Nemrûd'un ve Keldânî kavminin helâk edilmesi - kainatingunesi.com

Nemrûd’un ve Keldânî kavminin helâk edilmesi

Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan îtibâren insanlara îmân etmelerini bildirdi. Saâdet yolunu gösterdi. Dünyâdaki hayâtlarının her safhasında nasıl yaşayacakla­rını, nelere uyup nelerden sakınacaklarını ve ebedî saâdete nasıl kavuşacaklarını, emîn ve sâdık resûllerle, peygamberleri vâsıtası ile bil­dirdi. Servetine ve saltanatına bakıp, şımarıp kibre ve gurûra kapılan ve böylece ilâhlık iddîâ edip, insanları kendine taptıran Nemrûd’a ve yıldızlara, putlara tapan azgın Keldânî kav­mine de İbrâhim aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Fakat Nemrûd ve Keldânî kavmi, İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmediler. Şeytana ve nefislerine uydular. İbrâhim aleyhisselâma karşı direndiler, saptıkları bozuk yolda sürüklenip gittiler. İbrâhim aleyhisselâmın kendile­rine yaptığı açık uyarmalarla da sapıklıktan vazgeçmediler. Onu öldürmeye kastedip, ateşte yakmaya kalkıştılar. Bir mucize olarak yanmadığını gördükleri hâlde bile îmân etme­diler. Nihâyet tıpkı îmân etmedikleri için helâk edilen Âd ve Semûd kavmi ve Nûh aleyhisselâm zamanında helâk edilen azgın insan­lar gibi Nemrûd ve Keldânî kavmi de, isyânları sebebiyle helâk edildi.

Nemrûd ve Keldânîlerin, İbrâhim aleyhisselâma yapmak istedikleri zarar ve öldürme teşebbüsleri boşa çıktı. Mağlûb ve perişân oldular. Bu husus, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir. “İbrâhim’e bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz kendilerini daha ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık. ” (Enbiyâ sûresi: 70)

İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd ve Keldânî kavmini son bir defâ daha îmâna dâvet ettikten sonra Bâbil’den hicret etti. Son dâvetle de îmâna gelmeyen Nemrûd ve putperest Kel­dânî kavmi, üzerlerine sürüler hâlinde gökyü­zünü tamâmen kaplayan sivrisinekler gönderilerek helâk edildiler. Sivrisinekler onların kanlarını emip, kupkuru bir hâlde bıraktılar.

Nemrûd’a sivrisineklerden bir tânesi musallat olup, peşini bırakmadı. Ne tarafa kaçsa ve nereye saklansa sinek hemen karşı­sına çıkıyor, üzerine, yüzüne ve başına konu­yordu. Nemrûd bu sineği öldürmek istediği hâlde âciz kalmıştı. Saltanatına ve servetine bakarak kibirlenen ve ilâhlık iddiâ eden bu azgın hükümdâr, küçücük bir sinek karşısında âciz ve çâresiz kalmıştı! Nemrûd kendisine musallat olan bu sinekten kurtulmak için çâre ararken, sivrisinek, burnuna girip beynine kadar ilerledi. Sinek beynini kurcaladıkça Nemrûd deliriyor ve başına bir tokmakla vur­durarak sineğin hareket etmesine mâni olmaya çalışıyordu. Bu hâl uzun müddet devâm etti. Artık Nemrûd için en makbûl kimse, tokmakla başına vuran idi. Çünkü o, bir an da olsa beynindeki sineğin vereceği acıdan kurtulma yolları arıyordu. Nihâyet sivrisinek onun çâresizlik ve ızdıraplar içinde ölmesine sebep oldu. Bir rivâyete göre, Nemrûd’un başına tokmakla yavaş yavaş vuran hizmetçi, artık bu işten usanıp, tepesine şiddetli bir darbe indirerek başını parçalamıştır. Defâ­larca dâvet edilmesine rağmen îmân etmeyen, başkalarının da îmân etmesine mâni olan Nemrûd’un hayâtı, saltanatı, serveti, mülkü, hâsılı nesi varsa hepsi bu şekilde hebâ olup gitti. Böylece hem kendisi hem de ona tâbi olanlar için dünyâ hayâtı sona ererken, ebedî felâkete ve Cehennem azâbına düçâr oldular. Allahü teâlânın, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler olmuştur! Fakat bu zâlimlerden hiç biri îmânı yok edememiştir. Kendileri kahr olmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, isimleri lânet ile anılmış veya unu­tulmuştur. Allahü teâlâ, bir peygamber veya bir âlim göndererek, îmân ışığı ile yeryüzünü yeniden aydınlatmıştır. Beyt:

 

Ne kendi etti râhat, ne âlem etti huzûr

Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr.

