çok heybetli, bir zât gördük o ara.

 

Elindeki sopayla, düşmana vurdu, vurdu,

Vurdukça küffâr kanı, etrafa sıçrıyordu.

 

Onun yarıdmı ile, düşmana gâlip geldik,

Lâkin o zât kim idi, onu hiç bilemedik.”

 

Şam kâdısı dedi ki: “O, hazret-i Berk idi,

Size tâ Şam şehrinden, yardıma gelmiş idi.

 

Derdi ki: “Ey insanlar, sakın gaflet etmeyin,

Tövbe ve istiğfârı, bir an gecktirmeyin.

 

“Sonra tövbe ederim”, derseniz bu gün eğer,

Nasib olmayabilir, âni gelir eceller.

 

İşi, biraz sonraya, bırakmayın ki aslâ,

Böyle geciktirenler, pişmân olur pek fazla.

 

Zîrâ buyurmuştur ki, bir gün Nebiyy-i zîşân;

“Sonraya bırakanlar, elbette eder ziyân.”

 

Aklı olan, dünyâda, gelmeden henüz ecel,

Ölüm ve Âhirete, hazırlanır mükemmel.

 

Bilir ki dünya fânî, ebedîdir âhiret,

Esas âhiret için, gösterir fazla gayret.”

 

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Günâhlara tövbe etmeyi gecik­tirmek, Allahü teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır.”

Büyük velîlerden Ebû Câfer bin Sinan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Bir kimsenin işlediği günahlara tövbe etmemesi, o günahı işlemesinden daha kötüdür.”

Hindistan’da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Altı çeşit tövbe vardır: 1) Kalp ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ arasın­daki perdelerin kalkmasına yardım eder. 2) Dil ile tövbe: Kötü sözler söy- lemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur’ân-ı kerîm okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek ba­şına kalb ile tövbe, Allahü teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulak­lar, gözler eller ve nefs kalbin kölesidirler. Bu yüzden bunlar, dil ile yapı­lan tövbe ile kontrol edilebilirler. 3) Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusûrlarını görmemektir. 4) Kulak ile tövbe: Sûfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka birşey duymamalıdır. 5) Ayak ile tövbe: Ayakları haramlardan ve kötülüklere gitmekten korumaktır. 6) Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir. Bu tövbelerin dı­şında; tövbe-i hâl, tövbe-i mâzi ve tövbe-i müstakbel olmak üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl: Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve ileride işlememeye yemin etmektir. Tövbe-i mâzi: Geçmişte yapmış ol­duğu günahlar için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç gü­nah işlememek için Allahü teâlâya yalvarmaktır.”

Mısır velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Tövbe iki çeşittir. Biri avâmın tövbesi, biri de seçilmişlerin tövbesidir. Avâmın tövbesi günâhlardan tövbedir. Seçilmişlerin tövbesi gafletten tövbedir. Avâm ile havâssın, seçilmişlerin tövbelerinde fark var- dır. Avâm, günahlardan ve kötülüklerden tövbe eder. Havâs ise bun­ları zâten işlemez. Fakat onların tövbesi yanılmaktan, gaflete düşmekten ve yaptığı ibâdet ve tâatı sebebiyle kendini beğenme korkusundan töv­bedir.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri “Cehennem korkusu veya Cennet arzusu ile tövbe etmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, Bekara sûresi 222. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki Allahü teâlâ tövbe edenleri sever.” buyuruyor. Burada bil­dirilen sevgiye kavuşmak için, tövbe etmelidir.” buyurdular.

Yine buyurdular ki: “Hakîkî tövbe; tövbe, inâbe ve evbe olmak üzere üç kısımdır. Cehennem’de azâb görmek korkusu ile, günâha pişman ol­mak tövbedir. Cennet nîmetlerine kavuşmak ümidi ile günaha pişman olmak inâbedir. Bunlarla alâkalı olmaksızın, tövbe etmek, Allahü teâlânın emri olduğu için, emre uyarak günaha pişman olmak ise evbedir.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tövbe husûsunda; “Tövbe; pişmanlık ve günahı bırakmaktır.”

“Affa, mağfirete, müsâmahaya kavuşurum diyerek, günahlardan töv- be etmeyi terk etmek, o günahı işlemekten daha beterdir. Tövbe ve piş- manlıkta Allahü teâlânın hoşnûdluğu vardır.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlânın, Arşın altında sabâ isimli bir rüzgârı var­dır. Bu rüzgâr, seher vakti eser ve seher vakti gönülden tövbe ve istiğfâr edenlerin hallerini Allahü teâlâya götürür.”

“İstigfâr, tövbedir. Tövbe, şu altı şeyi ihtivâ eder: Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah işlemeyeceğine azmetmek. Kaçırdığı farzları ye­rine getirmek. Üzerinde olan hakları sâhiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücuttaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını tattığı gibi, ibâ­det zevkini tattırmak.”

“Allahü teâlâ, bir mümin kulunun dilini özür dilemek için açtığı za­man, peşinden de af ve mağfiret kapısını açar.”

Yine buyurdular ki: “Tövbe; kötü şeylerden tamâmen uzaklaşmak, Allahü teâlânın emirlerine yönelmek, sıkıntılara göğüs germek, nefsin ar- zularına karşı koymak, sıkıntılara sebât etmek, doğru yola kavuşmak, Allahü teâlânın dostluğuna ve yardımına mazhâr olmaktır.”

Evliyânın büyüklerinden, hadîs, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Fahr-ül-Fârisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında tövbe hakkında şöyle buyurdular: Allahü teâlâ, Nûr sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde me- âlen; “Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz. Tövbe et­mekle kurtulabilirsiniz.” buyurdu.

Resûlullah efendimiz de Eshâbına (radıyallahü anhüm); “Sizden biri­niz bineğini kaybedip, sonra onu bulunca sevinmez mi?” diye sordu. Onlar; “Evet, sevinir yâ Resûlallah!” deyince, Resûlullah efendimiz; “Nef­sim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, kulunun tövbesine, sizden birisinin bineğini bulduğu zamanki sevinme­sinden daha fazla sevinir.” buyurdu. Allahü teâlânın sevinmesi: Tövbe eden kulunu af ve magfiret ederek ihsânda bulunması, tövbesini kabûl ederek ona ikrâm etmesidir.

Tövbenin üç şartı vardır: Yaptığı günahlara pişmân olmak, o anda günahtan el çekmek, sonra bu günahları ve benzerlerini bir daha işle­memeye karar verip azmetmektir.

Resûlullah efendimizin bir hadîs-i şerîflerinde: “Nedâmet, pişmanlık tövbedir.” buyurması, yapılan günâha pişmanlık duyulması, tövbenin en büyük şartı olduğundandır.

Tövbe, rücû etmek, dönmek demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurul- du: “Dikkat ediniz! Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün beden iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O et parçası kalptir.” Kalp, yapılan günah ve kötülük sebe- biyle uyanıp, Allahü teâlânın yardımı ile onda, o günahları terk etti­recek ve bir daha o günahlara döndürmeyecek bir durum hâsıl olursa; insan, Hakka tâate, O’nun rızâsını kazanmaya dönme sebeplerine ha­zırlanmak için harekete geçer ki, bunun kapısı da tövbedir.

