MUKADDEMENİN İKİNCİ İLÂVESİ - kainatingunesi.com

MUKADDEMENİN İKİNCİ İLÂVESİ

Burada, ruhun yükselmesi ve alçalması ne demek olduğu bildirilecektir:

Ruhun yükselmesine ve felakete düşmesine sebep olan şeyleri yukarıda bildirmiştik. Burada, daha îzâh edeceğiz. Her maddede ağırlık ve hacim gibi ortak özellik olduğu gibi, o maddeye mahsûs olup, onu tanıtan özellikleri de vardır. Meselâ, her maddenin belli özgül ağırlığı vardır. Her mâyiin kaynama ve donma sıcaklıkları, katı cismlerin belli ergime sıcaklığı, şu’âların [ışınların] belli dalga boyları vardır. Bunun gibi, canlıların da, belli husûsî sıfatları, hâssaları, özellikleri vardır. Meselâ, Dijital denilen yüksük otu, kalbe te’sîri ile tanınır. Atın, binicisine itaati, koşma özelliği meşhûrdur. Atta bu hâssa olmasa, ona eşek gibi yük vurulurdu.

İnsan da, birçok bakımdan başka hayvânlara, hattâ bazı sıfatları nebâtlara ve cansız maddelere benzer ise de, insanı hayvândan ayıran, belli husûsî insanlık sıfatları da vardır. Ona insanlık şerefi, bu evsâfından gelmektedir. Bu özellik (Nutk), yâni ruhun idrâk [kavrama, düşünme] kuvvetidir. Söz söylemeye de (nutk vermek) denir ise de, burada, bu mânayı düşünmiyoruz. Dilsiz kimse, söylemez. Fakat yine insandır. Çünkü nutk sahibidir. Yâni anlayışlıdır ve düşünür. Tûtî kuşu, yâni papağan, söyler. Fakat, insan değildir. Çünkü nutku, anlayışı, aklı, fikri, düşünmesi yoktur. İşte, iyi huyları kötülerinden, iyi işleri, fenalarından ayıran, bu nutktur. Allahü teâlâ, bu hâssayı insana verdi ki, bununla yaratanını anlasın. Kalb ve ruh, bu kuvveti ile, yerleri, gökleri [Madde âlemini, fizik, kimyâ kanûnlarını, hayatî faaliyetleri] inceliyerek, Allahü teâlânın varlığını ve yüksek sıfatlarını anlar. Sonra, emirlerine ve yasaklarına, yâni islâmiyete uyarak dünya ve âhıret saadetine kavuşur. Felaketlerden kurtulur. Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (İnsanları ve cinni, bana ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruldu. Bu âyet-i kerimedeki (ibâdet etmeleri için) ifâdesi, (beni tanımaları için) demektir. Yâni, Allahü teâlâyı tanımak, inanmak için yaratıldık. İnsanların hayvanlara benziyen tarafları, hayvânî ruhdan ileri gelen şehvânî ve gadap kuvvetleridir. Bunun ikisi de, insan ruhu için kıymetli değildir. Bu kuvvetler, hayvânlarda da vardır. Hattâ hayvânlarda, insândan daha kuvvetlidir. Meselâ, öküz ve eşek insandan daha fazla yir ve içer. Domuz ve kuşlar, insandan daha fazla şehvetlidir. Arslan, manda ve fil, insandan daha kuvvetlidir. Kurt ve kaplan, insandan daha çok döğüşür, parçalar. Fâre, kedi, köpek, karanlıkta da görür. Uzaktan, çabuk koku alırlar. Bütün bu kuvvetler, insan için şeref olamaz. Bunlar, şeref sayılsaydı, ismleri geçen hayvânlar, insandan daha şerefli, daha üstün olurlardı. İnsanın şerefi, ruhunun iki kuvvetinden gelmektedir. Kalb ve ruh, ilim, nutk kuvveti ile, fazîletleri, üstünlükleri anlıyacak, amelî kuvveti ile, bunlara sarılacak, kötülüklerden sakınacaktır.

Allahü teâlâya marifet hâsıl etmek, inanmak, yalnız lâfla olmaz. Îmanın altı şartı olan (Âmentü)nün mânasına inanmakla olur. Bu altı şarttan beşincisi (Kıyâmet) gününe, yâni öldükten sonra dirilmeye inanmaktır.