 

Nemrûd’un azmasına ve ilâhlık iddiâ etme­sine, sonunda da helâk olmasına sebep cebbârlık yapmasıdır. Allahü teâlâya âsî olan, hakkı kabûl etmekte inat eden, haddi aşan, zorba ve isyânkâr insana cebbâr denir.

Şu işleri yapan kişi cebbâr kimselere benzemiş olur: Sâdece kendisini ve kendi fayda­sına olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüşünü ve hareketlerini beğenmek. Meselâ, kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kib­rinden, hakîr ve aşağı gördüğü için insanlar­dan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, baş­kasını kötülemek.

İnsanların âzâlarında ve zâhirinde görülen bütün bu tecebbür ve tekebbür hareketleri kal­bin inanmaması ve kibirli olmasından doğ­maktadır. Böyle hâllerin insanda ve âzâlarında görünmesi tecebbür, böyle kimseye de cebbâr denir. Yeryüzünde tecebbür ve tekebbür eden ilk kral Nemrûd’dur.

Ebû Nuaym’m; Câbir’den (r.aleyh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ceberût (kahr), kalbdedir. ”

Bir hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir. ”

Tirmizî’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kişi kibirlene kibirlene cebbârlardan yazılır. Cebbârların başına gelen azâb onların başına da gelir”.

Hâkim, Beyhekî ve Tirmizî şöyle rivâyet ettiler. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kibir­lenen kul ne kötü kuldur. Cebbâr olan Allahü teâlâyı unutup, tecebbür ve zul­meden ne kötü kuldur. Kabri ve orada çürüyeceğini unutup, gaflette bulunan, oyun ve eğlenceye dalan kul ne kötü kuldur. Başlangıcını ve sonunu unutup, haddi aşan kul ne kötüdür. Dünyâsını dînine tercih eden kul ne kötüdür. Şüp­helileri yapmak sûretiyle dînine halel (bozukluk) getiren kul ne kötüdür. Tamâın peşinden giden kul ne kötüdür. Hevâsı kendini saptıran (doğru yoldan çıkaran) kul ne kötüdür. Vermekten kor­kan kul ne kötüdür.”

Hadîs-i şerîfde; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e girmez”

buyruldu. Kibrin aksine tevâdu denir. Tevâdu kendîni başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı gör­memektir. Tevâdu, iyi huylardandır. Hadîs-i şerîfde; “Tevâdu edene müjdeler otsun” buyruldu. Tevâdu sâhibi, kendîni başkaların­dan aşağı görmez. Zelîl ve miskin olmaz. Malını helâlden kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle, fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerîflerde; “Tevâdu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kim­seye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır” ve “Allah için tevâdu edeni, Allahü teâlâ yükseltir “ buyruldu.

Nemrûd ve Fir’avn gibi kibir ve tekebbür gösterenlerin tekebbürleri, âciz, zayıf, elinden birşey gelmeyen, hatta kendinden ve bedeni­nin yapısından haberi olmayan kulun, kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle iblis de, böyle tekebbür etti. İblise, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca; “Toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yaratdın” diyerek, Allahü teâlânın emrine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan ve toprakdan üstün sandı. Hâlbuki üstünlük, kendîni üstün görmekte değil, tevâdu göstermektedir. Cennet’te toprak vardır ve misk gibi kokacak­tır. Cennet’te ateş yoktur. Ateş, Cehennem’de azâb vâsıtasıdır. Ateş, harâb etmeye, toprak, binâ1 yapmaya yarar. Mahlûklar toprak üstünde yaşamaktadır. Hazîneler, defîneler toprakda bulunûr. Kâbe toprakdan yapılmıstır. Ateşin ışığı gecelere son verir, gündüzü getirir ise de, toprakdan çiçekler, meyveler hâsıl olmaktadır. Kâinâtın, varlıkların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın yeri toprak­tır.

