KİBR - kainatingunesi.com

 

KİBR

12 – Kalb hastalıklarının onikincisi (Kibir)dir. Kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kendini ondan üstün görmekle, kalbi rahat eder. (Ucb) da kendini ondan üstün bilmektir. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibir; kötü huydur. Haramdır. Hâlıkını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Çok din adamı, bu kötü hastalığa yakalanmıştır. Hadis-i şerifte, (Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez) buyuruldu. Kibrin aksine (Tevâdu’) denir. Tevâdu’ kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir. Tevâdu’, insan için çok iyi bir huydur. Hadis-i şerifte, (Tevâdu’ edene müjdeler olsun) buyuruldu. Tevadû’ sahibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Mâlını helâldan kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadis-i şerifte, (Tevâdu’ eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır) ve (Allah için tevâdu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyuruldu. Tekebbür edene, yâni kibir sahibi olana karşı tekebbür etmek câizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sahibidir. Kibir sahibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevaptır. Kibir sahibine karşı tevâdu’ eden kimse, kendisine zulmetmiş olur. Bid’at sahiplerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek câizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Harbde düşmana karşı tekebbür etmek sevaptır. Bu tekebbüre (Huyelâ) denir. Sadaka verirken, neşe ve sevinç ile karışık tekebbür etmek lâzımdır. Sadaka verenin tekebbür etmesi, fakire karşı değildir. Verdiği mâlı küçültmektir. Mâla kıymet vermediğini gösterir. Hadis-i şerifte, (Veren el, alandan yüksektir) buyuruldu. Riyâ, gösteriş yapanlara karşı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâdu’ göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, yâni aşırı olmaması lâzımdır. Aşırı olan tevâdu’a (Temelluk) denir. Temelluk, ancak üstâda ve âlime karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. Hadis-i şerifte, (Temelluk, müslüman ahlâkından değildir) buyuruldu. Şiir:

Muallim ile tabîbe

temelluk etmek lâzımdır.

Biri bâtın, biri zâhir,

tedâvîsine hâdimdir.

 

Kibir çeşidlerinin en kötüsü Allahü teâlâya karşı kibrli olmaktır. Nemrûd böyle idi. Tanrı olduğunu ilân etti. Allahü teâlânın nasihat vermek için gönderdiği Peygamberi ateşe attı. Fir’avn da böyle ahmaklardan biri idi. Mısırda ülûhiyyetini ilân etti. Ben sizin güçlü tanrınızım dedi. Allahü teâlâ, nasihat vermek için, Mûsâ aleyhisselâmı gönderdi. Buna inanmadı. Allahü teâlâ, onu Süveyş denizinde boğdu. Bunlar gibi, bu dünyanın yaratıcısına inanmayanlara (Dehrî), ateist denir. [Her asırda  böyle ahmaklar gelmiştir. Mao gibi, Stalin gibi zâlimler, milyonlarca insanı öldürerek ve işkence yaparak ve din, islâm adamlarını ve kitaplarını yok ederek, milletlerini sindirmişler, korkutmuşlardır. Her istediklerini zorla yaptırarak şımarmışlardır. İlâha, mâbuta mahsûs üstünlüklere mâlik olduklarını sanmışlar ve söylemişlerdir. İslâm kitaplarının yurdlarına sokulmasını, okunmasını yasak etmişler, dinden, Allahü teâlâdan bahs edenleri öldürmüşlerdir. Allahü teâlânın kahrından, gadabından kurtulamayıp yok olmuşlar. Tarihte geçen bütün zâlimler gibi, lânet ve nefret ile anılmışlardır. İhtilâl ve hîle yolu ile, bazı arab memleketlerinin başına geçen, zehirli propagandalarla beyinleri yıkanmış, zâlimler, diktatörler de, o ateistleri taklîd ediyor, islâm düşmanlığı yapıyorlar. Tarih kitaplarında okudukları zâlimlerin feci âkıbetlerinden ibret almıyorlar. Dünyada, âhırette başlarına gelecek olan azâbları, felaketleri hiç düşünmiyorlar.]

Resûlullaha karşı da tekebbür edenler çok işitildi. Allahın gönderdiği Peygamber bu mudur? dediler. Bu Kur’an, Mekke şehrinin ileri gelenlerine indirilseydi iyi olurdu dediler. Tarih boyunca, islâmın büyüklerine karşı da, böyle tekebbür edenler, alay edenler, hiç eksik olmadı. Bu tekebbürler, âciz, zayıf, elinden birşey gelmeyen, hattâ kendinden ve bedeninin yapısından haberi olmıyan kulun, kendi mâlikine, sahibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle iblis de, böyle tekebbür etti. Meleklere, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın diyerek, Rabbine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan ve topraktan üstün sandı. Hâlbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil, tevâdu’ göstermektedir. Cennette toprak vardır ve misk gibi kokacaktır. Cennette ateş yoktur. Ateş, Cehennemde azâb vâsıtasıdır. Ateş, harap etmeye, toprak, binâ yapmaya yarar. Mahlûklar toprak üstünde yaşamaktadır. Hazîneler, defîneler toprakta bulunur. Kâbe topraktan yapılmıştır. Ateşin ışığı gecelere son verir, gündüzü getirir ise de, topraktan çiçekler, meyveler hâsıl olmaktadır. Kâinâtın, varlıkların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın yeri topraktır.