Tövbeye hazırlanmanın alâmetlerinden biri de, kötü arkadaşları terk etmektir. Çünkü, kötü arkadaşlardan uzaklaşmak, onlarla düşüp kalk­mamak, kalpte Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme hâlini ortadan kal­dırır. Kötü arkadaşların yanından ayrılınca, artık, iyi ve sâlih arkadaşlarla berâber oturup kalkmaya başlar. Sâlih, iyi ve temiz arkadaşlar, onun ce­hâletten ilme, kibirden hilme ve cimrilikten cömertliğe, dünyâ hırsı ve ona düşkün olmaktan kanâate, uzun emel sâhibi olmaktan zühde ve dünyâya rağbet etmemeye, ayrılıktan birliğe, hep kendisini düşünüp, kendisi için istemekten başkalarını kendisine tercih etmeye, yâni îsâra, dünyâdan âhirete, gülmekten dolayı yaptığı kötülükler ve günahları için ağlamaya, onlar için pişmân olmaya, gaflet hâlinden uyanıklık hâline dönmesini te­min ederler.

Tövbe, yapılış gâyesine göre üç çeşittir: Birincisi, herkesin bildiği töv- bedir. O da; günâhından dolayı cezâ görmekten kurtulmak için tövbe e- den kimsenin tövbesidir. İkincisi; “inâbe” dir ki, bu da; daha fazla se­vâ- ba ve yüksek derecelere kavuşmak isteyen kimsenin tövbesidir. Üçün- cüsü de; “evbe”dir ki, o da; sevap arzusu veya azap korkusundan değil, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan tövbedir.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâl- laşmakla yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olma- yan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; “Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır.” demektedir.

Anadolu’da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri şöyledir.

 

TÖVBEYE GEL

 

Ey hevâsına tapan,

Tövbeye gel, tövbeye,

Hakka tap, Haktan utan,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Nice nefse uyasın,

Nice dünyâ kovasın,

Vakt ola usanasın,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Nice beslersin teni,

Yılan çıyan yer anı,

Ko teni, besle cânı,

Tövbeye gel, tövbeye.

Sen dünyâ-perest oldun,

Nefsin ile dost oldun,

Sanma dirisin, öldün,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Sen teni, sandın seni,

Bilmedin senden teni,

Odlara yaktın cânı,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Gör bu müvekkelleri,

Yazarlar hayrı, şerri,

Günâhtan gel sen beri,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Ey miskin Âdemoğlu,

Usan tutma âlemi,

Esmeden ölüm yeli,

Tövbeye gel, tövbeye

 

Ölüm gelecek nâçar,

Dilin tadını şeşer,

Erken işini başar,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Göçer bu dünyâ   kalmaz.

Ömür pâyidâr olmaz,

Son pişman, assı kılmaz

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Tövbe suyuyla arın,

Deme gel bugün yârın,

Göresin Hak dîdârın,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Eşrefoğlu Rûmî sen,

Tövbe kıl erken uyan,

Olma yolunda yayan,

Tövbeye gel, tövbeye.

 

Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Tövbe; gafletten uyanmak, günahı hatırlamak, Allahü teâlâ- nın lütfunu, hükmünü zikretmektir.”

“Tövbekâr dört şeyi yapar: Lisânını gıybetten, yalandan, hasedden, boş sözden korur. Kötü arkadaşlardan ayrılır. Günahını hatırladığı za­man, Allahü teâlâdan hayâ eder. Ölüme hazırlanır. Böyle olup da Allah­’ın rızâsı dışında iş yapmayan kimseyi, Allahü teâlâ sever. Şeytandan korur ve Cehennem’den emin kılar.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­du- lar ki: “Tövbe, ilmin kötülediği her şeyden, ilmin methettiğine dönmek­tir.”

Yine buyurdular ki: “Kim amel ederek tövbesini düzeltirse, tövbesi kabûl olunur.”

“Tövbe inâbe ve icâbe tövbesi olmak üzere iki kısımdır. İnâbe töv­besi cezâ korkusu ile yapılan tövbedir. İcâbe tövbesi ise sırf Allah sevgisi ile yapılan tövbedir.”

Hindistan’da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tesbih oku­mak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Gizli işlenen günahın tövbesi gizli, âşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre olur.”

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma’sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz.”

“Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır.”

Meşhûr velîlerden Rûzbehân Baklî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Tövbe, nefse uymaktan dönmek, kalbin Hak yoluna girmesidir.”

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tövbeden sonraki bir günah, tövbeden önceki yetmiş gü- nahdan daha çirkindir. Kalb ve beden hastalıklarımız için en iyi ilâç, gü- nahı terketmektir.”

Hindistan evliyâsından ve ha­dîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazret­leri bir ara İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazı­larını beğenmez, îtiraz yazıları yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına piş- mân oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî’nin mezun ettiği talebelerin- den Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı:

“Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin le­keleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mah­sûstur.”

Abdülhak-ı Dehlevî, kendi çocuklarına da mektup yazarak:

“Ahmed-i Fârûkî’nin sözlerine karşı îtirâzlarımın müsveddelerini yırtı­nız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur.” dedi.

Abdülhak-ı Dehlevî’nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bu hususta bâzıları rüyâsında sevgili Peygamberimizin azarladığını, bâzıları da; yaptığı bu îtirazların düşmanlarca gönderilen uydurma bir mektup yü­zünden olduğunu, gerçeği anlayınca pişman olup tövbe ettiğini söyle­mişlerdir. Ayrıca Kur’ân-ı kerîmi, bu niyetle birkaç defâ açtığını ve; “Ya­lancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!” ve; “Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişte bile Allahü teâlâyı kalplerinden çıkarmazlar.” meâlindeki âyet-i kerîme- lerin tesiri üzerine olduğunu haber vermişlerdir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti.

Suriye’de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdular:

Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yap­mamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti ka­zandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir. Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; “Utan- cından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir.” buyurdu. Dördün- cüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azim- le kasd eylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedin- cisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk’ın mağ- firetini ümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf e- dip affını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inan- maktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.

Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçme­yinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. “Muhakkak Allahü teâlâ kulun töv­besini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder.” hadîs-i şerîftir. Nihâ­yet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl değildir.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki “Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır. Mü’minlerin günahlarının keffâreti tövbedir.”

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş ne­dir?” denildiğinde, cevaben;

“Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölün­ceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı iş­ledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha dönmemesidir.” bu­yurdular. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tövbedir.

Mısır evliyâsından Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine, talebesi Abdül’âl’ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sor-   ması üzerine şöyle buyurdular: “Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.

Horasan’ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü ol­duğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe et­mezse kendine zulüm etmiş olur.”

“Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz.”

Horasan’da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fı­kıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri buyurdular ki: “Tövbe; geçmişte yapılan günâh ve ha­tâya pişmân olmak ve onu, ondan sonra terketmektir.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ey îmân edenler, Yüce Allah’a nasuh tövbesi ile tövbe ediniz.” meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki; “Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ töv­beyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl et­mesini gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.

Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tövbe için bir özür olmaz. Bü­tün günâh- kâr kullara ve âsilere tövbe farzdır. Yaptıkları ister büyük, ister küçük gü- nah olsun.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu

Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdu ki:

 

                  DÜNKÜ GÜNAHINA TÖVBE ET!

 

Evliyâ-ı kirâmdan, şânı büyük bir velî,

İlmiyle insanlara, oldu çok fâideli.

 

Aslen Buhâralıdır, Rivgir’de doğdu fakat,

Uzun bir ömür sürüp, o yerde etti vefât.