 

Götürmez aşk işin pâk olmayanlar,

Bitirmez şâh-ı gül hâk olmayanlar.

 

Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor ki: Kibriyâ (üstünlük) ve azamet bana mahsusdur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam” .

Bir hadîs-i şerîfde; “Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhibleri, küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacakdır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şid­detli olan bolis çukuruna sokulacaklar­dır. Buraya girenler kurtulmakdan me’yûs (ümitsiz) oldukları için, bolis denilmiştir. Ateş içinde gayb olacak­lardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecek­tir” buyruldu.

Hadîs-i şerîfde; “Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” buyruldu.

Tekebbür etmek, kibirlenmek haramdır. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O’na mahsusdur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıy­meti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeye cesâret edemez. Bunun için, peygamberler (aleyhimüsselâm), tevâdu sâhibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucb gibi kötü huylar hiç olmamıştır. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibirli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karşı tekebbür etmek lâzım­dır. Bir âlim, câhili görünce; bu, bilmediği için günâh işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim, demelidir. Kendinden daha yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden daha çok ibâdet etdi, demelidir. Genç­leri görünce, bunların günahı az, benim günah­larım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günahlarımı biliyorum, onun ne yapdığını bilmiyorum. Bilinen kötü­lükleri tahkîr etmek lâzımdır, demelidir. Birbidat sâhibini veya kâfiri görünce, insanın hâli son nefesde belli olur. Acabâ benim hâlim ne olacak demeli, bunlara da tekebbür etmemeli­dir. Fakat, bunları sevmemelidir.

Nemrûd’un kibirlenmesi; malı mevkîi ve saltanatı sebebi ile idi. Mal, evlâd, mevkîi ve rütbe ile tekebbür etmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar; ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çokdur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavu­şup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olma­ları lâzım gelirdi. Mal, şeref vesîlesi olsaydı, hırsızların, az zamanda bile olsa şerefli kimse­ler olmaları lâzım gelirdi.

Kibirden kurtulmak veya kibre düşmeyip, tevâdu sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamıyan, hareket edemiyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıdâ olacakdır. Îdam odasına sokul­muş olup, îdam olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çekdiği sıkıntılar gibi, dünyâ zindanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennem’de sonsuz yanmak korkusu içinde yaşıyan kimseye tekebbür yakışır mı? Tevâdu sâhibi olması kibirlenmemesi lâzımdır. İnsanların yaratıcısı, yetiştiri­cisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette hesâba çekecek, sonsuz azâb yapa­cak olan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, or­tağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ; tekebbür edenleri sevmediğini, tevâdu eden­leri sevdiğini haber vermektedir. Âciz, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallı insana, bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekeb­bür edebilir mi? İnsan; aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriye­tindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî (r. aleyh); “Bütün insan­lar, beni, olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı ola­rak düşünebileceklerinden daha aşağı oldu­ğumu biliyorum ” diyerek, üstün bir tevâdu göstermiştir. İnsan, kendini herkesden, hattâ iblisden, Nemrûd’dan, Fir’avn’dan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü bunlar ve bunlara ben­zeyenler kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık dâvâsı eden, dilediğini yapmaları için milyon­larca insanı öldüren ve işkence altında inleten­lerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ, bunlara gadab etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise, merhamet etmiş, îmân ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillâh, yapmadı. Bununla berâber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günah işledim. Kim­senin yapmadığı kötülükleri yaptım. Son nefe­simin nasıl olacağını da bilmiyorum, diyerek tevâdu yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır.

Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Allahü teâlâ, tevâdu üzere olmayı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz! ”

İbrâhim aleyhisselâmın hicreti: İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emri üzerine Bâbil’den Harrân’a hicret etti. (Harrân, Urfanın güneyinde bir yerdir.) Hicret etmeden önce Nemrûd’a ve Keldânî kavmine son tebli­ğini yaptı. Onları son olarak, bir kerre daha îmâna çağırdıysa da kabûl etmediler. Daha sonra kendisine îmân eden Hz. Lût ve zevcesi olan Hz. Sâre ile birlikte hicret ettiler. Bir rivâyete göre îmân edenlerden az bir topluluk da onlarla berâberdi. Hz. Lût, İbrâhim aleyhisselâmın kardeşi Hârân’ın oğlu, Hz. Sâre de amca­sının kızı idi.

İbrâhim aleyhisselâm Irak sınırları içinde bulunan Bâbil şehrinin Kûsâ köyünden hicret etti. Nemrûd’un onunla mücâdelesi Kûsâ’da vukû bulmuştu. Kûsâ’dan Harrân’a gelip, bir müddet kaldıktan sonra Şam’a, oradan da Filistin’e geçti. Buradan da Mısır’a gitti. Mısır’da bir müddet kalıp, tekrar Şam’a (Filistin’e) döndü. Lût aleyhisselâm ise Mü’tefike’ye  (Sedûm’a) yâni Lût kavminin yaşadığı ve isyânları sebebiyle alt-üst edilip helâk edildik­leri yere gitti. (Altı üstüne çevrildiği için bu bölgeye Mü’tefike denilmiştir. Bugün Lût gölünün bulunduğu bölgedir.) Lût aleyhisselâma da orada peygamberlik verilmiştir. (Bkz. Lût aleyhisselâm)

İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra hicret etmek üzere hazırlanıp, kavmine; “Bu küfür diyârından ayrılıp, Allahü teâlânın emir buyurduğu bir yere gitmek üzereyim. Rabbim elbette beni doğru bir yola iletir. Orada ibâdet ve tâatlarımı emniyet içinde yaparım ”  dedi. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “(Ateşten kurtulduktan sonra) İbrâhim aleyhisselâm şöyle dedi: “Ben Rabbimin bana emrettiği yere hicret ediyorum. Rabbîm beni doğru yola ulaştırır. ” (Sâffât sûresi: 99)

Hicret ederken de; “Ey Rabbimiz, ancak sana tevekkül ettik ve (tâatle) sana yöneldik ve âhirette de dönüşü­müz ancak sanadır ” diye duâ ettikleri, Mümtehine sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde bil­dirildi. Yâni duâlarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Her işimizde sana güvenerek bizi muvaffakiyete kavuşturman niyâzında bulun­duk. Senin râzı olduğun şeyleri yapmaya yöneldik. Kabirlerimizden kalkınca da (Öldük­ten sonra dirilince) senin tâyin buyuracağın yere gideceğiz. Âkıbetimizi hayr eyle yâ Rabbî! ”

İbrâhim aleyhisselâm Harrân’da, bir müd­det de Filistin’de kaldı. Daha sonra ise zevcesi Hz. Sâre ile birlikte Mısır’a gitti. Rivâyete göre bu zamanda otuz sekiz yaşında İdi. O zaman Mısır’da fir’avn ünvânı verilen hükümdârlar hü­küm sürüyordu. İbrâhim aleyhisselâmın Mısır’a gittiği sırada ise, bu fir’avnlardan çok zâlim ve cebbâr, Sinân bin Ulvân adlı, Dahhâk’ın kar­deşi olan pek kibirli, büyüklük taslâyan bir hükümdâr bulunuyordu. Ayrıca isminin Sâruk olduğu da söylenmiştir. İbrâhim aleyhisselâm Mısır’a girince, hükümdârın adamları, bir kim­senin yanında çok güzel bir kadınla şehre gel­diğini haber verdiler. Gerçekten Hz. Sâre çok güzel olup, bir benzeri ve eşi bulunmaz dere­cede hüsn-ü cemâl sâhibi idi. Gelişleri Mısır hükümdârına haber verilince, bu zâlim ve zorba melik, Hz. Sâre’yi almak istedi. İbrâhim aleyhisselâma; “Yanındaki bu kadın kimdir? ” deyince, İbrâhim aleyhisselâm onun musallat olmasını engellemek için din bakımından kar­deşi olduğuna niyet ederek; “Kız kardeşimdir ” dedi. Sonra, Hz. Sâre’nin yanına gelip; “Sakın beni yalanlama! Çünkü ben onlara senin için kız kardeşimdir dedim. Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu yerde benden ve senden başka Allahü teâlâya inanan, îmân etmiş hiç bir mü’min yoktur. Yâni sen benim din bakımından kardeşinsin ”  dedi.

