Kasaba kurma - kainatingunesi.com

Kasaba kurma

Mir’ât-ı Kâinât” kitabında diyor ki: Gemideki seksen kişi dışarı çıkınca bir kasaba kurup, Medînetü’s-Semânîn (Seksenler şehri) ismini verdiler. İbn-i Abbâs’dan (r. anh) rivâyet olunmuştur ki, bu seksen kişinin her biri kendi için birer ev yapıp, kasabanın adını Sûk-i Semânin (seksenler çarşısı) koydular. Sonra çoğalınca, Bâbil diyârına varıp, orada da şehir kurdular. Nüfusları zamanla artıp yüzbini buldu. Hepsi müslüman idiler.

Nuh’un (a.s) evladı zamanla daha da çoğalarak yer yüzünün her tarafına dağıldı.Diğer insanlar bunlardan çoğaldı.Bunun için Hz. Nuh’a Ebü’l-beşer-i sânî (insanoğlunun ikinci babası) ve Adem-i sânî (ikinci Âdem (a.s)) de denilmiştir. Nuh’un (a.s) üç evladı vardı:

Sâm, Hz. Nuh’un büyük oğlu olup, akıl ve fazîlette, salih bir zat olmakla kardeşlerinden üstündü. Yüksek babasındaki nurlardan, gizli marifetlerden pek çok îstifade etmiş, çok şeylere kavuşmuş idi. Babasından sonra bütün müslümanlara halife oldu. Hz. Nuh’un hayırlı dualarına çok mazhar olmuştu. Bu fazileti sebebi ile, bir çok peygamberden başka üstünlük ve şeref sahibi pek çok kimse onun temiz neslinden gelmiştir.

“Mir’ât-ı kâinât” kitabında bildirildiğine göre Sâm’ın (r.aleyh) Hz. Nuh’dan sonra peygamber olduğu da söylenmiştir. Keldânîler, Âsûrîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler ve Arablar onun soyundandır.

Rivâyet edilir ki, Hz. Nuh’un vefâtı yaklaştığında, oğlu Sâm’ı yanına çağırıp şöyle söyledi: “Oğlum, sana iki şeyi tavsiye ediyor, iki şeyden de menediyorum. Sana yasak ettiğim iki şey; Allâhü teâlâya şirk koşmak ve kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.

Sana tavsiye edeceğim iki şey de şudur ki, bunlar; Allahü teâlâya yönelmeyi arttırır. Bunlardan birisi, Lâilâhe illallah diğeri ise Sübhânallahdır. Çünkü Sübhânallah, mahlûkâtın duâsıdır. Onlar bununla rızıklanırlar.

“Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî “ deki bir hadîs-i şerîfde meâlen buyuruldu ki: “Yerleri ve gökleri terazinin bir kefesine, kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah) ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe elbette ağır gelir. “

Hâm, Hz. Nuh’un diğer oğlu olup, Hindistan,Habeş ve Afrika halkı soy itibârı ile buna bağlıdır.

Yâfes de Hz.Nuh’un oğullarındandır. Çin, Rus, Sılav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes beş yüz yaşında iken suda boğuldu. Binlerce torunu (neslinden gelenler)

Asya’nın ortalarında yerleşti. Doğu Asya’ya ve o zaman mevcût olan kara yolları ile, okyanus adalarına yayıldılar. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Nuh’un (a.s) dinini ve nasihatlerini unutarak, yıldızlara, güneşe, heykellere tapınmaya başladılar.

Ankebût sûresinin 14 ve 15. Âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Biz Nuh’u, onları imâna dâvet etsin diye kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kaldı. Nihayet davetinin te’siri olmayınca, onlar zülümde devam edip dururlarken, kendilerini tûfan yakalayıverdi.

Nuh’a ve sefinede onula beraber olan mü’minlere tufandan kurtuluş verdik ve onu (gemiyi veya tûfan hâdisesini) âlemlere ibret kıldık ( ki sonra gelenler ibret alsınlar).”

Fahrüddîn-i Râzî (r.aleyh) bu âyet-i kerimelerin tefsîrinde, Nuh aleyhisselâmın ümmeti arasında dokuz yüz elli sene kaldığının bildirilmesindeki hikmet ve faydayi şöyle anlatıyor: Kureyş kafirlerinin İslâm’a girmemesi ve müşriklikte ısrâr etmeleri sebebiyle  Resûlullah efendimiz (s.a.v) üzülüyordu. Bu sebeple Allahü teâla sevgili habîbini teselli buyurarak, Nuh’un (a.s) kavmi arasında 950 sene kaldığını, onları hak dîne davet ettiği hâlde, pek az kimsenin ona inandığını, buna rağmen onun sabrettiğini bildirdi. Muhammed aleyhisselâmın ise, Hz. Nuh’a göre kavmi arasında daha az kaldığını; imân edenlerin ise daha çok olduğunu, bu bakımdan  O’nun sabretmeye daha lâyık olduğunu bildirerek teselli buyurdu.

