SELÇUKLULARIN İSLAMA HİZMETLERİ - kainatingunesi.com

Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerindendir. (1040-1157) tarihleri arasında hüküm sürmüştür. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensubdurlar. Onuncu asrın sonu ile on birinci asrın başlarında İslâmiyet’i kabûl ettiler. İtikâdda Mâtürîdî, amelde Hanefi olup, Ehl-i sünnet mezhebinde idiler. Selçuklular; Çin’den Batı Anadolu dâhil bütün Orta-doğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzey-batı Afrika, Hicaz ve Yemen’den Rusya içlerine kadar yayılan bölgede Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin temsilcisi oldular. (1157) Sultan Sancar’ın ölümü ile büyük Selçuklu devleti parçalandı. Toprakları Selçuklulara bağlı devletlerce paylaşıldı. Devletin toprakları üzerinde Suriye, Irak ve Anadolu Selçuklu devletleri ile çeşitli Atabeylikler kuruldu.

Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya’dan Mâverâünnehr ve Horasan’a gelince bütünüyle İslâmiyet’i kabûl ettiler. Müslüman olunca İslâmiyet’e aykırı olan âdetlerini terkettiler. Aykırı olmayanları muhafaza ettiler.

Selçuklular zamanında kıymetli âlimler yetişti ve bu âlimler kıymetli eserler yazdılar.

Selçuklular, İslâmî ilimlerin öğretim ve eğitiminin yapıldığı ve zamanın fen ilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mâhiyetinde büyük medreseler kurdular. En büyüğü, Bağdâd’daki Nizamiye Medreseleridir. İsfehan, Nişâbur, Belh, Herat, Basra ve Amul’da da bunun benzerleri vardı. Buralarda bütün İslâmi ilimler okutulurdu. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan İslâmî ilimlerin yanında riyaziye (matematik), hey’et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya ilimleri de okutuluyordu. Bu ilimlerde derin âlimler yetişti. Rasadhâneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri tâkib edildi ve esaslı takvimler yapıldı.

Gerek medreseler, gerekse halkın tasavvuf büyükleri tarafından terbiye edildiği tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygınlaştırılmıştı.

Selçuklu sarayında, devlet teşkilâtı ile edebiyat çevresinde umumiyetle Farsça, medreselerde Arapça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı.

Selçuklular zamanında yetişen âlimIer ve eserleri:

1- Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî fıkıh âlimi Ebü’l-Kâsım Abdülkerîm Kuşeyri (986-1074). Risâle-i Kuşeyriyye eseri meşhurdur.

2- Hanefi fikıh ve tefsîr âlimi fahr-ul-İslâm pezdevî (1009-1089),

3- Serahsî (? -1090). “rahmetullahi aleyh” Hanefi âlimlerindendir. Câmi-ul kebîr, Câmi-ul sagîr, siyer-i kebir, Muhtasar-ı tahâvî şerhleri ile Mebsut adındaki Kâfi şerhi ve Muhit kitapları meşhurdur.

4- Yûsuf-i hemedânî (1048-1141). “rahmetullahi aleyh” Hanefî âlimlerinden ve evliyânın büyüklerindendir. Zînet-ül-hayât, Menâzil-üs-sâyirîn ve Menâzil-üs-sâlikîn kitaplan meşhurdur.

5- Şihristânî (1076-1153) “rahmetullahi aleyh” Fıkıh ve kelâm âlimidir. Milel Nihâl kitâbı çok kıymetlidir.

6- Begavî (?-1122). “rahmetullahi aleyh” Şafiî fıkıh, hadîs ve tefsir âlimidir.

7– Kadı Beydâvi. “rahmetullahi aleyh” Şafiî âlimlerinden ve tefsir ilminin üstâdlarındandır. Beydâvi Tefsiri pek meşhurdur.

8- Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri (1077-1166). “rahmetullahi aleyh” Kadiri yolunun büyüğüdür. Aynı zamanda Fıkıh ve hadîs ilimlerinde derin âlimdir.

9- Nizâm-ül mülk (1018:1092). “rahmetullahi aleyh” Hem büyük âlim, hem de büyük devlet adamıdır.