Hadis-i şeriflerde, (Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûstur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) ve (Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete girmeyecektir) buyurdukta, güzel elbise giymeyi ve temiz nalın kullanmağı seven kimse, böyle midir? denildi. Cevabında, (Allahü teâlâ cemildir. Cemâl sahiplerini sever) buyurdu. [Çirkin, iğrenç olmamak için, çirkinlikle meşhûr olmamak için yapılan temizliğe, güzelliğe, cemâl sahibi olmak denir. İhtiyâç eşyasını, hoş ve sevimli görünecek şekilde kullanmak, cemâl olur. Süslenmek, güzel görünerek, başkasına üstünlük sağlamak için, bedeninde, elbisesinde, eşyasında yapılan değişikliklere zînet denir. Bedenini, sıhhatini, şerefini, değerini korumak için ihtiyaç olunandan fazla şeylerdir. Erkeklerin her yerde, kadınların ise, yabancı erkeklerin yanında, zînet eşyası kullanmaları câiz değildir.] Allahü teâlânın her işi güzeldir. Ahlâkı güzel olanları sever. Bu hadis-i şerif, kibir sahiplerinin, diğer günah işliyenler gibi, azâbsız hemen Cennete giremiyeceklerini bildirmektedir. Cennete girmeyenlerin gidecekleri yer Cehennemdir. Çünkü, âhırette bu ikisinden başka gidecek yer yoktur. Zerre kadar îmanı olan, Cehennemde sonsuz kalmayacak, Cennete gidecektir. Büyük günah işleyip de tevbe etmeyen, şefaate, affa kavuşmayan mümin, Cehennemde, günahlarının karşılığı olan azâbları çektikten sonra, çıkarılacak, Cennete sokulacaktır. Cennete giren, Cennetten hiç çıkmayacaktır. Hadis-i şerifte, (Kibri ve hıyâneti ve kul borcu olmayan mümin, hesapsız Cennete girecektir) ve (Kul hakkı, müminin aybı, kusurudur) buyuruldu. Nafaka için ödünç almak ve mâlı olunca, hemen ödemek lâzımdır. Yukardaki hadis-i şerifte, ihtiyaç olmadan alınan ve malı olunca ödenmeyen ve haram yollarla alınan borç ve zevcesine olan mehr borcu ve din bilgisi öğretmek borcu bildirilmektedir. Resûlullah vefât edeceği zaman, (Yâ Ali! Filan yahudiye borcum vardır. Onu öde!) buyurdu. Yahudiden ödünç arpa almıştı. Ödenmesi için vasıyet buyurdu. Yahudi âlimlerinin büyüklerinden iken, Resûlullah ile bir kere konuşmakla, hak Peygamber olduğunu anlayarak îmana gelen Abdüllah bin Selâm, sırtında odun demeti taşıyordu. Bunu görenler, o kadar çok mâlın, paran var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun dediklerinde, nefsimi Kibirden kurtarmak için dedi. Zenginin, hammâl ücreti vermemek için, mâlını kendi götürmesi, tezellüldür, aşağılıktır. Sünnete uymak ve nefsini kırmak için götürmesi iyidir ve sevaptır. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmıyacak, hepsine çok acı azâb yapacaktır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükûmet reîsi ve kibrli olan fakir) buyuruldu. Ömer, Şâma gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, emrinde olanlarla birlikte karşıladı. Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünkü, kölesi ile nevbet ile biniyorlardı. O saat, binme sırası köleye gelmişti. Kendisi yuları tuttu, su kenârından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını suya soktu. Şâm ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde, yâ halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şâmlılar, bilhâssa rûmlar, müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmiyecekler deyince, yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. İşitenler insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, müslüman olmakta ve ibâdet yapmakta olduğunu anlamıyacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. [Acem şâhlarının elinde esîr idik.] Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder. Herşeyden aşağı eder buyurdu. İzzet, islâmdadır. İslâmın ahkâmına uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzuru, saadeti başka şeylerde arayan zelîl olur dedi. İslâmın emirlerinden biri tevâdu’dur. Tevâdu’ gösteren azîz olur. Yükselir. Tekebbür eden zelîl olur.

Bir hadis-i şerifte, (Kıyâmet günü, dünyadaki kibir sahipleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmaktan me’yûs oldukları için Bolis denilmiştir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecektir) buyuruldu. Medîne vâlîsi olan Ebû Hüreyre, odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd, bunu tanıyarak, yanındakilere, yol verin, emîr geliyor dedi. Gençler vâlînin böyle tevâdu’una hayret ettiler. Hadis-i şerifte, (Önceki ümmetlerde kibir sahibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu) ve (Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibrsizlik alâmetidir) buyuruldu.

