MAL - kainatingunesi.com

MAL

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle bu­yurdular: “Malı seviyorsan, yerine sarf et de sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de yok olsun.”

Anadolu velîlerinden Ahmed Mürşidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün şöyle vâz etti: “Ey insanoğlu! Bil ki o sakladığın mallar se­nin değil, hepsi emânettir. Bir gün sen âhirete göçersin onlar burada ka­lır. Oraya bir kefenden başka bir şey götüremezsin. Bir gün biriktirdiğin malları mîrasçılarına bırakıp gidersin. Bütün mal ve mülkün elinden gi­dip, o benim malım mülküm dediğin şeyler, yeni sâhiplerinin eline geçer. Her topladığın malın hesâbını yarın kıyâmet gününde vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet günü hâlin ne olacak? Sana söylenecek en tesirli söz şu olsa gerek: “Sen bu geçici dünyâyı bâkî mi sandın? Hâlbuki bunların hepsi fânî idi. Çok mal toplayanlar yarın kıyâmet gününde hepsinin he­sâbını vereceklerdir. Birçok soru ve suâlden sonra malının helâl olduğu anlaşılan kimse kurtulur. Haram ise, elbette azâb ederler. Helâl malın zekâtı sorulur. Eğer hesâbı kolay verirsen kurtulursun.

Ey bu fânî mülkün rağbetlisi olan insan! Kalbini durmadan, uzun u- zun, bitmez tükenmez emellerle dolduruyorsun. Aklın varsa ihtiyâcın­dan fazlasına heveslenme. Bu fânî âlemde kimse bâkî   kalmaz. Şimdi e- linde tuttuğun için, sâhibi olduğunu sandığın şeylerin hiçbirisi aslında se- nin değildir. Bir gün bu yerden elbette ayrılacaksın. Topladıklarının hiç- biri bu dünyâdan seninle berâber gitmez. Mezara bir kefenle girersin. O gözünden bile kıskandığın malının sefâsını mîrasçıların sürer. Çoğu za- man seni rahmetle anmak akıllarına bile gelmez. Bu fânî dünyânın malı- na îtibâr etme. İyi kimselerin yolunda yürü. Malın varsa bile, sakın ona muhabbet eyleme. Sana emânet olan mallara benim deme, gaflet gös- terme. Bilirsin ki bu fânî âlem bir misâfirhânedir. Bir an önce yolculuk ha- zırlığı yapmayan divânedir. Bu dünyânın değişmez âdeti şudur: “Ge­len gider konan ise göçer. Çünkü yakında sen de bu dünyâdan gidecek­sin. Gönül vermen boşuna, çabuk unutursun. Birisi ile çok dostluk edip ona iyice alışırsan, ayrılması da çok güç olur. Kim, bu yer benim dedi ise, so- nunda o yer onu yedi.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki: “Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, faydasını göremedi. Ni­hâ- yet toprak altında yok olup gitti.”

Meşhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Yemin ederim ki helâk olanlar kalplerinde zenginlik sevgisi ta­şıdıkları için helâk olurlar.”

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) malının çokluğuna rağmen, bunlara hiç mu­habbeti yoktu. Bir gün talebelerinden birine içerden, içinde beş bin dînâr bulunan bir kutuyu getirmesini söyledi. Fakirlere dağıtacaktı. Talebe gitti. Biraz sonra gelip, kutuyu yerinde bulamadığını söyledi. Behâeddîn Zekeriyyâ; “Elhamdülillah.” dedi. Biraz sonra talebe tekrar gelip, kutunun bulundu- ğunu söyleyince yine; “Elhamdülillah.” dedi. Hâdiseye şâhid olanlar, her iki hâlde de hamdetmesinin hikmetini suâl ettiler. Bunlara cevâben bu- yurdu ki: “Dervişler için dünyâlık olan şeyin varlığı ile yokluğu birdir. O şey gelince sevinmezler, gidince üzülmezler. Kutunun kaybolup gittiğini öğrenince, kalbime baktım. Dünyâlığım gittiği için bir üzüntü hâli­nin bu- lunup bulunmadığını, üzülüp üzülmediğini kontrol ettim. Bir de­ğişme ol- madığını anlayınca, Allahü teâlâya hamdettim. Kutunun bulun­duğunu söyledikleri zaman bir sevinme hâli olup olmadığını yine kontrol ettim. Sevinç hâli bulunmadığını anlayıp, yine Allahü teâlâya hamdettim.”

Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından, büyük velî İmâm-ı Birgivî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: Mal büyük bir nîmettir. Malı isrâf, Al- lahü teâlânın nîmetini hakîr görmek, nîmete kıymet vermemek, nîmeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nîmet etmek, yâni şükür etmemek olur. Bu ise, nîmeti verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nîmetin kıymeti bilinme­yince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözeti­lince elde kalır ve artar. Cenâb-ı Hak, İbrâhim sûresi, yedinci âyetinde meâlen; “Şükr ederseniz, verdiğim nîmetleri elbette arttırırım.” buyuru­yor.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Selçuklu Sultânı Rükneddîn beş kese altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ’ya al­tınları arz edince; “Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!” buyurdu. Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan gö­rünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstere­rek; “Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbi­nize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın öle­cekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dün­yâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete gönder­mektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır.” buyurdu.