Büyük Selçuklu ve ondan sonra kurulan diğer Selçuklu devletlerinde de büyük âlimler yetişmiştir. Bunlardan Türkiye Selçukları devrinde tanınmış âlim ve evliyâdan bâzısı şunlardır:

1- Necmeddîn-i Kübrâ (1145-1221), “rahmetullahi aleyh”

2- Sa’dî-i Şîrâzî (1193-1291), “rahmetullahi aleyh”

3- Şems-i Tebrizî (?-1247), “rahmetullahi aleyh”

4- Mevlânâ Celâleddîn-i Muhammed Rûmî “rahmetullahi aleyh” (1207-1273) ve oğlu Sultan Veled “rahmetullahi aleyh” (1227-1307), tâkib etmiştir.

Sultan Alparslan

İsmi Muhammed bin Çağrı’dır. Lakabı, kahraman arslan manasına gelen Alb Arslan’dır. 1033 de doğdu. Selçuklu sultanlarının ikincisidir. Selçuklu hükümdarlarının en meşhuru ve bugünkü Türkiyemizin ilk kurucusudur. 39 yaşında iken, Malazgirt zaferi (1071) ile Anadolu kapılarını Türklere açmıştır.

Küçük yaşta tahsile başladı. Zamanın âlimleri tarafından Ehl-i sünnet itikadı üzere en iyi şekilde yetiştirildi. Akranları arasında yiğitliği, tedbirli hali, doğru ve ileri görüşlülüğü ile dikkatleri çekti. Merhamet sâhibi, ince rûhlu, müslimanlara karşı yumuşak, bozuk fırkalara ve din düşmanlarına karşı sert idi. Allahü teâlânın dostları uğruna canını verir, düşmanlarından nefret ederdi.

Saltanatı müddetince islâm dinine hizmet etti. Dinine çok bağlıydı. İslâmiyyeti içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve batini, şiî hareketlerine karşı çok hassastı. Hatta bir defasında : “Kaç defa söyledim. Biz bu ülkeleri Allahü teâlânın izni ile, silah kuvveti ile aldık. Biz temiz müslimanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki Allahü teâlâ biz hâlis müslümanlan aziz kıldı.” demiştir.

Alb Arslan büyük tarihi zaferlerinin yanında medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imâr ve sulama tesisleri yapmak suretiyle hizmetler de yapmıştır. Zamanında; İmâm-ı Gazali, İmâm-ül Haremeyn, Ebû İshak eş-Şîrâzi, Abdülkerîm Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir. Sultan Alb Arslan İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi aleyh” türbesini, Harizm camiini ve daha pek çok eserler inşâ ettirmiştir.

O dönemde Mısır’daki şiî Fâtimi devleti Ehl-i sünnet müslümanlara eziyyet ve işkence yapıyor, onları kendi bozuk inanışlarına çevirmeye çalışıyordu. Şiîlerin, bu aşırı ve taşkın hareketleri, bozuk inanışları Abbâsi ve Türk ülkelerinde de yaymaları ve bu yolla İslâm devletleri arasında lider olmaya çalışmaları, Eshâb-ı kirâma dil uzatmaları, sünnî olan Abbâsi hâlifesine baskı yapmaları, göz yumulur şeylerden değildi.

Buna karşılık Alb Arslan’nın Abbâsi hâlifesini desteklemesi, bilhassa 1064 senesinden beri Seçukluların Ehl-i sünnet itikadını yaymaya çalışması, Fâtimilerin işini bozdu ve onları çileden çıkardı. Bu sebeple Fâtimiler Türklere karşı yapılan ayaklanmaları desteklemeye, ayrıca hıristiyan Bizans ile dost olmaya, Türklere karşı ortak hareket etmeye başladılar.

Alb Arslan, İslâm aleminde kanayan bir yara, bünyeyi tehdit eden ve önemli bir çıban başı olan şiîleri ortadan kaldırmak için harekete geçti. Ancak bu sırada Bizans imparatoru Romen Diyojen’in 200.000 kişilik büyük bir ordu ile Doğu Anadolu’ya ilerlediği haberini aldı. Bunun üzerine Bizanslılara karşı harb hazırlığına başladı.