Pek zâlim olan bu hükümdâr, Hz. Sâre’yi almak isteyip sarayına çağırttırdı. Fakat musallat olmak isteyince nefesi kesilip, elleri, ayakları tutmaz oldu. Yere yıkılarak debelen­meye başladı. Allahü teâlâ Hz. Sâre’yi onun şerrinden korudu. Hükümdâr bu durum karşı­sında korkusundan Hz. Sâre’ye musallat olmaktan vazgeçip, Hz. İbrâhim’in yanına gön­derdi. Bu hâdise, “Sahîh-i Buhârî ”de Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfde şöyle zikredilmiştir: “Resûlullah efen­dimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “İbrâhim aleyhisselâm Sâre ile hicret edip, bir şehre gelmişti. Orada meliklerden bir melik veya cebbârlardan bir cebbâr hükümdâr idi. Bu zâlime denildi ki: “ İbrâhim, çok güzel bir kadınla şehre geldi. ” Melik; “Yâ İbrâhim! Bu seninle birlikle olan kadın kimdir (neyindir)?   diye haber gönderdi, İbrâhim aleyhisselâm, (din cihetinden) kız karde­şimdir, diye cevap verdi. Sonra dönüp Sâre’nin yanına geldi ve; “Sakın sözümü tekzib etme, yalanlama! Ben onlara senin için kız kardeşimdir, dedim. Vallahi yeryüzünde (burada) benden ve senden başka îmân eden hiç bir kîsi yoktur ” dedi. (Melik’in zorbalıkla istemesi üzerine mecburen) Sâre’yi melike gönderdi. (Hz. Sâre saraya varınca) melik Sâre’ye kıyam etti (musallat olmak istedi). Sâre de hemen abdest alıp namaza durdu. (Namazdan sonra); “Yâ Rabbî ! Ben sana îmân ettimse (sana îmân ettim) ve senin peygamberine îmân ettimse, (ettim) ben kadınlığımı zevcimden (kocamdan) başkasına karşı ebedî muhâfaza eyledimse, (eyledim) benim üzerime şu kâfiri musallat etme! ” diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi kesildi, yere düştü. Horlamaya, hattâ ayağıyla yere vurup debelenmeye başladı.” Ebû Hüreyre rivâyetine şöyle devâm etmiştir:

“Sâre; “Allah’ım! Eğer bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir” dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik) kurtarıldı. (Nefesi açılıp rahatladı.) Sonra melik, Sâre’ye (ikinci defâ) Musallat olmaya kalkıştı. Sâre de derhal abdest alıp namaza durdu. Sonra; “Allah’ım! Ben sana ve senin peygamberine îmân ettimse; ben kadınlık şerefimi, zevcim müstesnâ olmak üzere, herkese karşı korudumsa, şu kâfiri üzerime musallat etme!” diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi tıkandı, horlamaya hattâ ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı. (Ebû Hüreyre rivâyetine devâm ederek dedi ki:) Sâre; “Yâ Rabbî! Bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir” dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik tutul­duğu sara gibi hâlden) ikinci yâhut üçün­cüde de kurtarıldı. Bundan sonra melik, saraydaki yakınlarına; “Siz bana (insan değil) muhakkak bir şeytan göndermiş­siniz. Bu kadını, İbrâhim’e (aleyhisselâm) geri gönderiniz. Hâcer’ide ona veriniz” dedi. Sâre İbrâhim’e aleyhisselâm dönüp geldi. Ve ona (hâdiseyi anlatarak); “Allah, kâfiri zillete düşürdü. Bir cariyeyi de (bize) hizmetçi verdi” dedi.” “Sahîh-i Müslim”de, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyuruldu: “…İbrâhim, Sâre yanında olduğu hâlde cebbâr (zâlim) bir hükümdârın memleketine geldi. Sâre, insanların en güzeli idi. İbrâhim, Sâre’ye; “Şu cebbâr hükümdâr senin, benim zevcem (hanımım) olduğunu bilirse, senin için bana galebe çalar (seni benden alır!) Eğer sana sorarsa benim kız kardeşim oİduğunu söyle. Muhakkak ki, sen benim İslâm’da kız kardeşimsin (din kardeşimsin). Çünkü ben yeryüzünde (burada, bizim îmân ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka îmân eden hiç bir

