Misâfirlikte bulunmanın edebleri - kainatingunesi.com

Misâfirlikte bulunmanın edebleri

Ev sâhibini bekletmemeli, acele de etmemelidir. Çok iyi yerde değil, ev sâhibinin gösterdiği yerde oturmalıdır. Diğer misâfirler baş köşeyi ona verirlerse, kabûl etmek istememelidir. Yemek getirilen tarafa sık sık bakmamalıdır. Oturduğu zaman, yanındakilere selâm vermeli ve “Nasılsınız? ” demelidir. İslâmiyet’e uyma­yan şey görürse, men etmelidir. Yapamazsa oradan çıkmalıdır. Eğer misâfir gece orada yatacaksa, ev sâhibinin kıbleyi ve helayı gös­termesi edebdendir.

Yemek vermenin edebleri: 1) Acele etmelidir. Bu, misâfiri bekletmemek için bir ikrâmdır. Herkes gelip, bir kişi kaldıysa, bulu­nanların hakkını gözetmek, bir kişiyi beklet­mekten iyidir. Fakat gelmeyen fakir yâhut kalbi kırık bir kimse ise, onu üzmemek niye­tiyle beklemek iyi olur. Hâtem-i Âsem; “Acele şeytandandır. Yalnız beş şeyde değil: Misâfire yemek vermek, ölüyü erken kaldırmak, kızla­rını evlendirmek, borcunu vermek ve günahla­rından tövbe etmek” buyurdu. Ziyâfette acele etmek ise sünnettir.

2- Önce meyve ikrâm etmelidir. Sofrada yeşillik bulunmalıdır. Çünkü sofrada yeşillik olursa, meleklerin orada bulunacağı hadîs-i şerîfde beyân buyruldu. Daha iyi yemekleri önceden verip, onlardan doyurmalıdır. Çok yemek için önce mîdeye ağır gelen şeyleri yemek, çok yiyenlerin âdetidir. Bu mekrûhtur. Bâzıları da, herkesin dilediğinden yemesi için bütün yemekleri bir defâda getirmeyi âdet edinmişlerdir. Çeşitli yemekler gelince, tabaklardaki yemekleri bitmeden kaldırmakta acele etmemelidir. O yemeklerden arzu edenler olabilir.

3- Yemeği az koymamalıdır. Mürüvvetsizlik olur. Çok da koymamalıdır. Gururlanmak olur. Ancak misâfirden artandan suâl yoktur, niyeti ile olursa zararı yoktur.

İbrâhim Edhem (r. aleyh) sofraya çok yemek koyardı. Süfyân-ı Sevrî (r. aleyh); “İsrâf olacağından korkmaz mısın? ” dedi. İbrâhim Edhem; “Yemek vermekte isrâf olmaz ” buyurdu. Gözleri sofrada olmamak için önce çoluk-çocuğunun hissesini ayırmalıdır. Çünkü onlara bir şey kalmazsa, misâfirlere dil uzatırlar. Bu ise hıyânet sayılır. Bâzılarının yaptığı gibi, yemekten sonra misâfirlerin, artan yemekleri alıp götürmeleri câiz değildir. Ancak, ev sâhibi misâfirlerden utanarak değil, seve seve alınız derse, veya bunu kalbinden söylediğini bilirlerse câiz olur. Fakat burada da herkes hissesine düşeni almalıdır. Fazla alırsa ve ev sâhibi râzı olmazsa, haram olur. Hırsızdan bir farkı yoktur.

Misâfirlikten ayrılırken ev sâhibinden izin alıp çıkmalıdır. Ev sâhibi misâfiri kapıya kadar uğurlamalıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) böyle buyurmuştur. Uğurlarken ev sâhibi, güzel sözlü ve güler yüzlü olmalıdır. Ev sâhibi bir kusur görürse, görmemezlikten gelip, ört­melidir. İyi huylu olmalıdır. Çünkü güzel ahlâk bir çok iyi şeylerden daha iyidir.

Başkalarıyla yemek yerken şu hususlara da dikkat etmelidir:

1- İlim, yaş, verâ, veya bir başka sebeple kendinden ilerde olan kimseden önce yemeğe başlamamalıdır.

2- Yemek yerken susup durmamalıdır. Acemlerin âdetidir. Fakat lüzumsuz konuşmayıp, zâhidlerin hikâyelerini anlatmalı, yâhut faydalı şeyler konuşmalıdır.

