OSMANLI ŞEYHÜSLAMLARI - kainatingunesi.com

1- ZENBİLLİ ALİ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”

Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. Evliyâ bir zâttır. Aslen Niğde Aksaraylıdır. 1526 da İstanbul’da vefât etti. Türbesi zeyrek yokuşundadır. Evinin penceresinden bir tane zenbil sarkıtır, sual soranlar, suallerini bir kağıda yazıp zenbile koyardı. O da çekip, suallerin cevabını yazar, zenbili tekrar aşağı sarkıtırdı. Bu sebeple Zenbilli Ali Efendi ismi ile meşhur oldu.

Zenbilli Ali Efendi Kânuni Sultan Süleymân Hân devrinde de vazifesinde kalıp Rodos seferine katıldı. Rodosun fethinden sonra orada imâmlık ve hâtiplik yaptı. Burada çeşitli İslâm müesseseleri kurdu.

Zenbilli Ali Efendi II. Bâyezîd Hân, Yavuz Sultan Selîm Hân ve Kânûni Sultan Süleymân Hân olmak üzere üç pâdişâh görmüştür. Ömrünü ilme, talebe yetiştirmeğe ve İslâmiyete hizmete harcamış kıymetli hizmetler yapmıştır. Üstün halleri, ahlâkı ve başarılı hizmetleri ile meşhûr olmuş, tasavvufta da kemâle ermiştir. Bu sebeple kendisine Mevlânâ Sûfi Ali Cemâlî denmiştir.

Karınca ve Süleyman Han

Kânûni Sultân Süleymân Hân meyva ağaçlarını karıncaların sarması üzerine karıncaları kırmak için meseleyi güzel bir beyitle sorar ve şöyle der:

Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca

Zarar var mı karıncayı kırınca

Zenbilli Ali Efendi bu zarif, sûale şöyle zarif bir beyitle cevap verir;

Yârın dîvânına Hakk’ın varınca

Süleymân’dan alır hakkın karınca

Âhiretiniz ile ilgili hizmeti yerine getirdim.

Menkıbe-1: Zühdü, takvâsı, istikâmeti doğruluğu ile meşhûr olan Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme, karara şiddetle karşı çıkardı.Yavuz Sultan Selîm Hânın şiddetli hareketlerini bile teskine muvaffak olurdu. Bir defâsında Yavuz Sultan Selîm Hân Topkapı Sarayı hazînesi görevlilerinden yüzelli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı idâmını emretmişti, Zenbilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvan-ı Humâyûn’a koştu. Vezirler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve baş köşeye oturttular. Şeyhülislâmın dîvana gelmesi âdet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Pâdişahla görüşmek istediğini söyledi. Durum Pâdişaha arzediIdi. Yavuz Sultan Selîm Hân, huzuruna girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm verdi. Pâdişâhın hürmetle karşılamasından sonra, gösterilen yere oturdu. Sonra Pâdişâha; “Fetvâ vazifesinde (şeyhülislamlıkda) bulunanların bir işi de, pâdişâhın âhiretini korumak, onu dînen hatâ olan şeylerden sakındırmaktır. Yüzelli kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermanı çıktığını duyduk öldürülmeleri için dînen bir sebep tesbit edilmiş değildir. Bunların af buyrulmaları arz olunur.” Sözü üzerine kızan pâdişâh, “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idâresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir” dedi. Zenbilli Ali Efendi, pâdişâhın bu sözleri karşısında, “Bu karar âhiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ve ne güzeldir. Yoksa âhirette cezaya müstehak olursunuz.” Bu sözler pâdişâhın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selîm Hâna; “Âhiretiniz ile ilgili hizmeti yerine, getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.” dedi. Pâdişâh; “Onu da söyle ” deyince ; “O sözümde şudur ki, pâdişâhın affına uğrayan  kişilerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları padişâhlığın şânına lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine pâdişâh bunu da kabul etti. Yavuz Sultan Selîm Hân; “Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, kendilerini tâzir edeceğim, cezâlandıracağım”dedi. Zenbilli Ali Efendi buna karşı da; “Tâzîr pâdişâhın re’yine kalmıştır, orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul etmeniz bize yeter.” dedi Sonra teşekkür ederek pâdişâhın huzurundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selîm Hân da onu medh ederek uğurladı.