Sultan Alb Arsİan, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın sünnet-i şerîfine uyarak bir elçi heyetini Romen Diyojene gönderdi ve: İslâmiyeti kabûl etmesini veyâ müslimanlara bağlı bir devlet olup cizye vermesini yahut harbe hazır olmasını bildirdi. Romen Diyojen, kendisine göre Selçuklu topraklarını zapt edip, çoluk çocuk ihtiyar demeden herkesi kılıçtan geçirecek, aynca başta Meke-i mükerreme ve Medin-i münevvere gibi mukaddes beldeleri ve diğer islâm ülkelerini perişan edecekti. Bu sebeple elçilerin teklifini reddetti. İslâm elçileri ordugahlarına dönüp durumu sultana bildirdiler.

Sultân Alparslan âlimleri ve kumandanlarını toplayıp düşmanla ne zaman çarpışılacağı hakkında istişare etti. Her kumandan fikrini söyledi. Ordu imâmı Buharalı Muhammedı “Sultanım, siz Allahü teâlânın, başka dinlere karşı zafer vadettiği islâm dini için cihad ediyorsunuz. Bütün müslimanların bize duâ ettiği cuma günü muharebeye girelim. Cenâb-ı Hakk’ın seni muzaffer edeceğine inanıyorum.” dedi. Bunun üzerine çarpışmanın cuma günü öğle namazından sonra yapılması kararına vardılar. Kumandanlar, mücahidlere Cenâb-ı Hakk’ın ismi şerîfini yüceltmek, din-i İslâmı yaymak şeklinde niyet etmelerini, aman dileyene kılıç vurmamalarını, Allah, Allah diyerek çarpışmalarını söyleyip askerlerini heyacana getiren hitapta bulundular.

Yâ Rabbi! Senin dinini yaymak için yaşıyorum

O gece Sultân Alparslan sabaha kadar uyumadı, AlIahü teâlâya göz yaşları dökerek ibâdet eyledi. Otağı hümâyunun yere serilmiş halılarını kaldırıp pak, temiz toprağa alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar, toprağı ıslatırken;

“Yâ Rabbi! Senin dinini yaymak, ism-i şerîfini yüceltmek için yaşıyorum. Hâbib-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin, hatırı için, Hazreti Ebû Bekr, hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali “radıyallahü teâlâ anhüm” efendilerimizin hatırı için, Kur’ân-ı kerîmde medh ederek bahsettiğin Eshâb-ı kirâmın hatırı için, bu islâm düşmanlarını kahrederek ordumuzu muzaffer eyle. Evliyânın rûhlarını bizimle beraber eyle” dîye niyazda bulundu.

Sabah namazını vaktinin girmesiyle beraber müezzinler, yanık sesleri ile ezân-i Muhammediyi okumaya başladılar. Alb Arslan büyük bir haz ile huşu içinde müezzinleri dinledi. Ölümü, kabir hayatını, Eshâb-ı kirâmın islâmiyeti yaymak için çektiği sıkıntıları düşündü. Belki de bu son savaşı idi. Çok sevdiği cihâd yolunda şahadet mertebesine kavuşacaktı. Gözlerinden iki damla yaş toprağa akarken bütün ordunun abdest alışını seyretti. Herkes koca ovada yerini aldı. Bu arada Sultan da ordu imâmı Buharalı Abdülmâlik oğlu Muhammed’in arkasında sünneti kılmağa başladı. Kâmet getirildikten sonra imâmın Allahü ekber demesi ile koca ordu Allahü teâlânın huzurunda farza durdular. Binlerce mücahid askerin hep birden rükuya eğilip secdeye varmaları ve tekrar doğrulmaları pek heybetliydi. Bu hal bir dağın yere kapanmasını andırıyordu. Namaz kılınıp sıra duâya gelince bütün askerler el açarak Allahü teâlâdan zafer ihsân etmesini, bu uğurda şehid veyâ gazi olmalarını niyaz ettiler. Göz yaşları içinde yapılan duâdan sonra gür ve yanık sesli müezzin dâvûdî sesi ile Haşir suresinin son ayet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra herkes birbiri ile helallaştılar. Herkesin dudakları kıpırdıyor, şehâdetten önce büyük bir aşkla Allahü teâlânın ismini anıyorlardı.

Günlerden Cum’a, vakit öğle. Heyecan son noktasına gelmişti. Cum’a ayrıca mü’minlerin bayramıydı. Biraz sonra başlayacak olan savaşta kim bilir kimler şehîd düşecek ve çok özledikleri şehâdet mertebesine kavuşarak hakiki bayramı yapacaklardı.

