KADER - kainatingunesi.com

KADER

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Yâlâ bin Mürre’den şöyle anlatıyor: “Biz haz­ret-i Ali’nin yakınlarından bâzıları ile buluştuk. Yâlâ onlara dedi ki: O, şu anda savaşan kimsedir. Onun hayâtı için emin değiliz. Ona bir zarar ge­lebilir. Bundan sonra odasının kapısında nöbet tutmaya başladık. Bir ara namaza çıktı. Bizi görünce; “Burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Biz de: “Seni bekliyoruz, yâ müminlerin emîri!.. Zîrâ sen, harp yapan bir kim­sesin. Sana bir zarar gelmesinden korkuyoruz.” diye cevap verdik. On­lara sordu: “Beni semâ (gök) ehlinden mi koruyorsunuz, yoksa yer ehlin­den mi?” Biz de: “Elbette yer ehlinden! Semâ ehlinden nasıl koruyabili­riz?” deyince; “Allahü teâlânın takdir etmediği hiç bir şey semâda da ol­maz. Herkesin işlerine vekil olan iki melek vardır. Kaderi olarak takdir edilen şeyler başına gelinceye kadar, her şeyi ondan uzaklaştırırlar. Ka­derde olan başa gelince de, kaderi ile onu başbaşa bırakırlar.” buyurdu­lar.

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Bedreddîn Serhendî hazretlerine, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin gönderdiği bir mektup:

“Allahü teâlânın ismine sığınarak, mektubumu yazmağa başlıyorum. Kazâ ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklayan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kazâ ve kaderin esrârını, din câhilleri anlayamayıp, doğru yoldan kayar. İnsanları işlerinde mecbûr, esir veya hâkim, yaratıcı san­mak tehlikesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsilerin özür, bahâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygam­bere ve akrabâsına ve Eshâbının hepsine bizden iyi duâlar ve selâmlar olsun! O’nun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itâat edenlerin ve kadere inanıp, kazâya râzı olanların en iyisidir.

Kazâ ve kader bilgisini, çok kimseler anlayamamış, doğru yoldan ay­rılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmış­tır. Bunlardan bir kısmı, insanların isteyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yaptığını, iste­yerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin, İslâmiyeti iyi anlıyanların sözü­dür. Bunlar, “Fırka-i nâciye” ismi ile müjdelenmiş olan, “Ehl-i sünnet ve cemâat”dir. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda giden­lerden râzı olsun! Bunlar birinci ve ikinci kısımda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Câfer-i Sâdık’tan şöyle sordu: “Allahü teâlâ, insanla­rın istekli işlerini onların arzûsuna bırakmış mıdır?” O da; “Allahü teâlâ, rübûbiyyetini (yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü) âciz kul­larına bırakmaz.” buyurdu. “Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?” diye sorunca da; “Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günah işletip, sonra Cehennem’e sokmak, O’nun adâletine yakışmaz.” buyurdu. “O hâlde, in­sanların, istekli hareketi, kimin arzûsu ile oluyor, kim yapıyor?” diye sordu. O da; “İşleri insanların arzûsuna bırakmamış ve kimseyi cebr et­memiştir. İkisi arası olagelmektedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz.” buyurdu.

İşte, Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki kulların ihtiyârî, istekli hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekte, yaratmaktadır. O’nun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile “yaratılır” ve bizim kudretimiz ile “kesb edilmiş” olur.

Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dediler ki: “Siz, Allahü teâlâya ka­vuşmak için hemen ölmeyi mi arzu edersiniz? Allahü teâlâya daha fazla ibâdet edebilmek için daha çok yaşamayı mı arzu edersiniz? Yoksa hiç­bir şey düşünmeden Allahü teâlânın takdirine râzı olup susmayı mı tercih edersiniz?” Buna cevab olarak; “Ben hiçbir şey demem. Allahü teâlâ be­nim hakkımda neyi irâde edip takdir etmiş ise, ben onu isterim. Onu se­verim ve ondan râzı olurum.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu ce­vaptan çok memnun oldular. Topluluğun içinde olan Süfyân-ı Sevrî kal­kıp Ebû Osman Vüheyb’e sarıldı ve alnından öpüp; “En doğrusunu sen söyledin.” buyurdular.