Buna karışmak benim vazifemdir

Menkıbe-2: Bir defâsında Edirne’ye gidiyordu. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’de pâdişâhı uğurlamak üzere gelmişti. Pâdişâhı uğurlayıp dönerken dörtyüz kişinin elleri bağlı îdâm edilmek üzere götürüldüklerini gördü bunların niçin îdâm edileceklerini sordu. Pâdişâh ülkesinde ipek alınıp satılmasını yasaklamıştı. Bunlar bu yasağa, uymadıkları için, yakalandılar ve idâm edilecekler, dediler. Zenbilli Ali Efendi derhâl geri dönüp Yavuz Sultan Selîm Hâna yetişti “Bu elleri bağlı dörtyüz kişinin öldürülmesi helâl değildir. Bu hususta Allah indinde mes’ul olursun. Sakın bunları îdâm ettirme.” dedi. Pâdişâh bu sözler karşısında kızıp; “Halkın üçte birinin ahvâlini düzeltmek için üçte ikisinin bile öldürülmesi câiz iken böyle bir avuç kimsenin kanın dökülmesini çok görmek yersiz değil midir,” dedi. Zenbilli Ali Efendi: “Bu iş büyük, bir kargaşada, fitne sırasında mûbâhtır, câizdir,” deyince; “Hükümdârın emrine karşı gelmekten daha büyük kargaşa olur mu?” dedi. Zenbilli Ali Efendi şöyle cevap verdi; “Bunlar senin emrine karşı gelmemişlerdir. Zirâ senin ipek emîni tayin etmen ipeğin alınıp satılacağını gösterir. Bu bir ruhsattır, açıkça izin vermen, demektir. İpek alınıp satılmıyacaksa niye ipek emîni tayin ettiniz. Onun vazifesi nedir?” dedi. Pâdişâh ona: “Senin saltanat işlerine ait bu gibi şeylerde söz söylemen vazifen değildir.” dedi. Zenbilli Ali Efendi bu husus âhiret işlerindendir, buna karışmak benim, vazifemdir.” diyerek selâm vermeden pâdişâhın yanından ayrılıp gitti. Bu durum pâdişâhı son derece kızdırdı. Bir müddet atının üstünde sessiz ve hareketsiz kalıp derin bir düşünceye daldı. Sonra yürüdü. Yanında bulunanlar pâdişâhın bu hâline şaştılar. Pâdişâhın yanına toplanıp onu takip ettiler. Neticenin nereye varacağını düşünüyorlardı.

Yavuz Sultan Selîm Hân yolda (Eğer affedersen, bu takvaya daha yakındır) meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşünerek elleri bağlı dörtyüz idâmlık mahkumu affetti. Edirne’ye varınca Şeyhülislâm Zenbillİ Ali Efendiye bir fermân, gönderdi Bu Fermânda şöyle diyordu; “Dini ve tinî (yaratılış) istikametin (doğruluğun) mâlûmum, olup, kaza-i tarafeyni cem ettim (anadolu ve Rumeli kazaskerliğini birleştirip sana verdim.) Hak sözü işitip uydum. Ve dahi seni oraya (bu iki kazaskerliğe) tayin ettim.” Böyece o dörtyüz kişiyi affedip îdâm etmekten vazgeçtiğini Zenbilli Ali Efendiyi takdir edip ayrıca ilmiye sınıfı için Şeyhülislâmlıktan sonra en yüksek makam olan kazaskerlik vazifesine hemde her iki kazaskerliği birleştirerek onu tayin etteğini bildirdi.

Menkıbe-3: Şakayık müellifi şöyle kaydetmiştir: “Zenbilli Ali Efendi ölüm döşeğinde iken, babamla birlikte ziyâretine gittik. Babamla gizli birşeyler konuştular ve babam ağlamaya başladı. Ziyâretlerinden ayrıldıktan sonra babama ağlamasının sebebini sordum. Vefât edeceğini, Musa aleyhisselâmın ruhâniyetinin sabahleyin gelip, kendisini âhirete dâvet ettiğini söyledi.”Babam böyle deyince, ben de dayanamayıp gayri ihtiyâri ağlamaya başladım.

2- AHMED İBN-İ KEMÂL “rahmetullahi teâlâ aleyh”

Dokuzuncu Osmânlı şeyh-ul-islâmıdır. İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa’dır. Dedesi Kemâl Paşa’ya izâfeten İbn-i Kemâl ve Kemâl Paşazade isimleriyle tanınmıştır. 1468 (H.873)’de doğdu. 1534 (H.940’da İstanbul’da vefat etti. İstanbul’da Edirnekapı kabristanındadır.