 

Başladı küçük yaşta, din ilmini tahsîle,

Zâhirî ilimlere, çalışırdı zevk ile.

 

Hocası çok sever ve takdîr ederdi onu,

Bilirdi onda büyük, bir cevher olduğunu.

 

O yerde Abdülhâlık Goncdüvânî nâmında,

Çok büyük bir velî de, var idi o zamanda.

 

Lâkin “büyük” bilmezdi, önceden kendisini,

Ve başka hocalardan, alırdı hep dersini.

 

Bir gün Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’yi gördü,

Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.

 

Baktı ki taşıdığı, çantası ağır gâyet,

Kalbinde bu velîye, duydu büyük muhabbet.

 

Yükünü taşımakta, bir yardım etmek için,

Edeble yaklaşarak, istedi ondan izin.

 

Hazret-i Abdülhâlık, onun bu teklîfini,

Derhal kabûl ederek, verdi elindekini.

 

Berâber yürüyerek, geldiler eve kadar,

Orada muhabbetle, etti ona bir nazar.

 

Buyurdu ki: “Evlâdım, bir saat sonra yine,

Bekliyorum seni ben, bu öğlen yemeğine.”

 

“Peki efendim” deyip, ayrıldı ondan, fakat,

O anda kalbi sanki, yeniden buldu hayat.

 

Onu gördükten sonra, bir başka oldu hâli,

Zîrâ kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhî.    

 

Bir saat sonra tekrar, geldi yine o zâta,

Berâber yemek yiyip, kavuştu iltifâta.

 

O kadar bağlandı ki, bu mübârek velîye,

O günden sonra artık, gitmedi medreseye.

 

Çünkü aradığını, bulmuş idi o artık,

Hiçbir şey görmüyordu, olmuştu ona âşık.

 

Zîra onun kalbinden, feyz ve nûrlar, o zaman,

Artık bunun kalbine, akıyordu durmadan.

 

Lâkin o, medreseye, gitmediğinden sebep,

Evvelki hocaları, kızarlardı ona hep.

 

Ve hattâ bir tânesi, çok baskı yapıyordu,

Ağır sözler söyleyip, hakâret ediyordu.

 

Bir gün eski hocası, rastladı ona yine,

Hakâretler ederek, dedi: “Dön mektebine!”

 

Hâlbuki bir gün evvel, mümine yakışmayan,

O bir günah işleyip, olmuştu sonra pişman.

 

Ârif-i Rîvegerî, üstün firâsetiyle,

Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:

 

“Efendim, siz benimle, uğraşacağınıza,

Oturup tövbe edin, dünkü günâhınıza.”

 

O bunu işitince, eyledi çok taaccüb,

Günâhını düşünüp, utandı, oldu mahcûb.

 

Bildi bu talebenin, yüksek kerâmetini,

Anladı bu hâlinin, nereden geldiğini.

 

O da Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye gidip,

Oldu bir talebesi, yanında tövbe edip.

 

Bu velî göç edince, âhiret âlemine,

Ârif-i Rîvegerî, geçti onun yerine.

Mevlânâ hazretlerinin meşhûr talebelerinden Ateşbâz Velî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ hazretlerinin şu mânâdaki şiirlerini di­linden düşürmezdi. “Tövbe bineği ne acâib binektir. Bir lâhzada sâhibini zemin- den semâlara eriştirir.”

Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Günahlarından vazgeçip, Allahü teâlâya tövbe edenlerle berâber oturunuz. Çünkü onların kalbi, ince ve yumuşaktır.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: “Tövbe edip, tasavvufa yö­nelişim şöyle oldu. “Âileme ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve mu­habbetim çok fazla idi. Bir gün evimde otururken, âileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet gösterdim. Bu sırada âniden kulağıma gizli bir ses geldi. “Her şeyi bırakıp Allah’a dönme zamânı daha gelmedi mi?” denildi. Bu sesi duyunca hâlim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rekat namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Her şeyden el çekip, Allahü teâlâya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rekât namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün câmisinde kılıyordum. Bir gün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı ka­çırmışım. Câminin, âlim ve takvâ sâhibi bir imâmı vardı. Bana; “Ben seni, ibâdet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin.” dedi. Buna karşılık imâma; “Zât-ı âliniz, hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum.” dedim. Böyle deyince, imâm efendi şu beyti okuyarak cevap verdi:

“Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,

Demirin hâlis olması ateş iledir.”

 

Bu söz kalbime ziyâdesiyle tesir etti ve içime öyle bir dert saldı, beni öyle bir aşka düşürdü ki bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tâbi olmak isterken, Allahü teâlânın inâyeti ile bir âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, Allahü teâlânın aç­tığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok tesir etti. Onlar da benim bulduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü teâlâdan başka her şeyi bırakıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktı. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun ki, bana inâyet-i Rabbânî, Allahü teâlânın yardımı erişti ve maksadıma kavuşturdu.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Annesinden kendisine bir ev mîrâs kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda eşkıyâ yolunu kesip; “Neyin var?” dedi. “Elli altı­nım var.” buyurdu. Eşkıyâ; “Altınları ver!” deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra geri verip, devesini çöktürdü ve; “Buyurunuz efendim, deveme bininiz!” dedi. Ebû Abdullah hayret edip; “Sana ne oldu?” buyurdu. O kimse; “Siz, bu altınların bulun­duğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı mu­habbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tövbe et­tim. Sizinle berâber gelmek istiyorum.” dedi. Berâberce hacca gittiler. O kimse, hazret-i Ebû Abdullah ile olan bu berâberliği ve sohbetinde bir müddet bulunmasıyla Allahü teâlânın velî kullarından oldu.

Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Bir gün canım bir şey arzu etmiş, ben de onu insanlardan istemiştim. O gece rüyâmda; “Mevlâsından istediğine kavu­şan birinin, O’nun kulundan bir şey istemesi yakışık olmaz.” denildi. O günden beri, o işime tövbe ederim.”

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kerâmet ve mürüvvet îtibâriyle zamânında eşsizdi. Âbid, çok ibâ­det eden, âşık, zâhid, dünyâyı terketmiş, gönül sultanı büyük bir zâttı. Allahü teâlâyı hatırlayınca, rengi değişir ve kendinden geçerdi. Yanında bulunup, onun bu hâlini görenler Allahü teâlâyı hatırlardı.

Onun tövbesi ve büyüklerin yoluna giriş hâli şöyle anlatılır: Bir câri­yeyi sevmişti, ona kavuşmayı çok arzu ediyor ve bunun çârelerini araştı­rıyordu. Yakınları kendisine şöyle bir yol gösterdiler: “Senin derdine devâ bulacak yahûdî bir büyücü var, onun yanına git!” dediler. Ebû Hafs vakit geçirmeden büyücüye gitti. Durumunu anlattı yardım istedi. Efsuncu yahûdî ona; “İyiliği terkedeceksin, kırk gün gece ve gündüz namaz kıl­mayacaksın, hayırlı iş ve hak bildiğin şeylerin yanına varmayacaksın. Ancak o zaman murâdına kavuşturabilirim.” dedi. Ebû Hafs, büyücünün dediği şeyleri yaptı. Kırk günün bitiminde, büyücü, Ebû Hafs’a sihir yaptı. Fakat Ebû Hafs murâdına nâil olamadı. Bunun üzerine yahûdî; “Sen mutlaka iyi bir iş ve harekette bulunmuşsun, hayır yapmışsın. Yoksa sihir tutardı. Yaptığın iyiliği hatırlamaya çalış!” dedi. Ebû Hafs; “Şu yaptığım iş hâriç, hiç bir güzel niyet ve hayrımı hatırlamıyorum. O da, giderken kim­senin ayağı takılıp düşmesin diye yoldaki bir taşı alıp kenara koymam­dır.” buyurdu. Yahûdî; “Sen, kırk gün O’nun emrini yerine getirmeyip hükmünü terk ettiğin halde O seni terketmedi. Sen Allahü teâlâ gibi, ke­rem sâhibini nerede bulacaksın. Öyleyse O’na dön ve başka şeyleri bı­rak.” dedi. Bu sözler Ebû Hafs’ın içine ateş düşürüp her tarafını sardı ve dayanamaz hâle geldi. Oracıkta tövbe etti. Yahûdî de müslüman oldu.