Yemen’de yetişen evliyânın büyüklerinden Da’lec bin Ahmed (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebû Amr Muhammed bin Abbâs şöyle anlatmıştır: “Da’lec bin Ahmed, beni evine götürmüştü. Evindeki malları, paraları gösterip, bunlardan istediğin kadar al dedi. Te­şekkür edip, sıkıntıda değilim dedim.”

İbn-i Ebî Mûsâ’ya, bir yetime âid on bin dirhem, büyüyünce teslim için verilmiş ve kendisi vasî tâyin edilmişti. Bir ara sıkıntıya düşüp, bu pa­raları harcamıştı. Yetim büyüyüp yetişince, kâdı, hâkim paranın teslim edilmesini istedi. İbn-i Ebî Mûsâ durumu şöyle anlatmıştır: “Yetimin pa­rası istendiği sırada ödeyecek param yoktu, yeryüzü bana âdetâ dar geldi. Sıkıntıdan çâre aramaya başladım. Katırıma binip, Kerh şehrine doğru yola çıktım. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilemiyordum. Ka­tırı serbest bıraktım. Yolum Da’lec bin Ahmed’in mescidine vardı. Mes­cide girip sabah namazını Da’lec bin Ahmed’in arkasında kıldım. Na­mazdan sonra beni evine götürdü. Hoş geldin deyip, yemek hazırlattı. Sofraya oturunca; “Sende bir sıkıntılı hâl görüyorum.” dedi. Ben de du­rumumu anlattım. “Yemeğini ye, ihtiyâcını hallederiz.” dedi. Sonra sof­raya tatlı geldi. Onu da yedikten sonra, sofradan kalkıp ellerimizi yıkadık. Hizmetçisine, “Şu kapıyı aç!” diyerek bir kapı gösterdi. Kapıyı açıp, bir odaya girdi. Odada mallar ve para kasaları vardı. Bana on bin dirhem verdi. Sevincimden uçacak gibi idim. Parayı aldıktan sonra vedâlaşıp ay­rıldım. Gidip borcumu ödedim. Aradan üç sene geçti. Bu zaman içinde işlerim iyi gitti. Otuz bin dinâr kazandım. Daha önce aldığım on bin dir­hemi ödemek için Da’lec bin Ahmed’e gittim. Yine berâber namaz kıl­dıktan sonra evine gittik. Sofra kuruldu. Yemek yedik. Yemekten sonra hâlimi hatırımı sordu. Ben de hâlimi bildirip, daha önce aldığım on bin dirhemi ödemek için geldiğimi söyledim. “Sübhânallah! Onu sana borç olarak vermedim, hediye ettim.” dedi. Ben de; “Efendim bu malın aslı nedir ki, bana on bin dirhem hîbe ettiniz?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Yetişip büyüyünce Kur’ân-ı kerîmi ezberledim, hadîs-i şerîf dinleyip, öğ­rendim ve ticâret yaptım. Bir tüccar bana gelip, Sen; “Da’lec bin Ahmed misin?” dedi. “Evet.” dedim. “Ben malımı ortak olmak üzere sana teslim etmek istiyorum. Bir defter tut, kazançları peyderpey teslim edersin.” dedi. Ayrıca bu maldan bol bol sadaka dağıtmamı da tenbih etti. Ticâret yapmak üzere bana binlerce dinâr bıraktı. Her sene gelir giderdi. Her ge­lişinde de, bir o kadar daha mal getirirdi. Yine bir senenin sonunda gelip; “Ben, deniz seferlerine çıkan biriyim. Bir kazâya uğrayabilirim. Bu malın hepsi senindir. Bu maldan sadaka dağıt, câmi yaptır.” dedi ve ayrılıp gitti. Ben de onun arzusunu yerine getiriyorum. Allahü teâlâ bana bol servet ihsân etti. Bunu ben hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma.” bu­yurdu.