On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessilidir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve veciz olup, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simalardan biri idi. Cinnîlere de fetva verirdi. Bunun için (Müfti-yüs-sekaleyn: insanların ve cinlerin müftîsi) diye meşhur oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir tarihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâir idi. Tasavvufta da ileri derece sahibi idi. Büyük velilerin teveccühünü kazanmıştı. Din ve mezhep düşmanlarına karşı, ilmi ve yazdığı kitaplarıyla mücâdele etti. İbn-i Kemâl Paşa, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı propagandasının te’siriyle Doğu Anadolu’da yer yer büyümeye başlayan şiilik fitnesine karşı, ehl-i sünnet itikâdını bütün gayretiyle müdâfaa etmiş, yazdığı risalelerle Yavuz Sultan Selîm Hân ve Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ı Safevilere karşı mücâdeleye teşvik etti. Kânûni’nin Şâh Tahmasb’a gönderdiği mektupları da bizzat kaleme almıştır.

Bâzı ulemâ onun için; “Mısır’da İmâm-ı Süyûti ne ise, İstanbul ‘da ve diğer beldelerde de İbn-i Kemâl Paşa odur. Her ikisi de asrının süsüdür” demişlerdir.

Yavuz Sultan Selim 1512 de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra kıvılcımları Irak ve Horasana yayılmış olan Şiânın fitne ateşini söndürme planına koyuldu. Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbni Kemâl, İdris-i Bitlisi, Zenbilli Ali Cemâli ve daha nice ilim adamı bu vâzifeye koştu. Divânda harb için tereddüt edenler vardı. Mes’elenin fazla oyalanmaya tahammülü yoktu. Bu durumda İbni Kemâl şu fetvayı verdi.:

“Her türlü hamd ve senâ kudret ve kerem sâhibi yüce Allah’a olsun. Salât’ü selâm doğru yolu gösteren Muhammed aleyhisselâma ve ona tâbî olanlara olsun.

Haberlerde geldiğine göre aşırı şiâya bağlı bir gurup, Ehl-i Sünnet vel cemâat yolunda olan Müslimân memleketlerinin pek çoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl yolları ile görüşlerini yaydılar. Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osmân hakkında küfür ve fena sözler söylediler. Bunların hâlifeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve müctehidlere hakaretler savurdular. Şâh İsmâil’in aşırı şiâ yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şâh, dinde sınırsız bir yetkiye sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, hâram kıldığı haramdır. Meselâ Şâh içkiyi helâl kılmıştır. Öyleyse içki helâldir. Netice olarak onların kötülükleri sayılamıyacak kadar çoktur. Buna göre bizim onların küfür ve irtidatlarında (İslâmiyetden ayrıldıklarında) asla şüphemiz yoktur. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar hakkında verilecek hüküm dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır. Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp Müslimân olanlar serbestir. Kabul etmezlerse hakları kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü kudreti olan Müslimânların bu cihâda katılmaları farzdır.”

Böylece bütün Müslimânların dikkâti çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi. Ayrıca İbni Kemal Şâh İsmâil’in Ehl-i Sünnetten olan Akkoyunlu, Gürgâni ve Dulkadir Oğulları devletlerinin ahâlisine yaptıkları zulümleri, şiirleri ile yaydıktan sonra: “Ama Allahü teâlâ onun isanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhâyı yutmaya bir asâ ve o Firav’nı nehre batıran bir Mûsâ yarattı.” diyerek Selim Hân’ı övdü ve onun peşinden yürünmesini tavsiye etti.

Haberler ululardan naklolunur.

Her Firavn’a bir Musa bulunur.

vecizesi onun bu görüşünü ifâde etmektedir.

İbni Kemâl Paşa “rahmetullahi aleyh” Mısır’ın fethi sırasında Şam’a geldikleri vakit, Yavuz Sultân Selîm Hân’a, büyük evliya Muhyiddîn-i Arabi’ye bir türbe yaptırılması için fetvâ verdi. Pâdişâh bu fetva üzerine Muhyiddîn-i Arabî hazretleri adına bir câmi, türbe ve imâret (aşhane) yaptırdı.

İdareci nasıl olmalıdır

İbni Kemâl Paşa 1511 yılında Üsküpte müderris İken Osmanlı devleti içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şah İsmâil Osmanlı devletinin bütünlüğünü tehdit ediyordu, İbni Kemâl Paşa hazretleri bu nâzik dönemde devlet idâresi ve siyâseti hakkında temel esâsları ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Bu esaslar şöylece özetlenebilir.