Kibrin başlıca yedi sebebi vardır: İlm, yâni din bilgileri, ibâdet, neseb, cemâl, kuvvet, mâl, mevkı’. Bu sıfatlar câhillerde bulununca kibre sebep olurlar.

İlim kibre sebep olduğu gibi, kibrin ilâcı da ilimdir. Kibre sebep olan ilmin ilâcı çok zordur. Çünkü ilim, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilim sahibi kendini üstün ve şerefli sanır. Böyle kimsenin ilmine cehl demek daha doğru olur. Hakîkî ilim, insana aczini, kusurunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Hâlıkına karşı korkusunu ve mahlûklara karşı tevâdu’unu arttırır. Kul haklarına önem verir. Böyle ilmi öğretmek ve öğrenmek farzdır. Buna (İlm-i nâfi’) denir. İhlâs ile ibâdet etmeye sebep olur. Kibre sebep olan ilmin ilâcı iki şeyi bilmekle olur. Birincisi, ilmin kıymetli, şerefli olması, sâlih niyete bağlıdır. Cehâletten ve nefsinin hevâsından kurtulmak için öğrenmek lâzımdır. İmâm olmak, müftî olmak, din adamı tanınmak için öğrenmemek lâzımdır. İkincisi, ilmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Hadis-i şerifte, (Allah için olmayan ilmin sahibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır) buyuruldu. Mâl, mevkı’ ve şöhret için ilim sahibi olmak böyledir. Dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, yâni dîni dünyaya vesîle etmek, altın kaşıkla necâset yimeye benzer. Dîni dünya kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadis-i şerifte, (Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır) buyuruldu. Fen bilgilerini dünya menfaati için öğrenmek câizdir. Hattâ lâzımdır. Hadis-i şerifte, (Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvânlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır) buyuruldu. Yerde ve gökte bulunan mahlûkların hepsinin tesbîh ettiklerini Kur’an-ı kerim haber veriyor. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadis-i şerifindeki âlim, Resûlullahın yolunda olan, Onun yoluna uyan din âlimi demektir. İslâmiyete uyan âlim, etrâfına ziyâ saçan ışık kaynağı gibidir. (Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına toplanıp, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düştün derler. Evet, günahtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını çekiyorum der) ve (Mîraç gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşten makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını Cebrâîle sordum. Ümmetinin hatîblerinden, vâizlerinden, kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir dedi) ve (Cehennem zebânîleri, günah işliyen hâfızlara, puta tapanlardan daha önce azâb yapacaklardır. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmiyerek yapılandan daha kötüdür) hadis-i şerifleri meşhûrdur. Eshâb-ı kirâm çok âlim oldukları için küçük günahlardan da, büyük günahlar gibi korkarlardı. Buradaki hâfızlar, Tevrât hâfızları olsa gerektir. Çünkü günah işleyen müslümanlara kâfirlerden daha şiddetli azâb yapılmayacaktır. Yâhut, bu ümmetten olup da, günahlardan, haramlardan sakınmaya önem vermeyip, kâfir olan hâfızlardır. Hadis-i şerifte, (Âlimler devlet adamlarına karışmadıkca ve dünyalık toplamak peşinde olmadıkca, Peygamberlerin emînleridir. Dünyalık toplamaya başlayınca ve hükûmet adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar) buyuruldu. Emânetcinin kendisine bırakılan mâlları muhâfaza etmekte emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmaktan muhâfaza etmekte emîn olması lâzımdır. Resûlullah, Kâbeyi tavâf ediyorken, hangi insan daha kötüdür? diye soruldu. (Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür) buyurdu. Çünkü âlimler, bilerek günah işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm, (Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mani olur) dedi. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, sanat eseridir. İçi ise, pislik doludur. Hadis-i şerifte, (Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmıyan din adamınadır) buyuruldu. Bunun için, münâfıklar, yâni müslüman görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir. Çünkü, bunlar işittikleri, bildikleri hâlde, inat ederek, kâfir olmuşlardır. İlim sahibi, yâni din bilgilerini öğrenen kimse, yâ sonsuz saadete kavuşur, yâhut nihâyetsiz felakete düçar olur. Hadis-i şerifte, (Cehennemde azâb çekenlerden bazıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşten daha fazla azâb verir. Sen ne günah işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun denildikte, ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım der) buyuruldu. Ebûdderdâ diyor ki, (İlmi ile âmil olmıyan din adamına âlim denilmez.) İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on aded kılınç ve çeşidli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkca, bu silâhların faydası olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mes’ele öğrense, bunları kullanmadıkca, faydalarını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilâcı bulunsa, kullanmadıkca, faydasını görmez.