müslüman kişi bilmiyorum” dedi. O zâlim melikin memleketine girdikle­rinde, onun adamlarından biri Sâre’yi gördü. Zâlim hükümdâra gelip; “Senin memleketine öyle bir kadın geldi ki, senden başka hiç bir kimseye lâyık değildir” dedi. Zâlim hükümdâr hemen Sâre’yi getirtmek için adam gönderdi. Ve onu getirtti. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâm) kalkıp namaza durdu. Sâre, yanına girince, zâlim hükümdâr kendine hâkim olamayıp, ona elini uzattı. Eli şiddetli bir tutuluşla tutuldu. Bunun üzerine Sâre’ye; “Elimin ser­best bırakılması için Allah’a duâ et. Ben de sana hiç bir zarar yapmayaca­ğım” dedi. Sâre duâ etti, eli salındı (eli açıldı) . Tekrar el uzattı ve eli birincisin­den daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Yine, duâ et bir şey yapmayacağım dedi. Sâre duâ etti. Fakat gene el uzattı. Bu sefer birinci ve ikincisinden daha da şiddetli bir şekilde eli tutuldu. Zâlim hükümdâr, Sâre’ye; “Elimin salınıvermesi için Allah’a duâ et. Allah şâhit olsun ki sana zarar vermeyeceğim” diye yemin etti. Sâre tekrar duâ etti, eli salınıverdi. Sâre’yi getiren adamı çağı­rıp; “Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bu kadını benim arâzim­den dışarı çıkar ve kendisine Hâcer’i ver” dedi. Sâre, zâlimin şerrinden kurtulunca, yürüyerek, İbrâhim’in aleyhisselâm yanına geldi, İbrâhim aleyhisselâm Sâre’yi görünce; “Hâlin nicedir?” diye sordu. Sâre; “Hayırdır. Allah, fâcirin (zâlim hükümdârın) elini men etti. Bana da bir hizmetçi ihsân etti” dedi.”

Bu husûsda  “Sahîh-i Buhârî” de bildirilen hadîs-i şerîf, Buhârî şerhi “Feth-ul-Bârî” de açıklanırken; “Müslim”deki hadîs-i şerîfden de bahsedilerek şu îzâhlar yapılmıştır: “İbrâhim aleyhisselâm Mısır’a girdiğinde, oraya hâkim olan zâlim hükümdâra, zevcesi Hz. Sâre için kız kardeşim demesinin ve Hz. Sâre’ye de bu sözünü yalanlamamasını tenbih etmesinin sebebi şu idi: O zâlim hükümdâr evli kadınlara Musallat oluyor ve sâhip olmak istediği kadı­nın kocasını da öldürüyordu. Yine onun inan­cına göre, kızları almak hakkı, önce kızların oğlan kardeşlerine âitti. İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle onun zararından kurtulmak istedi. Ayrıca; “Kız kardeşimdir” derken görü­nüşteki mânâyı değil, din kardeşliği sebebiyle olan mânâyı kasdetmiştir. İbrâhim aleyhisselâmın, zevcesi Hz. Sâre’ye; “Yeryüzünde senden ve benden başka mü’min yoktur “ demesinden maksadı da şu anda bulunduğumuz bu yerde, yâni Mısır’da yoktur şeklinde idi. Çünkü o sırada onlardan ayrılarak Mü’tefike’ye (Sedûm’a) giden Hz. Lût’un da îmân edenler­den olduğu Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir.