3- Berâber yediği arkadaşından fazla yememek için, kendi yediği yere dikkat etmeli­dir. Çünkü yemek ortak olunca, fazla yemek haram olur. Hattâ arkadaşını kendine tercih edip, iyisini onun önüne koymalıdır. Üç defâ­dan fazla; “Çabuk yiyiniz ” dememelidir. Isrâr etmemelidir. And vermemelidir. Çünkü yemek yemek and vermekten daha aşağıdır.

4- Bir zarûret olmadıkça, arkadaşına; “Buyurun yeyin ” deyip, kendisi çekilmemeli, onunla berâber yemelidir. Her zamanki âde­tinden daha az yememelidir. Çünkü bu riyâ olur. Fakat yalnızken de, insanlarla berâber yediği gibi edebli olmalıdır. Arkadaşını fazla yedirmek niyeti ile, kendisi az yerse iyi olur. Diğerlerini memnun etmek için de, çok yerse yine iyi olur. İbn-i Mübârek (r. aleyh) fakirleri dâvet ettiği zaman, hurmaya bakıp; “Kim daha çok yerse, o kadar gümüş vereceğim ” der ve sonra çekirdekleri sayar, çekirdek sayısı gümüş verirdi.

5- Kendi önüne bakmalı, başkalarının lok­malarına bakmamalıdır. Başkalarından önce yemekten el çekmemelidir. Çünkü diğerleri de yemekten çekinir. Eğer az yemek âdeti ise elini biraz yavaş tutup, sonuna kadar neş’eyle devâm etmelidir. Eğer yiyemiyecekse, başka­larının utanmamaları için özrünü söylemelidir.

6- Başkalarının hoşuna gitmeyen şeyler yapmamalıdır. Elini tabağa sokmak, yâhut ağzını kâseye yaklaştırmak gibi. Çünkü ağzın­dan bir şey çıkıp, kaba düşebilir. Ağzından bir şey çıkarırken yüzünü çevirmelidir, Yağlı lok­mayı, sirkeye sokmamalıdır. Dişleriyle parça­ladığı lokmayı, kâseye koymamalıdır. Çünkü, bunlar beğenilmeyen şeylerdir. Sofrada hoşa gitmeyen sözler söylememelidir.

7- Elini leğende yıkarken, insanların gözü önünde, ağzını yıkadığı suyu leğene dökmemelidir. Hürmet edilmesi îcâbeden zât, ellerini önce yıkamalıdır. Eğer kendisine ikrâm eder­lerse, yâni; “Önce siz yıkayın ” derlerse, kabûl etmelidir. Yıkamaya sağdan başlamalıdır. El yıkanan suları bir leğene toplamalıdır. Hep­sine ayrı ayrı leğen tutmak acemlerin âdetidir. Hepsi bir arada daha iyi olur ve alçak gönüllü­lüğe daha yakın olur. Ağzını yıkadığı suyu ağzından dökerken başkasının üstüne sıçra­maması için yavaş dökmelidir. El yıkarken su dökenin ayakta durması, oturmasından daha iyidir.

İnsanlara hitâbda bulunmak, fakirlere ziyâfet vermek, ok ve yay yapmak, hastalık tedâvisi için iğne yapmak, göze sürme çekmek, dostlar ile kucaklaşmak, müsâfeha etmek, rüyâ tâbir etmek, Hak yolunda hicret etmek, İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı işlerdendir. İbn-i Abbâs’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmiştir; “Şu on şey İbrâhim aleyhisselâmın dîninde müslümanlara farz idi. Ağzı su ile yıkamak, burnu su ile yıkamak, başı traş etmek, bıyık kırkmak, misvâk kullanmak, sünnet olmak, kasık traş etmek, koltuk altını traş etmek, tırnak kesmek, su ile istincâ etmek, yâni su ile temizlenip tahâretlenmek. ”

“Kitâb-ül-evâil ” de şöyle bildirilmiştir: Allah için ilk önce gazâ eden, savaşa sancak götü­ren ve savaşta askere sağ cenah, sol cenah ve orta cenah şeklinde savaş tertibi veren İbrâhim aleyhisselâmdır. Kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm ile Rumlar savaş yapınca, İbrâhim aleyhisselâm Rumlara savaş açarak Lût aleyhisselâma yardım edip, onları Rumların tasallutundan kurtardı. ”

Sakalı ve saçı ilk ağaran İbrâhim aleyhisselâmdır. Oğlu İshak aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâma çok benzerdi. Yakından tanımayanlar ayırt edemezlerdi. Farkedilmesi için alâmet verilmesi husûsunda duâ etti. Bunun üzerine bir sabah uyanınca sakalının bir kısmının ağardığını gördü. Ne âlemetdir diye merâk edince, “Nûr ve zînet, süsdür ” diye vahyolundu. Sevinerek “Yâ Rabbî, nûrumu artır ” diye duâ etti.