(Âhir zamanda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fâsık olacaktır) hadis-i şerifinde bildirilen fâsık din adamları, dünyalık ele geçirmek için, hükûmet adamları arasına karışacaklardır. Süfyân-ı Sevrî diyor ki, Cehennemde ateşten bir vâdî vardır. Bu vâdîde, hükûmet adamları arasına karışan riyâkâr hâfızlar azâb göreceklerdir. Yine Süfyân diyor ki, ilimde o kadar ilerledim ki, bir âyet-i kerimeye otuzüç türlü mâna veriyordum. Sultânın ziyâfetine gittim. Yidiğim lokmaların te’sîri ile bildiklerimin hepsini unuttum. Muhammed bin Seleme diyor ki, dünya menfaati için hükûmet adamlarının kapısında bekliyen bir hâfızın hâli, pislik üzerine konmuş olan sineğin hâlinden daha kötüdür.

(Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, insanlara öğretmiyen kimseye, kıyâmet günü ateşten yular bağlanacaktır) hadis-i şerifi, yukarıda bildirilmişti. İlmi, ehlinden saklayan din adamları böyle olacaktır. Nisâ sûresinin, (Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!) meâlindeki beşinci âyet-i kerimesi, alçaklara, münâfıklara ilim öğretmeyi men etmektedir.

(İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hattâ, islâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaklardır. Sonra, hâfızlar türeyecek, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır) hadis-i şerifinden anlaşılıyor ki, riyâ ile okumaları ve tekebbür etmeleri kendilerini Cehenneme sürükleyecektir.

Hadis-i şerifte, (Âlim olduğunu söyliyen kimse, câhildir) buyuruldu. Her sorulana cevap veren, her gördüğünden mâna çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, câhilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır. Resûlullaha, en kıymetli yer neresidir, denildikte, (Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim) demiştir. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormuş, ondan da, aynı cevabı almıştır. O da, Allahü teâlâya sormuş, (Mescidler)dir cevabını almıştır. A’râf sûresinin (Affet ve mârufu emret) meâlindeki yüzdoksansekizinci âyet-i kerimesi gelince, Cebrâîl aleyhisselâmdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmiştir. Tekrar geldiğinde, Allahü teâlâ, (Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulmedenleri affet!) emrini verdi dedi. Şa’bî, kendisine sorulanlardan birini bilmiyorum deyince, sen Irak memleketinin müftîsisin. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf, bir sü’âle bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-mâldan maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun, dediler. (Beyt-ül-mâldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetişmezdi) dedi. Nefsine uymayan câhil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile arkadaşlık etmekten iyidir. Din adamı olduğu için tekebbür etmek, câhil olmanın alâmetidir. Çünkü, ilim, tevâdu’a sebep olur, Kibirden men eder.

Tekebbür etmek haramdır. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve Kibriyâ sıfatı, ona mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkca, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeye cesaret edemez. Bunun için, Peygamberler, tevâdu’ sahibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucb gibi kötü huylar hiç yoktu. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibrli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sahibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce, bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim, demelidir. Kendinden daha yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden daha çok ibâdet etti, demelidir. Gençleri görünce, bunların günahı az, benim günahlarım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkîr etmek lâzımdır, demelidir. Bir bid’at sahibini veya kâfiri görünce, insanın hâli son nefeste belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak, demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Fakat, bunları sevmemelidir. Hele, küfrü, bid’ati yaymaya uğraşanlar, Resûlullahın sünnetine düşmandırlar. Sünnetin nûrlarını söndürmeye ve bid’ati, dalâleti yaymaya ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötülemeye ve âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış mânalar vererek, islâmiyeti içerden yıkmaya çalışmaktadırlar.

[Şirketimizin bütün yayınları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme edilmiştir. Kendi düşüncelerimiz değildir. Kitaplarımızın hepsinde, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüklerini, üstünlüklerini gençlere duyurmaya çalışıyoruz. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak için, tek çârenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında gösterilen yol olduğunu bildiriyoruz. Bu saadet, kurtuluş yolunu insanlığa tanıtmaya uğraşıyoruz. Buna karşılık, hiçbir dünya menfaati düşünmiyoruz. Kimseden birşey beklemiyoruz. Bid’at sahipleri, mezhepsizler, her çeşit islâm düşmanları, kitaplarımızın okunmasını, yayılmasını istemiyebilir. Kitaplarımıza karşı şeytanca iftirâlar yapabilirler. İlm sahibi olmadıkları için, ilmî bir kusur bulamıyorlar. Kitaplardan para kazanıyor. Menfaat sağlıyor da diyemezler. Bu kitaplar bozuktur. Bunları okumayınız diyenler oluyor. Neresi bozuk? Gösterin denildikte, öyle işittik, öyle imiş diyorlar. Elhamdülillah! Uyanık gençler, bu bölücülere aldanmıyor. Okuyanlar, hep artıyor.]

