MÜSLİMÂNLIĞI SEÇENLER THOMAS MUHAMMED CLAYTON (Amerikalı) - kainatingunesi.com

 

MÜSLİMÂNLIĞI SEÇENLER

THOMAS MUHAMMED CLAYTON (Amerikalı)

Tam öğle olmak üzereydi. Sıcaktan bunalmış, tozlu yoldan geçerken, bir aralık kulağımıza kendine mahsûs bir güzelliği olan, bir ses gelmeye başladı. Bu ses, etrâfımızdaki bütün boşluğu sanki dolduruyordu. Bir ağaç topluluğunu geçince, önümüze insana hayret verici bir manzara çıktı. Âdetâ gözlerimize inanamıyorduk. Tahtadan yapılmış ufak bir kule üzerine çıkmış, tertemiz cübbeli ve beyaz sarıklı yaşlı bir Arab ezan okuyordu. Ezanı okurken kendinden geçmiş, sanki dünyadan tamamen ayrılarak, hâlıkının, sahibinin huzuruna çıkmıştı. Bu yüce manzara karşısında, biz de sanki hipnotize olmuş gibi durakladık ve yavaş yavaş yere oturduk. Kulağımıza gelen seslerin ve sözlerin mânasını anlamıyor, fakat onun te’sîri altında kalıyor ve ruhumuzda bir başkalık, bir ferahlık his ediyorduk. Sonradan öğrendik ki, Arabın söylediği tatlı sözlerin mânası şu idi: (Allahü teâlâ en büyüktür. Allahü teâlâdan başka ilâh, mâbut yoktur). Birdenbire, etrâfımızda birçok insanlar belirdi. Hâlbuki, biz o zamana kadar etrâfımızda kimseyi görmemiştik. Nereden çıktıklarını, nereden geldiklerini bilmediğimiz bu insanların yüzünde büyük bir hürmet ve muhabbet ifâdesi vardı. İçlerinde her yaştan, her sınıftan insan bulunuyordu. Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka, görünüşleri başka idi. Fakat, hepsinin yüzünde aynı ciddî ifâde, büyük vekar ve aynı melâhat [sevimlilik] vardı. Gelenlerin miktârı artıyor ve biz, gâlibâ bunların arkası bir türlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi ayakkabılarını ve takunyalarını çıkararak saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç bir fark gözetilmediğini büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyaz insanlar, sarı insanlar, siyah insanlar, zengin insanlar, fakir insanlar, tüccarlar, memurlar, işçiler, hiç bir ırk veya rütbe farkı gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikte ibâdet ediyorlardı.

Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana gelmelerine, hayrân olmuştum. Bu, ilk gördüğüm ulvî manzara üzerinden, şimdi üç sene geçti. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaştıran bu ulvî din hakkında, bilgi toplamaya başlamıştım. Müslümanlık hakkında edindiğim bilgiler, beni bu dîne büsbütün yaklaştırdı. Müslümanlar, bir tek Allaha inanıyor, hıristiyanların telkîn ettikleri gibi, insanların günah içinde doğmadığını söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabûl ediyor, onlara karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların rahat, huzur ve saadet içinde yaşamalarını arzuluyordu. Hıristiyanlıkta, akıldan geçen fena bir düşünce bile günah sayıldığı hâlde, müslümanlar ancak Allahü teâlâya isyânı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günah sayıyor, insanı düşüncesinde tamamiyle serbest bırakıyordu. İslâm dîni, (İnsan, ancak yaptığı işten mes’ûldür) diyordu.

İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeplerden dolayı, seve seve müslümanlığı kabûl ettim. Aradan üç sene geçtiği hâlde, bazı geceler rü’yamda o Arab müezzinin hazîn ve te’sîrli sesini duyar ve her taraftan koşup gelen türlü türlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikte secdeye kapanan bu insanlar, muhakkak ki, samîmî olarak Allahü teâlâya ibâdet etmektedirler.

Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.

bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yaptı sanır.

Cümle eşya Hâlıkındır, kul elîle işlenir.

emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!