Suriye’de yetişen velîlerden Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlânın Zümer sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Başınıza azap gelip çatmadan (tövbe edip) Rabbinize dönün. O’na hâlis ibâdet edin, sonra kurtulamazsınız.” Buyur- duğunu ve Allahü teâlâya kavuşacak yolu bildiği halde, O’ndan başkası ile meşgûl olana çok taaccüb edip şaşarım.”

Tasavvufta Çeştiyye yolunun büyüklerinden Ebû İshâk Şâmî-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, dünyâya hiç ehemmiyet vermezdi. Değil günah işlemek, işlediği hayırlı amellere tövbe ederdi. Haftada bir yemek yer ve; “Açlık, dervişlerin mîrâcıdır.” buyururdu. Vaktini, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılan amellere ayırırdı. Ömrü, hep ibâdet ve insanları doğru yola çağırmakla geçti. Ebû İshâk hazretlerinin sohbetle­rinde bulunan kimse günahtan çok sakınırdı. Hasta bir kimse o meclise gelse, şifâ bularak çıkar giderdi.

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ta- lebelerinden Ebû Amr bin Nüceyd tasavvuf yolunda yetişmek üzere soh- betlerine devâm ederdi. Sohbetinin tesiriyle günahlarına tövbe edip ken- dini toparladı. Bir ara işi gevşetip, sohbetlerden uzak kaldı. Ebû Os­man hazretlerini gördükçe ondan kaçıyor ve sohbetlere gitmiyordu. Bir gün yine karşılaştılar. Onu görünce yolunu değiştirip uzaklaşmaya baş­ladı. Ebû Osman hazretleri tâkib edip, yanına yaklaştı ve; “Evlâdım sâ­dece günahsız olduğun zaman seni sevenlerle arkadaşlık etme! Biz sana asıl bu kendini suçlu, günâhkâr halde bulduğun zaman faydalı olu­ruz.” dedi. Bunun üzerine Ebû Amr bin Nüceyd tekrar tövbe edip, talebe­liğindeki gi- bi önceki hâline döndü. Bu hocasının sohbetlerinde olgunlaşıp yetişti.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gece Nah- şeb’in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dik­kat e- dince bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi ken­dine, bu- raya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim.” dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. “Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta ya- tağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri du- yup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta oldu- ğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehir­den dışarı çı- karın dedim.” Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık da- ğıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya baş­ladı. “Allah’ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâ- sını ânında kabûl eyledin.” dedi. “Ey genç! Ne duâ ettin?” dedi. “Üstâ- dım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sa­bahleyin bana, Ebû Türâb’ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbe- si ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günah­kârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?” deyince; “Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını ba­ğışlayıcıdır. Âsilerin töv- belerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünle­rin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür.” buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve göz- lerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrı­lınca, genç annesine; “Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine ge­tir.” dedi. Annesi; “Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!” dedi. Beni bu ya­taktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb’la tövbe ettiğim andan sonra, yer- de Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sar- dı. Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyo­rum.” dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç, yü­zünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; “Ey Allah’ım! Yaptıklarıma pişman ol- dum. Tövbe ettim. Senin dergâhın­dan başka kapım yok. Dertlilerin da- yanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et.” diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldı- rıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; “O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanın- da iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; “Bu, Muhammed Mustafâ’dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim Halîlullah’tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah’tır (aleyhisselâm). Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr pey- gamberdir.” dedi. Ebû Türâb ileri koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallal- lahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi. Onunla müsâfeha etti. “Yâ Resûlallah, siz Nahşeb’e gelmiş miydiniz?” diye arz etti. Peygamber e- fendimiz buyurdu ki: “Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona velîlik makâmı ik­râm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu ziyârete gön­derdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâze- sinde hazır bulunun.” Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kal- bine bir incelik geldi ve; “Ey Allah’ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, ma­halleden çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inle- me, bir tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun.” dedi. Bu zevk ve halde iken, di­ğer odadan küçük kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. “Ev- lâdım, seni ağla­tan şey nedir?” dedi. “Babacığım, rüyâmda filan mahal- lede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her kim onun cenâzesine ba- karsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi verir dendiğini gö- rüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim, fakat şimdi izin verir­sen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve di­ğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim.” dedi. Ona izin ver- di. Cenâze­sine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; “Ey Ebû Tü- râb! Hakk’ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yü- zünden ma­halleden çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi. Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olu- nur diye söylediler.” dedi. Başka âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu du­rum haber verildi. Bütün şehir halkı akın akın gencin cenâzesine katıl­mak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm ile onun namazı kılındı, sonra def­nettiler.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tövbe edişi bir rivâyete göre şöyle anlatılır: “Fudayl bin İyâd bir câriyeye âşık olmuştu. Câriyenin bulunduğu evin duvarına çıkar, onu görmek ümidiyle sabaha kadar beklerdi. Bir gün duvarın üzerindeyken önünden, arkasından, sağından, solundan insanı ürperten bir ses duydu. Sesin sâhibi Kur’ân-ı kerîmdeki meâlen; “Îmân edenlere vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ın zikrine ve inen Kur’ân-ı kerîme saygı ile yumuşasın!..” (Hadîd sûresi: 16) âyet-i kerîmeyi okuyordu. Fudayl, bu sesin tesiriyle uzun süre sarsılarak duvarın üzerinde hareketsiz kaldı ve kendinden geçti. Sonra kendine geldiğinde gözlerinden yaşlar boşandı ve; “O za­man geldi. O zaman geldi yâ Rabbî!” diye inledi ve tövbe etti.

Hazret-i Fudayl, yaptıklarına çok pişman olmuştu. Yanındakilerden birine; “Allah rızâsı için beni bağla ve sultanın huzûruna götür. Benim pekçok cezâm vardır. Sultan beni cezâlandırsın da cezâmı çekeyim. Böylece hakkımdaki dînî hüküm neyse, o yerine getirilmiş olur.” dedi.