Bu yıkıcıları, bölücüleri de sevmemelidir. Fakat, insanın kendi günahlarını unutmaması ve ezelde kendi hakkında nasıl takdîr olunduğunu ve son nefesinin nasıl olacağını düşünmesi lâzımdır. Âhırette kimin kimden üstün olacağı, dünyada kesin olarak bilinemez. Çok din adamı, kâfir olarak can vermiştir. Çok kâfirlere de îman ile can vermek nasip olmuştur. Şimdi, kâfire Cehennemlik, kendine Cennetlik diyen kimse, gaybı bildiğini iddiâ etmiş olur. Bu ise, küfürdür. Onun için, kimseye tekebbür etmek câiz değildir.

(Kâfire ve bid’at sahibine nehy-i münker yapmak, nasihat vermek lâzımdır. Kendini bunlardan aşağı gören kimse, onlara nasıl nasihat verebilir? Bundan başka, âdet-i ilâhiyye şöyledir ki, insan nasıl yaşadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmuş ise de, nâdirdir. Hem de, Allahü teâlâ, müminleri medh etmekte, îmansızlardan üstün olduklarını bildirmektedir) denirse, buna cevap olarak deriz ki, onları sevmemek lâzım olması, Allahü teâlâ (Sevmeyiniz!) dediği içindir. Onlardan daha üstün olduğumuz için değildir. Sultan, küçük oğlunu, hizmetçisi ile bir yere gönderirken, çocuk kabahat yaparsa, darılmasını, hattâ dövmesini emreder. Bu da, çocuk kabahat yapınca, onu döver. Fakat döverken, kendisinin çocuktan daha kıymetli olmadığını bilmektedir. Ona tekebbür edemez. Müminin kâfiri sevmemesi, buna benzemektedir. Allahü teâlâ müminlerin, kendilerinin değil, îmanlarının üstün olduğunu bildirdi. Îman kimde bulunursa, o üstün olur. Sonsuz üstünlük, son nefeste belli olur.

İbâdetin kıymetli olması da, şartlara bağlıdır. Müslüman, (mâ-lâ-yâni) ile, yâni faydasız şeyler ile vakit geçirmez. Hz. Ebû Bekr buyurdu ki, biz, bir harama düşmek korkusundan dolayı, yetmiş helâli işlemekten sakınırdık. Bunun için, kimse ibâdetine güvenmemelidir. Çok ibâdet yaptığı için tekebbür etmemelidir. İbâdetin kabûl olması için, niyetin hâlis olması, yâni yalnız Allahü teâlânın rızası için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay değildir. Nefsi temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, haramlardan sakınmak demektir. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini ihlâs ile yapması çok güçtür.

Babaları ile, dedeleri ile övünmek ve tekebbür etmek, câhillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselâmın oğlu idi. Ken’an, yâni Yâm da, Nuh aleyhisselâmın oğlu idi. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü dedeleri, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların sâlih olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.

Kadınların çoğu, güzellikleri ile tekebbür eder. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyyet olan şeyle tekebbür etmek, ahmaklıktır. Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği ile, yâni iyi huyla birlikte olunca kıymetlidir. Kalbin temizliği de, Resûlullahın sünnetine uymakla belli olur. İnsanın kalbine, ruhuna, ahlâkına kıymet verilmezse, insanın hayvândan farkı olmaz. Hattâ hayvânlardan aşağı olur. Pislikle dolu, bozulan, parçalanan bir makina olur. Her zaman beslenmesi, temizlenmesi, tâmîr edilmesi lâzım gelen harap bir makinaya benzer. Böyle kimseye tekebbür etmek yakışır mı? Bunun ancak tevâdu’ göstermesi lâzım olur.

Genç ve kuvvetli olmakla tekebbür etmek de, câhilliktir. Hayvânların mekanik ve his organlarındaki kuvvetleri, insanlardan katkat fazladır. Hayvânların insanlara tekebbür etmesi lâzım olur. Hep kuvvetli kalacağını, hastalığa, tehlikeye, kazaya yakalanmıyacağını kim iddiâ edebilir? Gençliğinden, gücünden, kuvvetinden, hattâ hareketinden, solumasından ayrılmayan kimse görülmüş müdür? Böyle geçici olan, devamı çok kısa olan ve hayvânlarla ortaklaşa bulunan şeylerle tekebbür etmek akla uygun olur mu?

Mâl ile, evlat ile, mevkı’ ile ve rütbe ile tekebbür etmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmıyan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mâl, şeref vesîlesi olsaydı, hırsızların, az zamanda bile olsa, şerefli kimseler olmaları lâzım gelirdi.

(Hıkt) da, tekebbüre sebep olmamalıdır. Hıkt, lügatta kin tutmak, kin beslemek demektir. Kalbinden düşmanlık beslemektir. Kendisi ile aynı derecede olan veya daha üstün olan kimseye kızar. Birşey yapmak elinden gelmediği için, ona tekebbür eder. Tevâdu’ gösterilmesi lâzım olan kimseye tevâdu’ edemez. Onun haklı sözlerini, nasihatlerini kabûl etmez. Herkese karşı ondan daha üstün olduğunu göstermek ister. Ona eziyyet verirse, özr dilemez.