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahme- tulahi teâlâ aleyh) malın faydalı mı zararlı mı olduğu yolunda soru soran bir kimseye: “Mal yılana benzer. Hem zehiri hem de panzehiri vardır. Eğer insan fayda ve zararını bilirse o yılanın şerrinden kurtulur. Malın faydası; şahsına, çocuklarına, hanımına isrâf etmeden sarf etmek, geri kalanı da hac, cihâd, dîn-i İslâmı yayma, câmi yaptırma ve fakirlere ver- mekle olur.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâya ve dünyâ malına aslâ düşkünlük göstermezdi. Tasav­vufta yüksek hallere gark olmuştu. Bir gün sevenlerinden biri; “Bir dinar param var onu sana vermek istiyorum. Ne dersiniz?” deyince; “Eğer onu bana verecek olursan senin için iyi olur. Vermezsen benim için hayır o- lur. Sen bilirsin.” diye cevap verdi.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mez­hebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle an- lattı: “Mevkı ve makam sâhibi, varlıklı, zengin bir kimse, büyüklerden bi- risine; “Sana iyilikte bulunabilirim. Arzu ve ihtiyaçlarını bana bildirebilir­sin.” dedi. O zât da; “Sen, bana böyle söylüyorsun ama, benim iki tâne kölem var. Ben onlara hâkimim ve onlar benim emrim altındadır. Sen i- se, bu ikisinin hâkimiyeti altındasın. Onlar sana hükmediyorlar. Ben, o iki şeyi kahrettim. Seni ise, o ikisi kahretti. O iki şeyden birisi şehvet, di­ğeri ise hırstır. (Şehvet; nefsin, aşırı ve zararlı istekleridir. Hırs; azgınlık, kız- gınlık, sonu gelmeyen arzu demektir.) Yâni sen, benim kölelerimin kölesisin. Kölelerimin kölesi olan birine ihtiyaçlarımı bildirip, ondan fayda ve menfaat beklemem doğru olur mu?”

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâ hakkı için söylüyo­rum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allahü teâlâ katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir kimse de Allahü teâlâ katında bu se­beple zelîl olmadı.”

Tefsîr, hadîs, târih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî İbn-i Cevzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İyi niyetle mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) Abbâsî halîfelerinden birinin huzûruna girdi. Halîfe bu sırada su içiyordu. Halîfe, İbn-i Semmâk’a; “Bana nasîhat et.” dedi. İbn-i Semmâk; “Susuz­luktan ölecek bir halde olsan ve seni ölümden kurtaracak suyu bütün servetin karşılığında verecek olsalar ne yapardın?” diye sordu. Halîfe: “Bütün servetimi verir suyu alırdım.” deyince İbn-i Semmâk; “O halde, bir bardak su kadar kıymeti olan servetinle niçin öğünüp duruyorsun?” dedi.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İki lirayı gözlerinize koyun, gözleriniz dışarıyı göremez olur. Peki ya binlerce lira ve parayı kalbine koyan, bunlara muhabbet edenin hâli nice olur.”

Tâbiîn devrinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muham- med bin Ka’b el-Kurazî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allah yo­lunda mal dağıtmayı çok severdi. Bir gün eline bol miktarda mal, servet geçmişti. “Bunu, oğlun için mi alıkoyuyorsun?” dediklerinde, buyurdu ki: “Hayır, servetimi kendim için alıkoyacağım. Yâni Allah rızası için dağıta­cağım. Oğlumu da Allahü teâlâya emânet edeceğim.”

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: “Para, eskiden sevimsizdi. Ama şimdi müminin kalkanıdır.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Ha­nefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mal sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur. Asıl maksaddan uzaklaştırır. Bu ise insanı sıkıntıya düşürür, mânen rahatsız eder. İnsanın mal sevgisinden ve cimrilikten kurtulması ancak yanındaki çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye kendini alıştırmakla olur.”

Tâbiînin meşhûrlarından velî Ubeyde bin Muhâcir (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) çok zengindi. Bütün malını mülkünü satıp sadaka olarak da­ğıttı. Kendine sâdece oturacak bir ev kalmıştı. Şöyle derdi: “Ey Dımaşklılar, şu nehir altın ve gümüş dolu olarak aksa, herkes ondan ka­pışsa, ben dö- nüp bakmam.” Vefât ettiğinde sadece tekfin ve techizine yetecek kadar parası kalmıştı.

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Para akrebdir. Panzehirin yoksa, onu eline alma. Çünkü seni sokar ve öldürür. Paranın panzehiri, helâl yoldan kazanıp, meşrû yere sarfetmektir.”

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) sohbetlerinde: “Şu gördüğünüz arâzilerin hepsini iki kuruş kar- şılığında bana verseler hiç sevinmem. Zîrâ bu dünyâdaki bütün mal ve mülk geçicidir. Yok olmaya mahkûmdur. Biz öleceğiz, malımız ve mülkü- müz dünyâda kalacaktır” buyurdular.

Mekke yolunda, Abdurrahmân bin Ömer’in elinden tutup buyurdular ki: “Ey Abdurrahmân! Sen zevk ve keyfiyle uğraşanların kapıları önün­den geçtiğinde onlara; “O yüksek köşkleri ve kaleleri yaptıranlar hani, bu muhteşem köşk ve muazzam kalelerde sizden önce zevk ve sefâ sü­renler, bütün dünyâ bizimdir diyenler nerede?” diye sor. Muhakkak ki, onların hepsi ölüp gittiler. Sen, çok ibâdet edenlerin yanlarına varırsan onlara; “Ey âbidler! Ölüm vaktiniz gelip, âhirete göçtüğünüz zaman, istirahatin en güzeli sizin içindir” dersin.”