Sultanın yanına gittiler ve durumunu bildirdiler. Sultan kendisine çok izzet ve ikrâmda bulunarak, evine götürülmesini emretti. Evinin önüne geldiğinde hâlâ ağlıyordu. Hanımı görüp; “Sana ne oldu? Niçin ağlayıp inliyorsun? Yoksa seni dövdüler mi?” dedi. “Evet, hem de çok dövdüler.” buyurdu. Hanımının merakı daha da artarak; “Nerene vurdular?” de­yin- ce; “Sultan, yaptıklarımın cezâsını vermedi, fakat ızdırâbım canımı yakı- yor ve ciğerimi deliyor.” dedi. Sonra hanımına; “Ben Rabbimin hâne­sine, Kâbe’ye gidip ziyâret etmeye niyet ettim. İstersen aramızdaki nikâh ba- ğını çözüp seni boşayayım.” dedi. Hanımı; “Allah korusun. Senden nasıl ayrılırım. Sen nereye gidersen ben de berâber gelir, senin hizme­tinde bulunurum.” dedi. Sonra birlikte hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ, yolcu- luklarını kolaylaştırdı. Kâbe’de bâzı âlim ve velîlerle görüştü. Kûfe’de İ- mâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim ve edeb öğrendi. Kuvvetli hâfızası vardı. Kısa zamanda çok sayıda hadîs-i şerîf ezberledi ve hadîs ilminde mütehassıs oldu. Evliyânın bü­yükleri a- rasına girip, şöhreti her tarafa yayıldı. Hikmetli söz ve nasihatlarıyla çok talebe yetiştirdi. Abdullah ibni Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Sırrî-yi Sekatî tale- belerinin önde gelenlerindendir.

Bir zaman mücâhidler savaşa gitmek istediklerinde Fudayl bin İyâd hazretlerine uğrayıp duâ istediler. Buyurdular ki: “Ey Allah yolunda ci­hâda çıkanlar! Günahlarınızdan tövbe ediniz. Çünkü bu elinizdeki kılıç­lardan daha çok size siper olur.” buyurdu.

Ona; “Ey Allah’ın veli kulu! Kişinin estağfirullah demesinin mânâsı nedir?” diye sordular. Cevaben; “Yâ Rabbî! Beni günahlarımın yükünden kurtar demektir.” buyurdular.

Endülüs evliyâsının büyüklerinden, kırâat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âli- mi ibn-i Ârif (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû Ab­dullah Gazâlî anlatır: “Bir gün hocam İbn-i Ârif’in huzûrundan dışarı çık­tım. Boş bir arâzide yürümeye başladım. Gördüğüm her ağaç, yaklaştı­ğım her ot dile gelip bana; “Beni kopar! Ben filan hastalığa iyi gelirim. Filanca hastalığın şifâsı bendedir.” demekteydi. Bu hâle hayret ettim. Geri dönüp durumu hocama anlattım. Bana; “Biz seni böyle diyesin diye mi terbiye ettik. Allahü teâlâ takdîr etmedikçe, hiçbir şey sana fayda ve zarar veremez. Sana fayda veririz diyen otların ve ağaçların sana bir faydası oldu mu?” buyurdu. “Efendim! Tövbe ettim.” dedim. Devâm ede­rek buyurdu ki: “Hak teâlâ seni imtihan etmiştir. Ben sana Allahü teâlânın yolunu gösterdim. Seni O’ndan başkasına ısmarlamadım. Eğer gerçek­ten tövbe ettiysen, geri dön, o ağaç ve otlar sana söz söylemezler.” Geri dönüp, ot ve ağaçların yanından geçtim. Hiç bir kelime işitmedim. Allahü teâlâya şükredip, hocamın huzûruna gelerek durumu arzettim. “Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sana kendi yolunda bulunmayı nasîb etti. Seni, bir kısım insanlar gibi yanlış yollara saptırmadı.” buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin Eyyûb şöyle anlatır: Halep’te sevdiğim genç ve güzel bir kadın vardı. Bir gün onunla tenhâ yerde buluştuk. Beni kendi nefsi için istedi. Fakat reddettim. Bunun üzerine bana bir yüzük verdi. Ben de o yüzüğü parma­ğıma taktım. Bunu Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Ebû Bekr bin Kavvâm hazretlerinin yanından vedâlaşıp ayrılırken, elimi tuttu. Sonra; “Bu yüzük kimindir?” diye suâl etti. Ben utancımdan cevap vere­medim. Bana; “Tövbe et oğlum, tövbe et!” buyurdu. Ben de tövbe edip Halep’e varınca, o kadınla bir daha görüşmedim.

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd hazretleri bir ara Ebû Osman el-Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin sohbetlerinden uzaklaştı. Bu hâli kendisi şöyle anlattı: İlk defâ Ebû Osman Hîrî’nin meclisinde tövbe ettim. Bir süre sonra tekrar günâh işlemeye başlayınca, sohbetlerini terk ettim. Bu zâtı ne zaman görsem, utancımdan kaçardım. Fakat bir gün beni gö­rünce; “Yavrucuğum, günahsız ve temiz olduğun sürece düşmanlarınla oturma. Çünkü düşman sendeki kusuru görür ve bundan dolayı sevinir. Buna da sen üzülürsün. Günah işlemen gerekiyorsa, gene bizim yanı­mıza gel, biz sana katlanırız. Böylece düşmanın istediği duruma düşmüş ve onu sevindirmiş olmazsın.” deyince, günah işlemekten vazgeçtim ve samîmî bir şekilde tövbe ettim.

Yemen’in meşhûr velîlerinden İbn-i Üstâd-ül-A’zam Seyyid Abdullah bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir zaman Mekke-i müker- remede şarab içen bir kimseyle karşılaştı. Böyle mübârek bir yerde, böy- le çirkin bir günâhın işlenmesini hoş karşılamadı. O kimse, Abdullah bin Alevî hazretlerine:

“Ben terzilik yapıyorum. Şarap içmeye öyle alışmışım ki, onu içme­sem sanatımı, işimi yürütemiyorum. İçmezsem, çalışamıyorum. Her ne kadar bırakmak istesem de, bırakamıyorum. Bunu bırakırsam, işimi de­vâm ettiremem.” dedi. Abdullah hazretleri; “Şayet Allahü teâlâ, sana içki içmeden de mesleğini devâm ettirmeni nasîb ederse, içki içmeye tekrar dönmeyeceğine dâir bana söz ver!” dedi. O kimse de “Peki!” deyince, Abdullah hazretleri, Allahü teâlâya duâ edip, bu kimseye tövbe etmeyi nasîb etmesi ve tövbesini kabûl etmesi için yalvardı. O kimse içkiyi terk etti. İşini, içkisiz de yapabildiğini anladı. Önceki hâline tövbe etti ve töv­besini bozmadı. Abdullah bin Alevî hazretlerinin delâleti ile tövbesinde öyle bir sadâkat gösterdi ki; sâlihlerden kıymetli bir zât oldu. Bu hâdise­den bir müddet sonra, Abdullah bin Alevî, rüyâsında bir münâdînin, bu kimsenin ismini söyleyerek; “Filân kimse için, filân yerde bir kabir kazı­nız! Kim onun cenâze namazında bulunursa, Allahü teâlâ onu magfiret eder.” diye nidâ ettiğini gördü. Uyandığında, hemen o kimsenin hâlini sordu. Vefât ettiğini bildirdiler. Bildirilen yere kabri kazıldı. Abdullah bin Alevî cenâze namazını kıldırdı. Oraya defnettiler.