(Haset) de, tekebbüre sebep olur. Onda bulunan nîmetlerin ondan ayrılarak kendisine gelmesini ister. Onun haklı olan sözlerini ve nasihatlerini red eder. Ondan birşey sorup öğrenmek istemez. Kendinden yüksek olduğunu bildiği hâlde, ona tekebbür eder.

(Riyâ) da, tekebbür etmeye sebep olmaktadır. Riyâ ile, gösteriş yaparak, tanımadığı kimseye, başkalarının yanında tekebbür eder. Yalnız oldukları zaman etmez. Böyle kimselerin tekebbüründen kurtulmak için, âlimlerin vekar sahibi olmaları, şereflerine uygun elbise giymeleri lâzımdır. Bunun için, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, sarığınız büyük olsun ve cübbenizin kol ağzı geniş olsun, buyururdu. İnsanlara vaaz ve nasihat edecek kimselerin yeni, temiz elbise giyerek kendilerine cemâl vermeleri ibâdet olur. Hurmet edilmezlerse, sözleri dinlenmez. Çünkü, câhiller, insanın zâhirine bakar. İlminden, ahlâkından anlamazlar.

Çok kimse, kibrli olduğunun farkında değildir. Bunun için, kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır. İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını sever. Kendisine hurmet edildiğini anlıyarak, onlara nasihat vermek istiyen âlimin, kendisi için ayağa kalkıldığını arzu etmesi kibir olmaz. Kendi oturup, başkalarının kendine karşı ayakta durmalarını istemek, tekebbürdür. Hz. Ali, buyurdu ki, (Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını ayakta durduran kimseye baksın!) Eshâb-ı kirâm, Resûlullahı her şeyden çok severlerdi. Geldiği zaman ayağa kalkmazlardı. Çünkü, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla berâber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân, ikindi namazını kıldıktan sonra, câmiin minâresine dayanarak oturmuştu. Yanına zamanın meşhûr âlimlerinden birkaçı geldi. İçlerinde Ahmed bin Hanbel de vardı. Hepsi, ayakta olarak hadis ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevabını verdi. Hiçbirine otur demedi. Hiç biri de, oturmaya cesaret edemedi. Konuşmaları akşam namazına kadar devam etti. Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Sokakta önünde yürümez. Bir kimse, kendisi için ayağa kalkılmasını sever, fakat bu sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi (Meyl-i tabî’î), yâni tabî’at îcâbı olur. Yâhut şeytanın vesvesesinden olur. Her ikisi de, günah değildir. Elinde değildir, irâdesinin dışındadırlar.

Yalnız olarak yürümeyip, arkasından başkalarının da gelmesini istemek, yâhut kendisi hayvân üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibir alâmetidir. Resûlullah, Medînenin Bakî’ kabristanına gidiyordu. Birkaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak öne geçmelerini emir buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi soruldukta, (Ayak sesini işittim. Kalbime Kibirden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım) buyurdu. Kendisine kibir gelmez. Eshâbına ders vermek için böyle yaptı. Ebü’dderdâ diyor ki, kibrli kimsenin arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkca, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar.

Üzerinde hakkı bulunanları, yâni tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibir alâmetidir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek tevâdu’ alâmetidir.

Yanına başkasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evinin işini yapmamak, evine lâzım olan şeyleri satın alıp evine getirmemek ve kullanılmış elbisesini tekrar giymek istememek, hep kibir alâmetidir. İş başında iş elbisesi giymek istememek de, böyledir. Fakirlerin dâvetine gitmeyip, zenginlerin dâvetine gitmek de tekebbürdür. Akrabâsının ve çocuklarının muhtaç oldukları şeyleri te’mîn etmemek ve doğru sözü kabûl etmeyip münâkaşa etmek, kusurunu, kabahatini bildirenlere teşekkür etmemek, herkesin yanında olursa riyâ olur. Hem yalnız iken, hem de başkalarının yanında yaparsa, kibir olur.

Tevâdu’ sahibi olabilmek için, dünyaya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamıyan, hareket edemiyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvânlara, böceklere gıdâ olacaktır. İdam odasına sokulmuş olup, idam olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi dünya zındanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşıyan kimseye tekebbür mü yakışır, tevâdu’ mu? İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette hesaba çekecek, sonsuz azâb yapacak olan, sonsuz kuvvet, kudret sahibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ, (Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu’ edenleri severim) buyuruyor. Âciz, elinden hiçbir şey gelmiyen zevallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu’ üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî diyor ki, (Bütün insanlar, beni olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum). İnsan, kendini herkesten, hattâ İblîsten, Fir’avndan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü, bu ikisi [ve Stalin, Mao ve çömezleri gibi islâm ve insanlık düşmanı olan zâlimler] kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık davâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ, bunlara gadap etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise, merhamet etmiş, îman ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah, yapmadı. Bununla berâber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günah işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum, diyerek tevâdu’ yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, tevâdu’ üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz!) Zimmî denilen gayrı müslim vatandaşlara ve izin ile [pasaport ile] gelmiş olan yabancı tüccârlara, ecnebî iş adamlarına ve turistlere de, tekebbür etmemek lâzım olduğu, bu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Her insana tevâdu’ yapmak lâzım olunca, onlara hıyânet yapmak, incitmek hiç câiz değildir.