Zâlim hükümdâr, Hz. Sâre’ye musallat olmak istediğinde; ellerinin tutulup, nefesi kesilerek sara hastalığına tutulmuş bir kimse­nin hâline benzer bir duruma düştüğü, hattâ sarayının sallandığı zaman Hz. Sâre’den, kur­tulması için duâ etmesini istemişti. O da duâ etmişti. Hz. Sâre’nin, onun düştüğü fecî hâl­den kurtulması için duâ etmesinin sebebi; bu hükümdârı, bu kadın öldürdü diye üzerine suç atılmasından korktuğu içindir. Zâlim hükümdârın güç, kuvvetten düşüp âciz kalınca; “Bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz” demesi; Hz. Sâre’ye ilişmek istediği sırada saralı bir hasta durumuna düşmesi ve onu cin zannetmesi yüzündendir. Çünkü onlar buna benzer fevkalâde hâdiselerin cin ve şeytandan olduğunu zannederlerdi. Hz. Sâre’ye bir câriye, hizmetçi hediye etmesinin yâni Hâcer’i (r. anhâ) vermesinin sebebi; onu cin zannedip, zararından ancak böyle kurtulabileceği düşüncesi iledir. Hz. Sâre’nin; “Yâ Rabbî! Sana ve senin peygamberine îmân ettimse. . . şu kâfi­rin bana musallat olmasına müsâde etme” diye duâ etmesi; Allahü teâlânın inâyetine tam îtimâdını ifâde içindir. Yâni; “Yâ Rabbî! Ben sana îmân ettim, sana sığındım, beni koru” mânâsında söylemiştir.

Bu hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm, Hz. Sâre ve ona hediye edilen Hz. Hâcer ile birlikte Mısır’dan ayrılıp Filistin’e gittiler. Hz. Hâcer asîl bir âileden idi. Onlara katılmakla lâyık olduğu yere kavuşmuştu.

İbrâhim aleyhisselâm Mısır’dan Filistin’e dönüp, Filistin topraklarında o zaman, ıssız, kupkuru bir yer olan Sebu’ denilen yere yer­leşti. Hz. Sâre ve Hz. Hâcer ile birlikte bir müd­det burada ikâmet etti. Sebu’ denilen bu yerde hiç su yoktu. İbrâhim aleyhisselâm burada bir kuyu kazdı. Buradan gâyet hoş ve tattı bir su çıkıp, çeşme gibi akmaya başladı. Zamanla bu sudan insanlar ve hayvanlar faydalandı. Rivâyet edilir ki, buraya yerleştikten bir müddet sonra yiyecekleri kalmamıştı. İbrâhim aleyhisselâm, yiyecek getirmek niyetiyle eline bir çuval alıp, şehre gitmek üzere oradan ayrıldı. Sahrâya düşüp bir müddet yol aldı. Şehir uzak olduğu gibi, şehre varsa bile, buğday alacak parası da yoktu. Bu hâlde iken çâresiz geri dönüp, Hz. Sâre’nin ve Hz. Hâcer’in yanına geldi. Onlara teselli olsunlar diye elindeki boş çuvala da bir mikdar kum ve çakıl doldurdu. Yanlarına gelince, çuvalı bir kenara koyup uyudu. İbrâhim aleyhisselâm uykuda iken Hz. Sâre, Hâcer’e (r. anhâ); “Çuvalı aç bakalım, içinde ne var?” dedi. Çuvalı açınca buğday olduğunu gördüler. Kum ve çakıl buğday olmuştu. Hemen buğdayın bir kısmını un hâline getirip hamur yaptılar ve ekmek pişirdiler. İbrâhim aleyhisselâmı da uyandırıp; “Sıcak ekmek pişirdik, buyur ye!” dediler. İbrâhim aleyhisselâm sıcak ekmeği görünce; “Unu nereden buldunuz?” dedi. “Senin getirdiğin buğday­dan yaptık!” cevâbını verdiler. İbrâhim aleyhisselâm, bunun, Allahü teâlânın kudreti ve ihsânı ile olduğunu anladı ve O’na şükretti. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın, bu buğdayın bir kısmını ekip biçerek rençberlik yaptığı rivâyet edilmiştir. Hz. İbrâhim, zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları; ovaları, vâdileri doldurdu. Çok zen­gin oldu. Bu sebeple duâlarda; “Allahü teâlâ Halîl İbrâhim bereketi versin” denilmektedir.