Yine bu ayet-i kerimede; “… onlar zulme devam edip dururlarken kendilerini tûfan yakalayıverdi” buyurdu. Burada bir incelik vardir. Allahü teâlâ sadece zulülümden dolayı azâp etmez. Böyle olsa idi, zulmedip sonra tövbe edene de azab ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allahü teâlâ, ancak, zulme ısrar edildiği zaman azab eder. Nitekim, Allahü teâlâ onları, zulme devam ettikleri için helâk etti. Yoksa zulmü terketselerdi, Allahü teâlâ onları helak etmezdi.

Yûnus sûresinin 73. Ayet-i kerimesinde meâlen buyuruldu ki: “ Onlar Nuh’u yalanlamakta ısrar ettiler. Biz de Nuh’a ve gemide onunla birlikte bulunan kimselere, selâmet, kurtuluş verdik ve onları yeryüzünde halîfeler kılldık. ( Onları suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine kâim eyledik.) Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da tûfânla gark ettik. ( Suda boğduk. Şu halde ey Habîbim!) Bir bak ki, kendilerine gönderdiğimiz peygamberler Allahü teâlânın azabıyla kokuttuğu halde, imân etmeyenlerin hali nice oldu.” İnanmayanlar korku ve dehşet veren azab dalgaları içinde mahv-ü perişan olup gittiler. İşte bu, tarihi bir hakikattir. Bütün inkârcı kimseler bu gibi âkibetleri düşünüp de ibret almalı, uyanmalıdır.

Kur’ân-ı kerîmin  bu beyanatı peygamber efendimize (s.a.v) bir teselli ve inkârcılar için de küfürden sakındırma ve bir tehdittir.

Allahü teâlâ, Nuh (a.s) ile kavmi arasında cereyan eden konuşmaları, beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmede de neticeyi bildirmiştir. Burada îmân sahiplei için iki husus vardır.

  • Allahü teâla onları kâfirlerden kurtardı.
  • Allahü teâlâ, tufanda boğularak helak olanların yerine Hz. Nuh’u ve iman eden mü’minleri bıraktı.

Yine burada kâfirler için şu husus vardır: Allahü teâlâ onları tufanda boğulmaları sûretiyle helâk etti.

İnansın, inanmasın herhangi bir kimse bu kıssayı okuyup dinlediği zaman, kendi kendine düşünür. Bu kıssa inanmayanların; Nuh (a.s) kavmine gelen bela gibi, kendilerine de gelmesinden korkmalarına ve îmân edip iyi işlere yönelmelerine sebep olur. Mü’minlerin de, îmânlarında sebât etmelerine, kötülüklerden sakınmalarına yol açar. Kötülükten sakındırmak ve iyiliğe teşvik etmek için başvurulan bu yol, yâni geçmiş ümmetlerin hâllerini bildirmek daha te’sirli olmaktadır.

Yine Yûnus sûresinin 74 âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh’dan kavimlere peygamberler gönderdik. O peygamberler kavimlerine, peygamberliklerini isbât eden açık mûcizeler getirdiler. Fakat, o kavimler evvelce yalanlamış oldukları şeylere, yine, îmân eder olmadılar. İşte bunlar gibi hakdan bâtıla koşan, haddi aşmış olanların kalbleri üzerine böylece mühür basarız.”

El-Besâir li-münkir-it-tevessüli  bi-ehl-li-mekâbir” kitabında, Nûh (a.s.) hakkında diyor ki: Nûh (a.s.) kavmi arasında, 950 sene kaldı. İnsanları gece, gündüz; gizli ve âşikâre olarak hak dîne dâvet etti. Bu dâveti sırasında, kavminden ezâ ve cefânın her türlüsünü gürdü. Fakat, bütün bunlar onu, hak dîne dâvet vazifesini yerine getirmekten alıkoymadı. Sonunda onların, hakîkati kabûl etmelerinden ümîdi kesilince; Kamer sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde bildirdiği gibi, Allahü teâlâ’ya duâ ederek; “(Ya Rabbi!) Ben (kavmim arasında) mağlup oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al!” dedi. Nûh’un (a.s.) ağzından bu birkaç kelime çıkmıştı. Fakat  te’siri çok oldu.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, çok şükredici  bir kul olarak  medhettiği Hz. Nûh’un bu sözünden sonra, katında kadri çok yüksek olan bu kulunun duâsı sebebiyle, kuvettli bir şekilde yağmur yağdırdı. Yine yer, Allahü teâlânın emri ile, içinde bulunan suları dışarı attı. Bu sırada yer, korkunç bir hâl aldı. Semâdan inen ve yerden fışkıran sular birbirine kavuşunca, her yeri kaplayan bir tûfan meydana geldi. Böyle korkunç bir tûfanda, Allahü teâlâ yeryüzündeki bütün kâfirleri suda boğdu.