1- Saltanat ve mevkî Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.

2- İdareci, güzel silâh kullanacak ve tedbir sahibi olacaktır.

5- Düşmânı hor ve küçük görmemeli ve planlı olmalıdır.

4- Siyâset ya’nî İdarecilik çok mühim bir vazifedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kabiliyetler doğuştan veya irsi olarak verilmiştir.

5- Bir memlekette bir idareci bulunmalı, o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetkâr, küçüğüne şefkatli olmalıdır.

6- İdareci adam elde etmeyi bilmeli, onları ne yolla avlarsa avlayabilmelidir.

7- İdâreci kiminle harb, kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir, İbni Kemâl Paşa “rahmetullahi aleyh” islâm dinini yaymak düşmanın vatana el uzatmasına mâni olmak ve adâleti ayakta tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sâhip olmasını şart koşmaktadır. O dâima devlet-millet bütünlüğünü önde tutmakta, bunu kimde görüyorsa onu desteklemektedir. Nitekim Bâyezît Hân’ın, oğlu Yavuz Sultân Selîm Hân lehine tahtan ferâgati üzerine diğer kardeşlere karşı, onu destekledi.

İLMİN KIYMETİ!..

Menkıbe -1: İbn-i Kemâl Paşa, ilimde yetişmesini bizzât kendisini şöyle anlatır: “Sultan ikinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halil Paşanın oğlu ibrahim Paşa idi. Şanlı, değerli bir vezir idi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiç biri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyyette dururdum. Bir defâsında eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu kumandanlardan daha yüksek yerde oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. “Filibe Medresesi müderrisidir, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfi’dir’” dedi. “Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandanlardan yukarı nasıl oturur?” dedim, “Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezir buna râzı olmazlar” dedi. Düşündüm; “Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersen şu âlim gibi olurum” dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim. Sefer dönüşü, o meşhur âlim Molla Lütfî’nin huzuruna gittim. Ondan ders aldım.

KAFTANIMA SÜS OLSUN

Menkıbe-2: Mısır seferinde ibn-i Kemâlpaşa, Anadolu kazaskeri olarak pâdişâh Yavuz Sultan Selîm Han’ın yanında bulunuyordu. Bu yolculukları sırasında sohbet ederek yol alırken, bir ara İbn-i Kemâl Paşa’nın atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Han’ın kaftanına sıçradı. İbn-i Kemâl Paşa mahcûb olup atını geriye çekerek özür dileyince; Yavuz Sultan Selîm Hân ona dönerek; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün” dedi. Bu vasiyyet yerine getirildi.

Âhmed İbn-i Kemâl Paşa hazretlerinin herkese öğüt ve nasihat mahiyetinde darb-ı mesel halini almış şiirleri vardır:

Kısmetindir gezdiren yer yer seni

Arşa çıksan, âkıbet yer, yer seni

 

Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu

Kendi düştü kuyuya yüzü koyu

 

Hemîşe çok yanılır söyleyen çok

Ki söyler bulduğun, dilde kemik yok.

Hemîşe: Dâima.

Kıl iyilik, suya at bile balık

Balık bilmezse, bilir ânı Halık

Ululuk kişiye Hak’dan atâdur

Küçük görmek uluları, hatâdur,

Atâdur: İhsandır.

Sakla kurt enciğin derin oysun

Besle kargayı gözlerin oysun

Enciğin: Yavru

Kişinün kadri eldeyken bilinmez

Yerinde gevhere rağbet kılınmaz

Gevher: Cevher

Kuru yaş ile âdem baş olmaz

Kişiden iş sorulur, yaş sorulmaz

Âdem : İnsan

Mesâcid ü meâbidi ko, âdem yap

Kâbe yapmakcadur, âdem yapmak.

Taş ağaç kaydı ne lâzım şahım

Yaraşır şahlara âdem yapmak

 

(Mescid ve mâbedleri bırak da insan yetiştir. Bir insan yetiştirmek, Kâbe yapmak gibidir. Taş ve ağaç düşüncesi ile oyalanmak şahlara yakışmaz. Onlara yakışan adam yetiştirmektir.)

 

Tiz olma teemmül kıl

Allah’a teveekkül kıl

Her hâle tahammül kıl

Tedbiri bozar takdîr.

Tiz olma: Aceleci olma.