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İbn-i Abbâs radıyallahü anhümâ; “Hâlbuki sen (Ey Resûlüm) onların içindeyken Allah onlara azab verecek değildi. İstigfâr ettikleri hâlde de Allah onlara azâb edecek değil.” (Enfal sû- resi: 33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurmuştur: “İslâ- miyetin mevcûd olması, Resûlullah’ın mevcûd olması mesâbesinde­dir. Nasıl ki Resûlullah hayattayken azap kaldırılmış, insanlara azap gelme- mişse, İslâmiyetin bir yerde mevcûd olması ve İslâmiyete uymak se- bebiyle de azap kalkar. İstigfâr etmek sebebiyle de azap inmez. İstigfâr, azâbın gelmesine mâni olur.

Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: “Benim tanıdığım bir kimse vardı. Beni ziyârete arzu ile gelir, ibâdetini yapar, geceleri teheccüd namazı kılardı. Gözünden yaş eksik olmazdı. Epey bir zaman onu görememiştim. Araştırdığımda hasta olduğunu öğrendim. Evine gidip kapısını çaldım. İçeri girince, evin orta­sında perişan bir halde yattığını gördüm. Yüzü siyahlaşmış, dudakları şişmiş, gözleri masmâvi olmuştu. “Ey kardeşim! Lâ ilâhe illallah, de. Bunu dilinden bırakma.” dedim. Gözlerini bana dikip kızgın kızgın baktı. Sonra gene kapattı. Tekrar aynı sözü söyledim ve; “Eğer Lâ ilâhe illallah demezsen, senin cenâzeni yıkamam, namazını kılmam.” dedim. Tekrar gözlerini açıp; “Ey kardeşim Mansûr, bu Kelime-i tevhîd ile benim arama bir engel kondu” deyince, Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm, dedim. Sonra ona; “Ey arkadaş! Sen namaz kılıyordun, oruç tutuyordun, geceleri teheccüd kıldığını söylüyordun ne oldu bu ibâdetlerin?” diye so­runca; “Evet bunları yapıyordum. Fakat Allah için değil, insanlar görsün diye, gösteriş olarak yapıyordum. Kendi başıma evime çekilince, kapıyı kapatıp, perdeyi çeker şarap içerdim. Rabbime isyân edip, günâh işler­dim. Bir müddet bu hal üzere devâm ettim. Ben bu kötü halde iken bir hastalığa yakalandım. Ölmek üzere iken çocuklarıma; “Beni evin orta­sına çıkarın ve elime Kur’ân-ı kerîmi verin, dedim. Kur’ân-ı kerîmi alıp, okuya okuya Yâsîn sûresine geldim ve; “Yâ Rabbî! Bu Kur’ân-ı kerîm hürmetine bana şifâ ver, bu ağır hastalıktan kurtar. Bir daha günâh işle­meyeceğim.” diye duâ ettim. Duâm kabûl olunup hastalıktan kurtuldum. Fakat iyileşince, tekrar eski hâlime dönüp yine günâhla ve isyân ile vakit geçirmeye başladım. Şeytan beni yine saptırdı. Tövbemi bozmuş ve gü­nahlara dalmış bir halde bir müddet daha gün geçirdim. Yine şiddetli bir hastalığa yakalandım. Neredeyse ölecektim. Yine evin ortasına çıkar­malarını ve Kur’ân-ı kerîmi elime vermelerini söyledim. Önceki gibi duâ ettim ve hastalıktan yine kurtuldum. Ama bir müddet sonra yine tövbemi bozdum, günâhlara daldım. Şiddetli hastalığa bir daha yakalandım. Duâ etmek için beni evin ortasına çıkarmalarını söyledim. Bu amansız hasta­lıktan kurtulmak için duâ edince gaybtan bir ses defâlarca tövbemi boz­duğumu ve artık kurtulamayacağımı söyledi.” Bunları anlatınca, ibret ve dehşet içinde yanından ayrıldım. Evinden biraz uzaklaşınca, öldü habe­rini aldım. Allahü teâlâdan sonumuzu hayır eylemesini dileriz. Nice kim­seler çok namaz kılıp, oruç tuttuğu halde şeytana ve nefsine uyup sa­pıtmıştır!”

Tâbiînden meşhûr fıkıh ve hadîs âlimi Mesrûk bin el-Ecdâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Bir mü’mini öldüren için tövbe uy­gun mudur, kabûl edilir mi?” diye sorulunca; “Allahü teâlânın açtığı ka­pıyı ben kapatamam.” diye cevap verdi.

Anadolu velîlerinden Muhammed Saîd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Cizre Ulu Câmisinde ders vermeye, vâz ve nasîhatlarda bu­lunmaya başladı. Birçok kimse Muhammed Saîd’in sohbetlerinde doğru yola kavuştu. Bir gün alkolik birisi, Muhammed Saîd’in yanına gelip; “E- fendim! Tövbe edeceğim fakat içkiden bir türlü kurtulamıyorum. Artık bu, irâdemin dışında bir hal” deyince, cevaben “Her günahtan tövbe ede­rek yapmamaya azmet. İçkiyi de içemeyeceksin.” buyurdular. O kişi; “Ken- dimi tutamıyorum.” deyince, Muhammed Saîd; “İçebilirsen iç.” bu­yurdu. Bunu bir müsâde zanneden alkolik, tövbe etti. Öğle saatlerinde meyhâ- neye gitti. Ne zaman kadehi eline alsa, kadehin içinde Muhammed Sa- îd’in kamasının ucunu görürdü. Meyhâneciyi çağırıp bar­dağı değiştirdi. Bu değiştirme üç sefer tekrarlandı. Her seferinde barda­ğın içinde Mu- hammed Saîd’in kamasının ucu duruyordu. Sonunda mey­hâneden çıktı ve doğruca onun vâz verdiği câmiye gitti. Muhammed Saîd onu görünce; “Üç kerre yetmedi mi? Bardağını bir daha değiştir­seydin, kama ile iki parça olurdun.” buyurdu. O zât, Muhammed Saîd’e talebe oldu ve öm- rünün sonuna kadar tövbesini bozmadı.

Büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en üstünlerinden Muhammed Ubeydullah Serhendî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından vaktin sul­tânı olan Ebü’l-Muzaffer Muhyiddîn Muhammed Âlemgîr’e yazılmış olan, tövbe hakkındaki mektubun bir bölümü şöyledir:

Kıymetli ömrümüz günah işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, ya­nılmakla geçip gidiyor. Bunun için; tövbeden, Allahü teâlâya boyun bük- mekden söyleşmemiz, verâ ve takvâdan konuşmamız hoş olur. Allahü teâlâ, Nûr sûresi otuz birinci âyetinde meâlen; “Ey müminler! He­piniz, Al- lahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz” buyu­ruyor. Tahrîm sûresi, sekizinci âyetinde meâlen; “Ey îmân eden seçil­mişler! Allahü teâlâya dönünüz. Hâlis tövbe edin! Yâni tövbenizi bozma­yın! Böy- le tövbe edince Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşk­lerinin al- tından sular akan Cennetlere sokar” buyuruyor. En’âm sûresi, yirminci âyetinde meâlen; “Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakını­nız!” buyu- ruyor. Günahlarına tövbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tövbe- den kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hep- si tövbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muham- med aleyhisselâm buyuruyor ki: “Kalbimde (envâr-ı ilâhiyyenin gelmesi- ne engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kerre istig- fâr ediyorum.” Yapılan günahta, kul hakkı bulunmayıp; zinâ yapmak, al- kollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bak­mak, Kur’ân-ı kerî- mi abdestsiz tutmak ve bozuk inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa; böyle günahlara tövbe etmek, pişman ol- makla, istigfâr okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkı­lıp, O’ndan af dile- mekle o günahlar affolur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tövbe i- çin, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lâzımdır.