İbrâhim aleyhisselâmın yerleştiği Sebu’, zamanla meskûn bir yer hâline geldi. Çevre­den insanlar gruplar hâline gelerek oraya yerleştiler ve nüfusları çok arttı. İbrâhim aleyhisselâmın açtığı kuyudan çıkan su, artık sırayla alınıyor ve nöbet çok geç geliyordu. Buraya sonradan gelenler yüzsüzlükte bulu­narak İbrâhim aleyhisselâma, kendi kazdığı kuyunun suyunu vermemeye ve davarlarının içmesine mâni olmaya başladılar. İbrâhim aleyhisselâm onlardan çok incindi. Sebu’dan ayrılıp oraya yakınlığı ile bilinen “Kıst” adlı yere göçtü. Onun Sebu’dan gitmesi üzerine, suyunun güzelliği ile tanınan kuyunun suyu çekilmeye başladı. İnsanlar suyun azaldığını görünce hep birlikte, İbrâhim aleyhisselâmın yanına giderek af dilediler. Tekrar Sebu’ya dönmesi için yalvardılarsa da artık oraya git­medi. Gelen cemâat, İbrâhim aleyhisselâmın geri dönmeyeceğini anlayınca; “Mâdem gel­meye râzı değilsiniz, bize duâ edin de suyumuz eksilmesin” diye ricada bulundular. İbrâhim aleyhisselâm da onlara nasîhat edip, dîninden bâzı hususlar öğretti ve bu bildirdiği şeylere göre hareket etmelerini sıkı sıkıya tenbih etti. Buna uydular ve su eskisi gibi aktı. Fakat zamanla tenbih ettiği hususlara uymadıkları ve doğru yolu bıraktıkları için su çekilip, kuyu tamâmen kurudu. . . Başka bir rivâyete göre, İbrâhim aleyhisselâm Kıst’ta da bir kuyu kazdı. Malı ve davarları bütün o bölgeyi kapladı. Bu ülkede onun malından istifâde etmeyen ve ser­vetinden yemeyen kimse kalmadı.

Malı, serveti yemekle bitmezdi. Hattâ İbrâhim aleyhisselâm dört-beş saatlik mesâsfedeki uzak yerlere gidip misâfir arar ve adamlar gön­derip, insanları yemeğe dâvet ettirirdi. İbrâhim aleyhisselâma bu vasfından dolayı Ebü’ddayfân (misâfirlerin babası) denmiştir. Lût aleyhisselâmın bulunduğu ve peygamber ola­rak gönderildiği yer de oraya yakın idi.

İbrâhim aleyhisselâm, bir defâsında, büyük bir ziyâfet vermişti. Ziyâfette iki yüz mecûsî vardı. Ziyâfetten sonra mecûsîler, Hz. İbrâhim’e teşekkür edip, bir mikdar karşılıkta bulunmayı arzu ettiler. İkrâmlarına karşı onlar da onun bir işini görmek istediler. Bu arzula­rını söylediklerinde, kendilerine bir iş gösterir, çalıştırır zannettiler. “Bize  ne emr edersen yapalım” dediler. “Sizden bir dileğim var” buyurdu. “O nedir?” dediklerinde; “Benim Rabbime bir kerre secde etmenizi istiyorum” dedi. Onlar böyle şeyi beklemiyorlardı. Çünkü daha evvel kendilerini îmâna dâvet etmiş, onlar ise kabûl etmemişlerdi. Aralarında konuştular ve;  “Bu zâtın ihsânları, ziyâfetleri meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine kendi ilâhlarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz. Böylece hem onu kırmamış, hem de ziyâfetlerinden mahrûm kalmamış oluruz. Îtirâz edersek, bundan sonra bize ziyâfet ver­meyi kesebilir” dediler. Kabûl edip secdeye kapandılar. Bunlar secdede iken, İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunları hidâyete, saâdete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara müslümanlık nasîb eyle!” dedi. Duâsı kabûl olup, hepsi müslüman oldu.