Teemmül kıl : Düşün .

3- EBÜSSÜ’ÛD EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”

Onüçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. Tefsir, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük âlim idi. İsmi, Ahmed bin Mustafâ’dır. 1490 (H. 896) senesinde Çorum-İskilib’de doğdu. 1574 (H. 982) de İstanbul’da vefât etti. Kabri, Eyüb Cami karşısındadır. Âlimler yetiştiren bir aileye mensubdur. Dedesi, Ali Kuşçu’nun kardeşi Mustafa İmâdîdir. Dedeleri Semerkand’dan Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Babası, evliyanın meşhurlarından İbrâhim Tennûrî’nin sohbetinde yetişmiş âlim ve kâmil bir zât idi. Sultan ikinci Bâyezîd onu-çok sever, sohbetinde bulunurdu. Ebüssü’ûd Efendi ‘nin babasına bu sebeble Hünkâr şeyhi denmiştir.

Süleymaniye Câminin temel atma merâsiminde, mihrâbın temel taşını Ebüssü’ûd Efendi ‘ye koydurtan Kânûni Sultan Süleymân Hân, Ebüssü’ûd Efendi’yi çok sever ve her önemli işinde onun fetvâsına müracât ederdi. Devrindeki âlimler, bir mes’ele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Ebüssü’ûd Efendi’nin tarafına tercih ederlerdi. Ebüssü’ûd Efendi, o devirde devlet kânunlarının İslâm dînin hükümlerine göre uygun olarak çıkmasını sağlamıştır. Tımar ve zeâmetlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, umumiyetle Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvâlarına dayanır. Mülâzemet usûlü de onun kadı askerliği zamanında te’sis edilmiştir. Kânûni, arazi kanunnâmesini de Ebüssü’ûd Efendi’ye yaptırmıştır.

Ebüssü’ûd Efendi, sekiz sene de ikinci Selîm Hân zamanında şayhülislâmlık yaptı. İkinci Selîm Han, Ebüssü’ûd Efendi’ye çok hürmet edip, onu incitecek hareketten sakınırdı. Bu dönemde de mühim hizmetler yaptı. En mühim hizmetlerden biri, Kıbrıs’ın alınması için fetvâ vererek adanın fethini sağlamasıdır.

İstanbul’da Eyyüb’de bir medrese yaptırdı. Kabri, bu mederesenin yanındadır. Ziyâret edilmektedir.

MÜFTİ OLSA GEREKTİR

Menkıbe-1: Ebüssü’ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır. “Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyamda Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. “Bu topluluk nedir?” dedim. “Resûlü. Ekrem Efendimizin dîvânı se’âdetleridir, toplantılarıdır” denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümdede, o devrin müftisi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber Efendimiz “sallallâhu aleyhi ve sellem” mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı Kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resulullah Efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzurunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu arab zannetmiştim. Peygamber Efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile dizdize denilecek bir halde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı Kirâm efendilerimiz ayakta oldukları halde, o Resulullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber Efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” Arabca konuşuyorlar, o zât ise fârsca söylüyordu. Peygamber Efendimiz ona  “Yâ Mevlânâ Câmi! Ben arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş” buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdurrahmân Câmi olduğunu anladım. Mevlânâ Câmi, Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem”; “Ya Resûllallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acaba özrüm makbul almadı mı?” dedi. Peygamber Efendimiz ”sallallâhü aleyhi ve sellem”; “Ne yolla itiraz etmiştin? buyuranca, şöyle dedi; “Sizi medhetmek için yazdığım bir kâsidemde, ” Onun sırrına eremiyorum, o Arabdır, ben ise Acemim…” demiştim.” dedi. Peygamber Efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”; “Beis (mahzuru) yok, Farsça konuşman da makbuldür.” buyurdu. Sonra Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” Mevlânâ Câmi’ye hitâben; “Şu oturan kimseyi bilir misin?” diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; “Bilmem yâ Resûlallah” dedi. Peygamber Efendimiz; “sallallâhü aleyhi ve sellem” “O İbn-i Kemâl Paşadır ve halen ümmetimin müftisidir.” buyurdu. Sonra da beni göstererek; “Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?” buyurdu. “Hayır Yâ Resûlallah” dedi. Peygamber Efendimiz; “sallallâhü aleyhi ve sellem” “O Ebüssü’ûd’dur. O da ümmetimin müftisi olsa gerektir.” buyurdu. Bu sâdık rüyadan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetva işleri vazifesi verildi.