Günahta kul hakkı da varsa, buna tövbe için, kul hakkını hemen ö- demek, onunla helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Mal sâ- hibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istigfâr edip, çocuklarına, vârisle­rine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmi­yorsa, mal ve diyet mikdarı parayı fakirlere, miskinlere sadaka verip, se­vâbını hak sâhibine ve eziyet yapılana niyet etmelidir. Hazret-i Ali buyu­ruyor ki: Hazret-i Ebû Bekr doğru sözlüdür. Ondan işittim ki: “Resûlullah efendi- miz; “Günah işleyen biri, pişmân olur, abdest alıp namaz kılar ve günâhı için istigfâr ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette affeder. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 109. âyetinde (meâlen); “Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâ- lâyı çok merhâmetli, af ve magfiret edici bulur” buyurmaktadır.” dedi.” Bir hadîs-i şerîfte; “Günâhı olan kimse, istigfâr ve tövbe eder, sonra bu gü- nâhı tekrar yapar, sonra yine istigfâr söyler, tövbe eder. Üçüncüye yine yapar ve yine tövbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günah ya- zılır.” buyruldu. Bir hadîs-i şerîfte; “Müsevvifler helâk oldu” buyruldu. Yâ- ni, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman Hakîm, velî veya peygamber idi. Oğluna nasîhat ede­rek; “Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar” dedi. İmâm-ı Mücâ- hid buyuruyor ki: “Her sabah ve akşam tövbe etme­yen kimse, kendine zulmeder.” Abdullah ibni Mübârek buyurdu ki: “Ha­ram olarak ele geçen bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekden daha sevâbdır.” Âlimlerimiz buyuruyor ki: “Haksız alınan bir kuruşu sâhibine geri vermek, kabûl olan altı yüz nâfile hacdan daha sevabdır” Yâ Rabbî!   Kendimize zulm ettik. Bize acımaz, af etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Neccârzâde Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bütün müslümanların günahla­rına tövbe etmesi lâzım ve zarûrîdir. Ölünceye kadar dâimâ tövbe ve is­tiğfâr etmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde müminlerin tövbe etmesini emr buyuruyor. İstiğfârdan murâd tövbedir. Peygamber efendi­miz Muhammed aleyhisselâm hadîs-i şerîfde buyurdu ki:

“Allahü teâlâya tövbe ediniz. Ben her gün yüz defâ tövbe ediyorum.” Mahlûkâtın efendisi hiç günâhı olmadığı, mâsûm ve pâk olduğu hâlde böyle yaparsa biz her hâlükârda tövbe ve istiğfâra muhtâcız. Sonra kul hayâtı boyunca günâh ve kusûrdan, gafletten ve yüksek makamlardan mahrûm kalma hâllerinden kurtulamaz. Tövbe ile ilgili diğer bir incelik de şudur ki: Bütün günâhları terkedip hakîkî tövbe etmedikçe noksan yapı­lan tövbe kemâle ermek için kâfî gelmez. Çünkü günâhlar sebebiyle kalbde hâsıl olan karartılar ve lekeler, Allah yolunda ilerlemeye mâni olurlar. Bütün günâhlara tövbe etmek lâzımdır.”

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: “Bir gün Sırrî-yi Sekatî’nin yanına gittim. Onu üzgün gördüm. “Neden böyle üzgünsünüz?” diye sordum. Sırrî-yi Sekatî; “Yanıma bir delikanlı geldi. Benden tövbenin ne olduğunu izah etmemi istedi. Ben de; “Günahını unutma.” diye cevap verdim. O genç ona îtiraz ederek; “Hayır! Belki töv- be, günahını unutmak ve bir daha yapmamaktır.” dedi. Ben de buna üzüldüm.” deyince, ben de; “Benim kanâatim de, gencin kanâati gibidir.” dedim. Bunun üzerine Sırrî-yi Sekatî sebebini sordu. Ben de; “Allahü teâlâ bana, işlediğim günahıma tövbe etmemi nasip ettiği zaman, tövbe hâlinde günahı hatırlamak günah olmaz mı?” dedim. Bunun üzerine Sırrî-yi Sekatî sükût etti.

Büyük velîlerden Mevlânâ hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Be- hâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nın huzûruna bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden çıksa, gelenin durumunu hemen keşfederek; “Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz” buyururdu. Böylece, onların işlediği günahları söylemeden, yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri’nin yanına bir ihtiyar gelip, Allah’a tövbe etmek istediğini bildirdi. Ona buyurdu ki: “İyi ama, keşke tövbe etmek için bu zamâna kadar beklemeseydin.” O kimse: “Öyle ama, yine de ölmeden önce geldiğim için erken gelmiş sayılırım.” dedi. Şakîk-i Belhî; “Hoş geldin ve ne iyi et­tin.” buyurdu. Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve tövbesinden vazgeç­medi.

Yine buyurdular ki: “İleride tövbe ederim diye günaha devam eden­ler, daha yaşarız ümidiyle, tövbeyi geciktirenler, hattâ, Allahü teâlânın azâbını düşünmeyip, rahmetini ümid ederek tövbe etmeyenler, çok bü­yük gaflet ve felâket içindedirler.”

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tövbenin doğru ve makbûl olmasının alâmetleri: Tekrar o günahı işlemeye sebeb olabilecek kimselerden uzak durmak. Lüzumsuz lâfları terk etmek. Allahü teâlâyı inkâr edenlerle görüşmemek. Hayr ve sevap yapmak. İşlemiş olduğu günahtan dolayı çok pişmân olup yaptığı tövbeyi bozmamak. İşlediği gü­nahta kul hakkı varsa, hak sâhibine iâde etmek. Allahü teâlâ için olma­yan her şeyi kalbinden çıkarmaktır.”

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin gidip geldiği, evinde yemek yediği bir zâtın olduğu rivâyet olunmuştur. Şam dışında bir handa kalıyordu. Bu zât bir türlü Yûsuf-i Kâmitî’ye talebe olmuyordu. Bir gece, ayı, yıldızları, gökyüzünün güzel­liklerini seyretti. Kalbinde bir değişiklik, bir incelik hissetti. Allahü teâlânın nîmetlerinden gâfil olduğunu düşündü. Tövbe etti. Sabah olunca, Yûsuf-i Kâmitî bunun yanına geldi. Bu da geceki hâlini anlattı. Yûsuf-i Kâmitî; “Yalan söyleyen, çirkin ve zelîl olsun!” buyurdu. O zât “Âmin!” dedi. Bir müddet sonra, o zâtın yanına kötü insanlar geldi. O da bunların tesiriyle, tövbe etmeden önceki hâline döndü. Sabah olunca, Yûsuf-i Kâmitî gelerek buna; “Ey zavallı! Sana yazıklar olsun. Biz sana, yalan söyleyen çirkin ve zelîl olsun demedik mi? Sen de buna “Âmin!” demedin mi? Çok zarar edeceksin. Hüsrâna düşeceksin. Sermâyeni kaybedeceksin. Yatak üzerinde bir sene kalacaksın.” dedi. Nitekim kısa zamanda bu kimsenin işleri bozuldu. Hanımı vefât etti. Çocukları onu terketti. Kendisi, hayır sâhiplerinin elinde kaldı. Çok şiddetli bir hastalığa yakalandı. Bir sene boyunca yataktan hiç kalkmamak üzere hasta yattı. Sonra yakınlarına; “Beni, Yûsuf-i Kâmitî’nin geçeceği yolun üzerine yatı­rınız.” dedi. Onlar da, Yûsuf-i Kâmitî’nin geçeceği yol üzerine bunu yatır­dılar. O da, oradan geçerken bunu gördü. Yanında durup; “Ey filân! Kendini, hâlini nasıl buluyorsun?” dedi. “Ey efendim! Tövbe üzereyim. Tövbe ettim.” dedi. Yûsuf-i Kâmitî; “Şimdi tövbe ediyorsun. Yine tövben­den döneceksin değil mi?” buyurunca; “Hayır! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, tövbemden dönmeyece­ğim.” dedi. Yûsuf-i Kâ- mitî; “Allahü teâlâdan dilerim ki, seni bu hâlden eski sıhhatine kavuştur- sun ve hâlini hayra tebdîl eylesin (çevirsin!)” bu­yurup gitti. Bundan sonra, bir senedir hiç ayağa kalkamamış olan bu kimse ayağa kalkıp evine gitti. O hastalığından hiçbir eser kalmadı. Yû­suf-i Kâmitî’nin duâsı bereketi ile sayısız nîmetlere kavuştu ve önde ge­len talebelerinden oldu.