[Dâr-ül-harbde bulunan kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına, nâmuslarına saldırmak, orada da hırsızlık, çapulculuk yapmak, can yakmak, kâfirlerin de kanûnlarına karşı koymak, idarecilerine hakâret etmek, huzursuzluk, karışıklık çıkarmak, vergi kaçakçılığı yapmak, nakil vâsıtalarının ücretlerini ödememek ve islâmın şerefine ve güzel ahlâkına yakışmayan herhangi bir çirkin harekette bulunmak câiz olmadığı, bu hadis-i şeriften ve yukarda yazılı açıklamasından da anlaşılmaktadır. Kâfir memleketlerindeki hıristiyan kanûnlarına karşı gelmemek, onları ülül-emrolarak tanımak demek değildir. Allahü teâlâya isyâna sebep olacak emirlere karşı gelinmez. Ülül-emrin de, kâfirlerin de, böyle emirlerine karşı isyân edilmez. Hükümete, kanûnlara karşı gelmek, nerde olursa olsun, fitne çıkmasına sebep olur. Fitneye sebep olmak haramdır. Fıkh kitaplarında, ikrâh kısmında ve Muhammed Mâsumin üçüncü cilt, 55. mektûbunda, bunun açıklaması mevcuttur. Bir kimse, islâm memleketinde veya Dâr-ül-harbde, yâni kâfir memleketinde, Peygamberimizin bu emrine uymıyarak, kâfirlere karşı da edebsizlik, taşkınlık yaparsa, onların idarelerine, karşı gelerek suç işlerse, günah işlemiş olacağı gibi, islâmiyeti ve müslümanları bütün dünyaya karşı barbar olarak tanıtmış olur. İslâmiyete büyük hıyânet yapmış olur.

Cihâd, (Emr-i mâruf ve nehy-i anil-münker) demektir. Birincisi, kâfirlere islâmiyeti tanıtmak, onları küfür felaketinden kurtarmak demektir. İkincisi, müslümanlara ilm-i hâllerini öğretmek, onların haram işlemelerine mani olmaktır. Bunların her ikisi de, üç türlü yapılır. Birincisi, beden ile yapmaktır. Beden ile yâni her türlü harp vâsıtaları ile cihâd yapmak, islâmiyetten haberleri olmayarak, başkalarından görmekle veya zâlimlerin, sömürücülerin baskıları ve işkenceleri ve aldatmaları ile küfre sürüklenmiş olan zevallılara islâmiyeti bildirmeye engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harp vâsıtaları ile dövüşerek, bu zâlim diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilerek, bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zevallı milletler esaretten, kölelikten kurtarılır. Bunlara islâmiyet öğretilerek, seve seve müslüman olmaları teklîf olunur. Kabûl etmezlerse, müslümanlarla birlikte islâm dîninin âdil, hürriyetci ve eşitlik emreden emirleri altında, müslümanlarla aynı haklara mâlik olarak ve kendi dinlerinin îcâblarını ve ibâdetlerini serbestce yapmak sûretiyle yaşamalarına izin verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Yâni devletin ordusu, savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izni olmadan hiçbir müslümanın kâfirlere saldırması, eşkiyâlık yapması câiz değildir. Devletin sulh yaptığı kâfirlerden birini öldüren müslümanı, islâm dîni en ağır cezâya çarptırmaktadır. Görülüyor ki, islâm dîninde, cihâd demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara islâmiyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm ve hakîkî müslüman olan islâm devletleri, meselâ Osmanlılar, hep böyle cihâd ettiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara islâmiyetin ulaştırılmasına, tanıtılmasına mani olan, islâm düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve müslüman ismini taşıyan bid’at sahibi bölücülerle harp ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok ettiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyete kavuşturdular. Onlara islâmiyeti öğretip, kendiliklerinden seve seve hakîkî müslüman olmalarına, ebedî saadete kavuşmalarına sebep oldular.

İslâm devletinin, islâm ordusunun, ikinci vazîfesi müslümanları ve islâm dînini yok etmek için, islâm memleketlerine saldıran kâfirlere ve sapık inançlı bölücülere karşı cihâd ederek, müslümanları ve islâm dînini korumaktır. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harp silâhlarını araştırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zamanında yapmalarını emrediyor. [Bunları yapmıyan bir hükümet, şeriate uymamış olur. Düşmanların hücûmlarına cevap veremeyip, milyonlarca müslümanın şehit olmasına ve islâmiyetin zayıflamasına sebep olur.]

