MÜSLİMÂNLIĞI SEÇENLER CELÂLEDDÎN LAUDER BRUNTON (İngiliz) - kainatingunesi.com

 

MÜSLİMÂNLIĞI SEÇENLER

CELÂLEDDÎN LAUDER BRUNTON (İngiliz)

(Meşhûr bir âileden gelen ve baronet ünvanını taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden mezun olup, neşriyatı ile şöhret yapmıştır. )

Bana niçin müslüman olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hıristiyan bir anne ve babanın te’sîri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhiyyat ile de meşgûl oldum. Misyonerlerle tanıştım ve onların yabancı memleketlerdeki faaliyetleri ile yakından alâkadâr oldum. Kalbimden onlara yardım arzusu gelmişti. Resmen bir vazîfe almadan, onlarla birlikte seyâhate çıktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günahkâr olarak dünyaya geldiği ve dünyada muhakkak çile çekmesi Îcap ettiği) nazariyyesi, bana garîb geliyordu. Bu nazariyyeye isyân ediyordum. Bu sebep ile yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret etmeye başlamıştım. Zîrâ ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günahkâr mahlûklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakıştıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsîf eden bir dînin hakîkî olamıyacağını düşünüyordum. Acaba başka dinler bu husûsta ne telkîn ediyor diye, diğer dinleri de tedkîk etmeye karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilâha büyük bir ihtiyaç duyuyor, böyle bir Allahı arıyordum. Acaba, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrânî dîni bu muydu?Yoksa Onun telkîn ettiği temiz din, zamanla bozulmuş muydu?Bunları düşündükçe, kalbimdeki şüpheler çoğalıyor, o zaman, bugün mer’î olan Kitap-ı mukaddesi tekrar elime alıyor, karıştırmaya başlıyor ve her defasında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz husûslar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanaat hâsıl oldu ki, bu kitap Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakîkî dînin kitabı değildir. İnsanlar, İncîle birçok yanlış kâideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitabını bozmuşlardır.

Ben bu kanaate vardıktan sonra, artık misyonerle berâber gittiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncîli okuyacak yerde, başka telkînlerde bulunuyordum. Onlara Tanrı, Tanrının oğlu ve Ruh-ul-kuds gibi üçlü tanrıdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zaman ölmez bir ruh bulunduğundan, insanları bir büyük hâlıkın yarattığından, bu büyük hâlıkın insanları günahları sebebi ile hem bu dünyada hem de âhirette cezâlandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük hâlıkın, eğer insanlar yaptıklarına pişman olursa, onların günahlarını affedeceğinden bahs ediyordum.

Gün geçtikçe, artık tamamen tek Allaha inanmaya başlamıştım. Hakîkate tâm varmak için, daha derinlere inmek istiyordum. İşte bu zaman, islâm dînini tedkîk etmeye başladım. Bu din, beni o kadar cezb etti ki, bütün günümü ona vakf ettim. Bulunduğum mahal, Hindistânda şehirlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakir, pek sefîl tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızası için tek ve merhametli bir hâlıkın var olduğunu anlatmaya, dünyada tâkîb etmeleri gereken doğru yolu öğretmeye çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok önem vermek lâzım olduğunu da öğretmeye uğraşıyordum. Ne garîb ki, bütün bu öğretmeye çalıştığım husûslar, hıristiyanlıkta değil, ancak müslümanlıkta vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tâm bir müslüman din adamı gibi telkînlerde bulunuyordum.

Bu ıssız, tenhâ yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraştığımı, ne kadar fedakârlık yaptığımı, ne gibi müşkilât ile karşılaştığımı size uzun uzadıya ifâde edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zevallı insanları ruhen ve bedenen temizliğe kavuşturmak, onlara büyük bir hâlıkın varlığını öğretmekten ibâretti.

Yalnız kaldığım zaman, Muhammed aleyhisselâmın hayatını inceliyordum. Onun hakîkî hayatı hakkında İngilizce pek az kitap yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla ithâm etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lâzımsa yapılmıştı. Fakat, ben şimdi bu düşmanca yazılı kitapların te’sîrleri altında kalmadan, islâmiyeti tâm bir insâf ile inceliyordum. Bu tedkîklerim sürdükce, islâmiyetin, tek Allahı ve hakîkati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabûl etmek lâzım geldiğini iyice anladım.

Muhammed gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yaptığı hizmetleri öğrendikce, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkânı yoktu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile, vahşet ve cehâlet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurâfelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayat süren Arabları, kısa bir zaman içinde, Allahü teâlâya îman eden, medenî, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar hâline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle birşeyi hiç bir zaman başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraştığımı ve hâlâ bu zevallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammedin eseri, gözümde gittikce daha büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine cân ve gönülden inanmak lâzımdı.

İslâm dîninde bulunan, daha pek çok güzel husûslardan ayrıca bahs etmeye lüzûm görmüyorum. Çünkü, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl ettikten sonra, artık bir insan müslüman olmuş demektir. O günlerde, müslüman bir Hindli beni ziyârete gelmişti. Mian Amiruddîn ismindeki bu kibar zat ile İslâm dîni üzerinde uzun uzadıya mubâheseler yaptık. Bu konuşmalar bana son cesareti verdi ve müslüman olmayı kabûl ettim.

Ben, müslümanlığın hakîkî Allah dîni olduğuna, sâdeliğine, af ve şefkatine, samîmiyyetine, müslümanları birbirine kardeş saydığına ve birgün bütün dünyayı birbirine bağlıyacağına inanıyorum.

Artık hayatımın sonuna vâsıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi islâmiyete hizmet etmeye adadım.