Gençleri bile ihtiyarlatan bu korkunç tûfanda, Hz. Nûh ve ona îmân edenler dağ gibi dalgaların üzerinde giden gemide rahat bir hâlde idiler. Hiçbir korku ve üzüntüleri de yoktu. Onlara, tûfandan azıcık olsun bir serpinti bile gelmedi. Çünkü Allahü teâlâ bu gemi hakkında, Kâmer sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde; “Nezâretimiz, muhâfazamız altında, akıp gidiyor, hareket ediyordu” buyurdu. Hiç, Allahü teâlâ tarafından korunan, O’nun muhâfazasında bulunan bir gemi ve içindekiler için bir korku olabilir mi?

Allahü teâlâ katında Hz. Nûh’un derecesi o kadar yüksek idi ki, onun gadaplanması ile; Allahü teâlâ, gökler, yer ve hava gadaba geldi. Bu, öyle bir gadaplanma idi ki, yeryüzünde değişikliğe uğraması icâbeden ne kadar yer varsa değişikliğe uğrayıncaya ve yeryüzünde kâfirler kalmayıncaya kadar dinmedi. Nûh’un (a.s.) yüksekliği, üstünlüğü buradan da anlaşılmaktadır.

Kamer sûresinin 9-16. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Mekke kâfirlerinden yâni Kureyş kavminden evvel Nûh’un kavmi de kulumuz Nûh’u yalanladılar. Mecnûn dediler ve (çeşit çeşit eziyetlerle) tebliğ vazifesine devâm etmekten vaz geçirmek için zorladılar. (Hz. Nûh’a; kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O halde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikam alma vakti gelmiştir diye vahyolundu.) (Hûd sûresi:36) (O da bu vahiyden sonra; “Ya Rabbi!) Ben (kavmin arasında) mağlup oldum. Artık sen onlardan benim intikamımı al! diye Rabbine duâ etti. Bunun üzerine biz de semânın kapılarını açtık. (Kırk gün devamlı olarak şiddetli yağmur yağdırdık) Yeri de kaynaklar halinde tamamen fışkırttık da her iki su ezelde takdir edilmiş bir emir üzerinde (takdir edilmiş olan, onların helâkları vazifesini ifâ husûsunda) birleşiverdi. Biz Nûh’u ve ona tâbi olan mü’minleri yassı tahtalardan yapılmış gemi ve geminin tahtalarını birbirine rabteden, (bağlayıp yapıştıran) mıhlar (çiviler) üzerinde götürdük. O gemi nezâretimiz ve muhafazamız altında akıp gidiyor, hareket ediyordu. Biz bunu kendisine küfrân-ı nîmette bulunan Nûh’a bir mükafat ve îmân etmeyip küfredenlere bir cezâ olarak yaptık. (“Tefsîr-i Mahzarî” de diyor ki: “Şüphesiz ki her peygamber, ümmetine Allahü teâlânın bir nîmeti ve bir rahmetidir.” Bu nîmetin şükrünü, îmân ederek yerine getirmeyenler, küfrân-ı nîmette bulunanlar helâk olmuşlardır. Zirâ nâil olduğu nîmetin kıymetini bilmeyenler, dâimâ felâkete mâruz kalmışlardır.)

Hiç şüphe yok ki, biz Nûh’un gemisini âleme ibret olarak, (Uzun müddet Cûdi dağı üzerinde) terkettik. (“Tefsîr-i Mazharî”de buyuruluyorki: “Nûh’un (a.s.) gemisi, Cezîre’de Cûdî dağı üzerinde çok uzun zaman kaldı. Hattâ bu ümmetin önce gelenlerinin, gemiyi gördükleri bildirilmiştir.”) Bizim alâmet olarak terkimiz üzerine ibret alan ve bunun  ne gibi san’atlara muhtaç olduğunu düşünüp, ibret alanlar var mıdır?

(“Tefsîr-i Tibyân”da diyor ki: “Denildi ki, bu hadiseden evvel insanlar, sefînenin ne olduğunu bilmezlerdi. Bundan sonra gemiyi görünce onu numune edinip, kendilerine gemiler yaptılar. Allahü teâlânın izni ile denizlerde gemilerle yol aldılar.”) O hâlde dikkatle tefekkür eyle ki, peygamberlerim, kendilerini azâpla korkuttukları hâlde; îmâna gelmeyenlere benim azâbım nasıl oldu?”

Hz. Nûh’a Nuh denildi: Hz. Nûh, Allahü teâlânın korkusuyla çok ağlayıp, göz yaşı döktüğü için Nûh denilmiştir. Niçin Nûh denildiğine dâir daha değişik rivâyetler de bildirilmiştir. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (r.aleyh) ise tefsîrinde, bir insana, ismi, herhangi bir sıfatından dolayı verilmeyeceğini bildirmektedir.