İslâm cihâdının ikinci şekli, her türlü neşirvâsıtası ile islâmiyeti insanlara yaymak, duyurmaktır. Bu cihâdı, islâm âlimleri yapar ve islâm devletinin yardımı ve kontrolü ile yapılır. Asrımızda islâm düşmanı olan kâfirler, misyonerler, masonlar, komünistler ve mezhepsizler, her türlü neşrorganları ile islâmiyete saldırıyorlar. Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil müslümanları aldatarak, islâm dînini yok etmeye çalışıyorlar. Şimdi, hıristiyanların, onbir suâl uydurarak, bütün islâm memleketlerine götürdüklerini 1992 senesinde haber aldık. Bengladeşteki islâm âlimleri, bunlara cevap yazarak, papazları rezil etmişlerdir. İstanbuldaki (Hakîkat Kitabevi), bu cevapları, (El-Ekâzîb-ül-cedîde-tül-hıristiyaniyye) ismi altında, (Essırât-ul-müstekîm) kitabına ilâve ederek, bütün dünyaya göndermektedir. (Kâdiyânî), yâni ahmedîler ve (Behâîler) ve (Mevdûdîciler) ve (Teblîg-ı cemaatcılar) ve (Selefîciler), (Mezhepsizler) ve (Vehhâbîler), Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden yanlış ve bozuk mânalar çıkararak, islâmın doğru yolundan ayrılıyorlar. Bu sapıkların taşkınlık yapanları kâfir oluyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile, kitaplar, mecmû’alar, risâleler çıkararak ve radyolarla bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan, (Ehl-i sünnet) veya (Sünnî) denilen hakîkî müslümanları aldatarak islâmiyeti içerden yıkıyorlar. Diğer taraftan da, islâmiyeti bütün dünyaya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslüman olmak isteyen yabancılar, bu çeşidli propagandalar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yâ, müslüman olmaktan vazgeçiyorlar, yâhut yanlış, bozuk bir yola girerek, müslüman olduklarını sanıyorlar.

İslâmın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî müslümanlığı yâni Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, neşirvâsıtaları ile bütün dünyaya yaymaları, günümüzün en kıymetli cihâdıdır.

Cihâdın üçüncü kısmı, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak, büyük günah olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci kısmlarını yapanlara duâ etmekle olur. Leşker-i gazâ, leşker-i duânın yardımına muhtaçdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur.

Cihâdın yukarda yazılı üç kısmını da, Allahü teâlânın yardımına güvenerek ve dînine uyarak yapanlara, Allahü teâlâ muhakkak yardım eder. Cihâda hazırlanmayıp, lâzım olan en yeni silâhları, kuvvetleri önceden te’mîn etmeyip, çalışmadan, birbirimizle sevişmeden oturduğumuz yerde yapılan duâları Allahü teâlâ kabûl etmez. Duânın kabûl olması için, önce sebeplerine yapışmak lâzımdır. Tevekkül de böyledir. Cihâdda muvaffak olmak için, islâmiyete uymak lâzım olduğunu bildirdik. İslâmiyet, cihâda önceden hazırlanmağı emrediyor. Cihâdın birinci kısmını yapabilmek için, en modern harp vâsıtalarının her çeşidini önceden hazırlamak ve bunların kullanılmasını öğrenmek ve kumandana, hükümete tâbi olmak, bölücülük yapmamak lâzımdır. Kuvvet komutanlıklarının vakflarına her müslümanın elinden geldiği kadar çok para hediye etmeleri lâzımdır. Cihâdın ikinci kısmını yapan Ehl-i sünnet âlimlerine ve bunları besleyen vakflara, kuruluşlara da yardım etmek, mal ile cihâd etmek olur. Beden ile ve mâl ile, para ile cihâd edenlere, Allahü teâlâ kıyâmette Cenneti vaat ediyor. Ali Muhammed Belhî, h.1411 baskılı, fârisî (Müftiy-yi mücâhid) kitabında cihâdı uzun anlatmaktadır.]

Hadis-i şerifte, (Nîmete kavuşmuş olanlardan, tevâdu’ gösterenlere ve kendilerini kusurlu bilenlere ve helâldan kazanıp, hayrlı yerde sarf edenlere ve fıkh bilgileri ile hikmeti yâni tasavvufu birleştirenlere ve helâla harama dikkat edenlere ve fakirlere merhamet edenlere ve işlerini Allah rızası için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel edenlere ve mâlının fazlasını dağıtıp, lâfının fazlasını saklayanlara müjdeler olsun) buyuruldu.

Alay etmek için ve münâfıklık yaparak, riyâ yaparak, mâla, mevkı’e kavuşmak için yâhut korktuğu için yapılan tevâdu’ da, kötü huydur. Bu kötü huydan kurtulmak için, buna sebep olan kötülüklerden kurtulmak lâzımdır. Böyle kötü sebeplerden kurtulan kimsenin tevâdu’u, güzel huy olur.