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüse­yin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Allahü teâlâ, günâhlarına pişman olup, tövbe edenleri sever.”

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri Beykoz taraflarındayken bir gün elinde kemanla serseri serseri dolaşan birini gördü. Fısk ve günah içindeydi. Başını o kişiden yana çevirdiler ve hizmetçisine; “Git o zavallıyı çağır buraya gelsin.” bu­yurdular. Bundan sonrasını hizmetçi şöyle anlatır: “O çalgıcı kişinin ya­nına vardım ve ona; “Gel seni hocamız Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazret­leri istiyor.” dedim. Çalgıcı gülmeye başladı ve bana; “Hocanız beni ne yapacakmış?” dedi. Ben de; “Bilmiyorum. Seni çağırmamı söyledi.” de­dim. Berâberce geldik. Ziyâeddîn hazretleri ona; “Yaklaş!” buyurup kula­ğına gizlice bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine kemancı titreyip ağlamaya başladı. Tövbeler etti. Sonra hocama talebe oldu. Dergâhta yıllarca sadâkatla hizmet etti. Güzel hallere kavuştu. Lâkin Ziyâeddîn hazretleri­nin ona gizlice ne söylediğini kimse anlayamamıştı.”

Dergâhtaki talebeler bir gün tövbekâr kemancıya; “Kardeşim! Hayli zamandır gizler durursun. Açıkla bu sırrı!” dediler. Bunun üzerine o şöyle anlattı: “Önceleri bir zâtın talebesiydim. Lâkin o zâtın etrâfındakiler bo­zuk inanışlı kimselerdi. Hocamsa îtikâdı düzgün temiz birisiydi. Bid’atı sevmez, Allahü teâlâdan korkardı. Vefât edeceğinde bana; “Oğlum! Seni Allahü teâlânın sâlih kullarına ısmarlıyorum. Âkıbetin iyi olacak. Sakın evliyâyı inkâr etme!” buyurdu. Sonra vefât etti. Bunun üzerine ben bozuk inanışlı kimselerden ayrıldım. Birçok yerler dolaştım. Lâkin nefsime uyup serseri bir hâle düştüm. Çalgıcı oldum. Cenâb-ı Hak karşıma Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini çıkardı. Beni de ona yaklaştırdı. Gümüşhânevî hazretleri o gün gizlice kulağıma; “Oğlum! Hocan seni bi- ze ısmarladı. Artık hak yolu bizden öğrenirsin.” buyurdu. Bu sözü işi­tince hemen hocamın yıllar önce bana söylediklerini hatırladım ve tale­besi ol- dum. Allahü teâlâya şükürler olsun ki kalb gözüm açıldı. Gönlüm Rabbi- min sevgisiyle doldu. Yaptıklarıma candan pişmanlık duydum. Şimdi hak yolu buldum. Rabbim bana hidâyet etti. Zîrâ nefsim beni al­datmıştı. Ah- med Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri merhamet edip beni bu zilletten kurtardı.”

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine buyurdular ki: “Her âzânın tövbesi vardır. Kalb ve gönlün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi, harama bakma­maktır. Dilin tövbesi, fenâ söz söylemekten, gıybet etmekten çekinmek­tir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten kendini korumaktır.”

Yine buyurdular ki: “Tövbe iki kısımdır: İnâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan korkup tövbe etmesi. İsticâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan utanıp tövbe etmesidir.”

Mısır’da Muhakked bin İsmâil isimli biri, çok güzel ve dillere destan evlere sâhipti. Bir gün yine güzel bir ev yaptırmış ve başka bir eksiklik var mı diye etrâfında dolaşıyordu. O sırada Zünnûn-i Mısrî hazretleri ya­nına geldi ve ona; “Ey mağrur, bu kadar emeği, emânet olan bir dünyâ evine verdin. Ebedî evin olan Allahü teâlânın evine (îmâna) ne emek verdin?” diye sordu. Sonra; “Bu dünyâda kendin için nasıl olsa bir ev bulursun ve içinde oturursun. Fakat öbür dünyâda eğer şu dört hudut arasında kendine bir ev yapmazsan hâlin perişân olur. Maazallah Ce­hennem’e gidersin. O dört huduttan ilki; dünyâdaki fazla malı, ihtiyaç sâ­hiplerine vermek, ikincisi; Allahü teâlâdan korkmak, üçüncüsü; Allahü teâlâyı ve O’nun sevdiklerini sevmek, dördüncüsü ise; bütün musîbetler karşısında sabretmektir. İşte bu dört hudut içindeki evi kendine al, o se­nin için yeterlidir. O hudutlar arasında yer alan ev, Cennet evidir. Altında bal ve sütten sular akan ırmaklarla, içinde istediğin her nîmet ve yiyecek vardır.” dedi. Bunun üzerine o şahıs; “Ey efendi, ben çok günah işledim, onlara ne yapayım?” dedi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri; “Allahü teâlâ dilerse bütün günahları affeder. Yeter ki sen cân u gönülden tövbe et.” deyince, adam ağlamaya başladı ve cân u gönülden tövbe etti. Bütün evlerini sa­tıp, parasını fakirlere dağıttı. Zünnûn-i Mısrî’nin talebesi oldu. Bir süre sonra bu zât vefât etti. Kabre koyduklarının ertesi gününde, kabrin üze­rinde bir kâğıdın durduğunu gördüler. Üzerinde ise; “Zünnûn-i Mısrî haz­retlerinin söylediklerinin hepsi doğru çıktı. Cân u gönülden tövbe ettiğim için, daha önce işlediğim bütün günahlarımı Allahü teâlâ affetti. Şimdi al­tından ırmaklar geçen Cennet evindeyim.” diye yazıyordu.

Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin her­kese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel hâlini almış kıt’a ve beyit­leri vardır.

Duyup savt-i ilâhîden sehergâh

Sadâ-yı âyet-i tûlû ilâllah

 

Uyup bilmezleriyle nefs-i şâma

Hatâlar itmişüz estagfirullah

 

Bu dörtlüğü tövbe husûsunda söylenmiştir.