Bazı câhiller diyor ki, Cennet nîmetlerinin, kuş etleri, meyvalar, süt, saf bal, köşkler, hûrî kızları gibi, bedene tatlı gelen şeyler oldukları bildirilmiştir. Bunlar ise, şehveti, hayvânî arzuları yerine getirecek şeylerdir. Ruhun saadeti, insanın yüksekliği, marifet ve aklın beğendiği şeyler olduğuna göre, Cennette bunlar unutulacak, hayvânî zevkler, ruhun zevklerini örtecektir. Bu hâl, dünyadaki yüksek insanların, Peygamberlerin, Velîlerin, Âlimlerin, Cennette, en aşağı insan, hattâ hayvân derecesine düşeceklerini göstermez mi? Bundan başka, bedenin zevk, lezzet alabilmesi için, önce elem, acı duyması lâzımdır. Beden sıkılmayınca, birşey istemez. Meselâ, açlık acısı olmayınca, yimek, içmek lezzeti anlaşılmaz. Yorgunluk, uykusuzluk sıkıntısı olmadan, rahatlık ve uyku lezzeti anlaşılmaz. Cennette hiçbir sıkıntı olmıyacağı için, bedenin bu lezzetleri duymasına da imkân yok demektir dediler. Hattâ İbni Sînâ, (Şifâ) ve (Necât) kitaplarında, Kıyâmet gününü anlattı ise de, (Muâd) ismindeki kitabında, inanmadığını açıklamaktadır. Nasirüddîn-i Tûsî de, (Tecrid) kitabının bazı yerlerinde tekrar dirilmeyi anlatıyor ise de, başka yerlerde de, aksini bildiriyor.

Îman sahipleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Kıyâmet günü, bu beden tekrar var olacaktır. Fakat, Cennet nîmetlerini, lezzetlerini yalnız bedenin lezzetidir zannetmek yanlıştır. Dünyada yükselmeye başlıyan bir ruh, bedenden ayrılınca, kıyâmete kadar, her ân, yükselmeye devam eder. Cennette beden, sonsuz kalabilecek evsâfta dünyadakinden bambaşka özellikte var olacaktır. Ruh, bu ceset ile birleşerek kıyâmet hayatı başlayacaktır. Cennette, bedenin ve ruhun ayrı ayrı nîmetleri, lezzetleri olacaktır. Yüksek olanlar, Cennette de ruhun lezzetlerine önem vereceklerdir. Ruhun lezzeti, bedenin lezzetlerinden katkat ziyâde olacaktır. Ruhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği de, Allahü teâlâyı görmek olacaktır. Yüksek insanların, âriflerin, dünyada iken, ruh Cennetine girmeleri, âhıretteki ruh lezzetlerinden bir kısmına kavuşmaları câizdir denildi. Bedenin Cennetine dünyada kavuşulamaz. Cennet lezzetleri, dünya lezzetleri gibi değildir. Hattâ, dünya lezzetlerine hiç benzemezler. Allahü teâlâ, Cennetteki lezzetleri, dünyada işiterek anlıyabilmemiz için, dünyada onlara benziyen lezzetler yarattı. Böylece, o lezzetlere kavuşmak için çalışmamızı emretti. Cennet lezzetlerinin tadını alabilmek için, önce acı, sıkıntı çekmek lâzım değildir. Çünkü, Cennetteki bedenin yapısı, dünyadaki gibi değildir. Dünyadaki beden, yok olacak bir hâlde yaratıldı. Takrîben yüz sene dayanacak kadar sağlamdır. Cennetteki beden ise, sonsuz kalacak, hiç yıpranmıyacak sağlamlıktadır. Aralarındaki benzerlik, insan ile, aynadaki hayâli arasındaki müşâbehet gibidir. İnsan aklı, kıyâmetteki varlıkları anlıyamaz. Akıl, his organları ile duyulanları ve bunlara benziyenleri anlıyabilir. Cennet nîmetlerini, lezzetlerini, dünyadakilere benzetmek, onlar üzerinde mantık, fikir yürütmek insanı, çürük, yanlış netîcelere götürür. Bilinmiyen şeyleri, bilinen şeylere benzeterek, fikir yürütmek, bâtıldır.