Büyük İslâm âlimi ve ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:

“İbrâhim aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanla­rından teberrî etmesi yâni yüz çevirip sevme­mesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Mümtehine sûresinde meâlen; “Ey mü’minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Yâni siz de, onun gibi ve onunla berâber bulunan mü’minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: “Bizden sevgi bekle­meyiniz! Çünkü siz, Allahü teâlâyı din­lemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O tapdıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin, uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık, aramızda düşmanlığa sebep oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini kabûl etme­dikçe, bu ayrılık, kalbimizden silinme­yecek, her şekilde kendini gösterecek­tir ” buyuruyor. ”

İbrâhim aleyhisselâmın vefâtı: İbrâhim aleyhisselâm yüz yetmiş beş yaşında Hz. Hâcer ve Hz. Sâre’den sonra Kudüs’de vefât etti. Vefât etmeden önce oğlu Hz. İsmâil’e şu vasiyette bulundu: “Ey oğlum! Alnında parla­yan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti; bu nûru iyi muhâfaza edip, zâyi etmeyip ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et, nikâhlı, afif ve temiz kadınlara teslim eyle. Sen evlâdına da böyle vasiyette bulun. ” Bu hususda Hz. İsmâil’ den kuvvetli söz alıp vasiyetini tamamladı.

İbrâhim aleyhisselâmın ibâdet ettiği bir evi var idi. Birgün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içerde birisinin oturduğunu gördü. “Bu eve seni kim koydu? ” diye sorunca, o şahıs; “Ev sâhibi koydu ” diye cevap verdi. “Ev sâhibi benim. Ben seni içeri koymadım! ” deyince de; “Senden ve benden başka bir sâhib vardır. O her şeyin sâhibidir ” dedi. Bunun üzerine otu­ranın melek olduğunu anladı. Kimsin diye sordu ve Melek-ül-mevt, yâni ölüm meleği olduğunu öğrendi. Sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Mü’minlerin rûhunu nasıl alırsın bana göster ” buyurdu. Azrâil aleyhisselâm; “Mübârek yüzünü yan tarafa çevir ” dedi. Yüzünü çevirince gâyet güzel bir sûret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine; “Ey Melek-ül mevt! Eğer ölen bir kimseye bu sûret gösterilirse ona kâfidir ” buyurdu. Bundan sonra îmân etmeyenlerin, kâfirlerin rûhunu nasıl alıyorsun onu da göster? ” deyince, Azrâil aleyhisselâm; “Tahammül edemezsin ” buyurdu. Görmek isteğinde ısrâr edince; “Yüzünü yana çevir ” dedi. İbrâhim aleyhisselâm yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir sûret gördü. Bu hâli gördü ve kendinden geçti. Kendine gelince de; “Eğer kâfire bundan başka kötü şey göstermeseler bu ona yeter. ” buyurdu.

İbrâhim aleyhisselâm bundan sonra da Melek-ül-mevt’e yâni Azrâil aleyhisselâma; “Ziyârete mi geldin? Rûhumu almaya mı? ” buyurdu. “Eğer izin verirsen rûhunu almaya! ” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Dost dostun canını alır mı? ” deyince; “Yâ İbrâhim aleyhisselâm bu husûsu Allahü teâlâya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim ” buyurdu. Azrâil aleyhisselâm gidip hemen geldi. Allahü teâlâ; “Dost dosta kavuşmak istemez mi? ” buyurdu dedi. İbrâhim aleyhisselâm bunu işitince; “Çabuk gel kardeşim, hemen canımı cânâna kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz ” buyurdu. Bunun üzerine Azrâil aleyhisselâm mübârek rûhunu kabzetti.

İbrâhim aleyhisselâm Kudüs civârında Habrun kasabasında bir mağaraya defn edil­miştir. Bu kasaba, İbrâhim aleyhisselâmın Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlurrahmân ismiyle meşhûrdur. Bu bel­dede; Hz. Lût, Hz. İshak ve Hz. Ya’kûb’un ve daha pek çok peygamberin kabrinin bulun­duğu rivâyet edilmiştir. Müslüman hükümdâr­lar orada bulunan mescidleri ve türbeleri kendi devirlerinde tâmir ettirmişlerdir. Halîlurrahmân’daki mescid ve türbeleri ise son olarak, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamîd Hân tâmir ettirmiştir.