EYYÛB’DE YAZILI MEDRESE

Menkıbe-2: Ebüssü’ûd Efendi Cinlere de fetva verirdi. Eyyûb Sultanda yazılı medrese olarak bilinen medresede bulunduğu sırada bir defasında cinler kendisinden fetva istemek üzere gelmişlerdi. İçlerinden bazısı sual sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle o medreseye yazılı medrese adı verilmiştir. Bu yazılar daha sonra üzerlerine badana çekilmek suretiyle kapatılmıştır.

FETVÂLAR

Menkıbe-3: Ebüssü’ûd Efendinin şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvalarının herbiri bir kânun maddesi mahiyetinde idi. Sorulan sual manzum ise, cevabı da kafiye ve vezin bakımından suale uygun olarak verilirdi. Sual nesir ve seçili ise, cevabı da öyle olurdu. Sual Arabca ise, cevabı Arabca, Farsça ise, Farsça, Türkçe ise, Türkçe olurdu. Çoğu gün binden fazla tetva verirdi. Sual soranların çokluğu sebebi ile, ilk defa, sabah namazından sonra suallere cevap vermeye başlayıp ikindi namazında bitirmiştir. Birinde 1412, diğerinde 1413 fetva verdiği tesbit edilmiştir.

Fetvâlarından bazı örnekler:

Sual, Namazda otururken şehâdet parmağını kaldırmak mı kaldırmamak mı daha İyidir?

Cevap: Her ikiside iyi demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamanın daha iyi olduğu meydandadır.

“Bir tavuk boğazlanıp içi ve kursağı çıkarılmadan kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helal olmaz, haramdır. Kesip içi ve kursağı çıkarılıp içi yıkandıktan sonra haşlanırsa tüylerine necâset bulaşmamışsa yenmesi helal olur.”

“İmâm ameli kesir (çok iş, çok hareket) oluncaya kadar teganni ederse yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur, bozulur. “Tegannî sesi boğazında tekrarlayıp türlü sesler çıkarmaktır.

HÂLDE HÂLDAŞIM!

Menkıbe-4: Ebüssü’ûd Efendi, İkinci Bâyezîd han’ın, Yavuz Sultan Selîm han’ın ve Kanunî Sultan Süleyman han’ın fevkalâde sevgi ve iltifatını kazandı. Kanunî Sultan Süleyman han’ın Ebüssü’ûd Efendi’ye gönderdiği şu mektup, ona beslediği hâlisâne duygularını dile getirmektedir. Mektup özetle şöyledir;

“Halde haldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım) âhiret karındaşım, molla Ebüssü’ûd Efendi hazretlerine, sonsuz, duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hâtırını, suâl ederim. Hazret-i Hak, gizli hazinelerinden tam bir kuvvet ve dâimi selâmet, müyesser eylesin! Allahü teâlanın ihsanı ile lütuflarınızdan niyâz olunur ki, mübârek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için duâ buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezimete uğrayıp, bütün islâm orduları mansûr ve muzaffer olup, Allahu teâlânın rızâsına kavuşalar!.. Duâlarınızı, yine duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân-ı bî riyâ” (riyâsız) [Osmanlı tarihi Ansiklopedisi 2/209-211]

EY SÜLEYMÂN HÂN SEN KENDİNİ KURTARDIN AMA BİZ NE YAPACAĞIZ

Menkıbe-5: Kânûni Sultân Süleymân Hân 1566 senesinde vefât edince cenâze namazını Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânuninin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye camisi bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip, kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi müdâhele etti, Çekmecenin niçin konulduğunu, dinimizde kıymetli bir şeyin cenaze ile gömülmesinin câiz olmadığını söyledi. Bunun üzerine Kanuni Sultân Süleyman Hân vefatından bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü’ûd Efendi içindekilerin mutlaka görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemiyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü’ûd Efendiye verilirken elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kağıtların her birinde bir fetvâ ve altında Şeyhülislâmın imzası vardı. Ebüssü’ûd Efendi yazıların altında kendi imzasını görünce; “Ey Süleyman Hân! Sen kendini kurtardın. Ama biz ne yapacağız” diyerek ağlamaya başladı. Kânûni Sultân Süleyman Hân yapacağı her işi Şeyhülislama sormuş ve aldığı fetvaya göre hareket etmişti. DeliI olarak da aldığı fetvaların yanında gömülmesini vâsiyet etmişti.