Tasavvuf büyüklerine ve birçok âlimlere göre, dünyada (Âlem-i misâl) denilen üçüncü bir âlem vardır. Bu âlem; gördüğümüz (Cism âlemi) gibi, maddeden yapılmamıştır. (Ruh âlemi) gibi mücerred de değildir. Yâni maddesiz de değildir, ikisi arasındadır. Oradaki mahlûklar parçalanabildikleri için, madde âlemine benzer. Ağırlığı olmadığı, yer kaplamadığı için ise, benzemez. Dünyadaki her maddenin ve her mânanın, o âlemde bir misâli, şekli vardır. Suyun misâli, orada yine sudur. İlmin misâli, orada süttür. İyi huyların ve iyi işlerin orada görünüşü, bostan, çiçek, meyva gibi lezzetli şeylerdir. Kötü huyların ve çirkin işlerin, o âlemde görünüşü, karanlık, yılan, akreb gibi sıkıntı verici şeylerdir. Herkesin gördüğü rü’yâlar, hep o âlemdendir. Tasavvuf büyüklerine göre, âlem-i misâl de, ikiye ayrılmaktadır. Tasavvufcular, bu âleme hayâl kuvveti ile girerse, (Hayâle bağlı) olan âlem-i misâl denir. Hayâlin ve başka iç his organlarının ilgisi olmadan hâsıl olursa, (Mutlak) olan âlem-i misâl denir. [(Mektûbât) kitabının ikinci cildinin ellisekizinci mektûbunda, Âlem-i misâl hakkında geniş bilgi vardır. Bu uzun mektûbun tercümesi, (Se’âdet-i Ebediyye) kitabı, birinci kısm, 39.cu maddesinde mevcuttur.] Tasavvufculardan bazısı, (Riyâzet) çekerek ve (Mücâhede) yaparak, âlem-i misâle girdiklerini ve orada gördükleri şeyleri haber vermişlerdir. Din âlimleri de, bu âlemin varlığını ve bazı sırlarını bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs buyurdu ki, (Bu gördüğümüz âlemden başka bir âlem daha vardır. Bu âlemde bulunan herşeyin, orada bir benzeri vardır. Hattâ, orada benim gibi bir İbni Abbâs vardır).

Tasavvuf mütehassısları diyor ki, insan ölünce, ruhu bedenden ayrılır. İnsanın dünyada iken yaptığı iyi işleri, îmanı ve güzel ahlâkı, nûrlar, ışıklar, bostanlar, çiçekler, hûrîler, köşkler, inciler şeklini alırlar. Câhilliği, sapıklığı, kötü huyları da, ateşler, karanlıklar, akrebler, yılanlar şeklinde görünürler. Îmanlı ve iyi huylu ruh, nîmetleri Cennetlere kendi götürmektedir. Kâfir ve fâsık ruhlar da, ateşleri, azâbları, kendisi birlikte götürür. Ruh, bu cism âleminde kaldıkca, yüklendiği bu şeyleri anlıyamaz. Bedene bağlılığı ve cism âlemine dalmış olması, onları anlamasına mani olur. Ruh, bedenden ayrılınca, bu engeller kalmaz. O zaman, kendinde bulunan iyi ve kötü yükleri, onlara uygun şekllerde görmeye başlar. İnsanın dünyadaki hâli, bir sarhoşa benzer. Ölmek, sarhoşun ayılması demektir. Sarhoşun yanına sevdiği kimseler toplanır, sevdiği hediyeler gelirse, yâhut, koynuna akrebler, yılanlar girerse, hiçbirini duymaz. Ayılınca, bunları görür, anlar. Bu (Âhıret hâlleri), âlem-i misâl hâlleri gibidir. Sa’deddîn-i Teftâzânî, (Şerh-i mekâsıd) kitabında, âlem-i misâli anlattıktan sonra, bunları isbât edecek delîl, senet olmadığından, hakîkî âlimler, buna önem vermediler diyor. Hakîkî âlim diyerek, aklın anlayabileceği herşeyi akla kabûl ettirmeye çalışan âlimlere işaret etmektedir. Hâlbuki, akla uyan kimsenin, kendisi bu âleme kavuşamasa da, bunu, hiç olmazsa, olmıyacak şey değildir diyerek, red etmemesi lâzımdır. Nitekim, akla uyanların önderlerinden olan İbni Sînâ, (Olamıyacağı isbât edilemiyen birşeye, olamaz dememelidir. Çünkü, isbât etmeden olamaz demek, anlamadığına inanmamak gibi, ayb ve kusurdur) demiştir.

Şihâbüddîn-i Sühreverdî buyuruyor ki, (Milyonlarca yıldızın bir araya gelip bir sistem kurduğunu ve her sistemin boşlukta bozulmadan hareket ettiğini söyliyen astronomi adamlarının sözlerine, görmeden inanıldığı gibi, tasavvufcuların keşf ettikleri, bildirdikleri âlem-i misâl ve ruh âlemine de inanmak lâzım gelir). İnkâr edenlere değil, haber verenlere inanmak doğru olur. [Aklı olan, fen bilgisinden haberi olan, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini hemen anlar ve isbât eder. Âhirete inanmak, böyle değildir. Buna, Allahü teâlâ haber verdiği için inanılır.]