İşte şehîdlik kefenini giydim

Sultan Alparslan ve kahraman ordusu, cephede hep birlikte Cum’a namazını kıldılar. Göz yaşları arasında yapılan duâdan sonra, beyaz elbisesini giyen Alb Arslan, atının kuyruğunu kendi elleri ile düğümledikten sonra, gözlerinden yaşlar boşanırken; “Allah’ım! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin rızân için savaşıyorum. Allah’ım! Ordumu muzaffer eyle! Benim günâhlarım yüzünden onları (ordumu) kahreyleme! Allah’ım! Niyetim hâlistir. Bana yardım et. Sözlerimde yalan varsa beni kahreyle!.,” diye yalvardı. Sonra doğruldu ve bir sıçrayışta atına bindi. Gözleri çakmak gibî yanıyordu. Ordusuna bir göz gezdirdikten sonra; “Beylerim! Yiğitlerim! Dîn-i islâm’a hizmette yarış eden gazilerim!” dedi. Mücâhidler atlarının üzerinde dikkat kesilmişler, sultanlarının sözlerini heyecanla dinliyorlardı. Alb Arslan, büyük bir azimle; “işte şehîdlik kefenini giydim! Allahü teâlânın rızâsı için, içinizden bîr nefer gibi çarpışacağım Eğer şehâdet mertebesine kavuşursam, bu beyaz elbisem kefenim olsun! O zaman, oğlum Melikşâh elbet başbuğdur!.” dediği an, heyacandan bir yay kirişi gibi titreyen mücâhidler, hep bir ağızdan; ”Allah, seni başımızdan eksik etmesin sultânım!…” dediler. Her birinin gözleri alev alev yanıyor, bir an önce düşmanın üzerine atılmak istiyorlardı.

ONA ZAFER İHSAN EYLE

O gün zamanın hâlifesi, bütün müslimanların Alb Arslan ve ordusuna duâ etmesini emretmiş, cuma günü camide okunmak üzere şu duâ metnini hazırlatmıştı.

Yâ Rabbî’ İslâmın sancağını yükselt ve ona yardımını eksik eyleme, küfrü tamamen ortadan kaldıracak şekilde onları mahvet. Sana itaat için canlarını esirgemeyen ve kanlarını dökerek rızana kavuşmaya çalışan mücâhid kullarına güç-kuvvet ver. Yurtlarını muhafaza, kendilerini muzaffer eyle. Emirül mü’minin şehinşâh-ı muazzam Muhammed Alb Arslan’ın dileğini kabûl eyle. Dîni îslâmı yayıp şerefli ismini yüceltebilmesi için onu yardımından mahrum eyleme. Zira o, yalnız Senin rızan için rahatını terk etti. Senin yoluna bütün malını harcadı. Hatta canını bu yolda fedaya hazır eyledi. Kitâbın Kur’ân-ı kerîmde: (Ey i’mân edenler! Size, can yakıcı bir azabtan kurtaracak kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allahü teâlâya ve Peygamberine inanıyorsanız O’nun yolunda malınızla ve canınızla cihâd ediniz) (Saf sûresi 10-11) buyuruyorsun Sen vadinden dönmezsin. Allahım! O nasıl senin dâvetine uyup dîni islâmı korumada gevşeklik göstermeden emrine icabet etmiş ve bu uğurda gecesini gündüzüne katmış ise, Sen de ona zafer ihsân eyle. Onu, düşmanlarının hilelerinden uzak kıl ve muhafaza eyle, Allahım! Onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve küffârı bozguna uğratarak İslâm askerlerini muzaffer eyle.

Alb Arslan, kahraman askerlerini bir baba şefkati ile süzdükten sonra; “Küffârın sayısı çok, silahları fazla! Sayımız az, fakat Allahü teâlâ bizimledir!.. Bütün müslümanların, camilerde bizim için duâ ettiği bu sâatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz veyâ şehîd olarak cennet’e gideriz. Bugün burada sultan yoktur, ben de sizlerden biriyim, isteyen dönüp gidebilir, haklarımızı onlara helâl ettik!..” derken, iyice bilenmiş olan gaziler hep birlikte; “Hâşâ… Ölmek var, dönmek yok sultanım!” dediler Sultan Alb Arslan, son sözünü söylemek üzere sağ elindeki kılıcını havaya kaldırıp; “Cenâb-ı Hak gazanızı mübârek eylesin!..” dediği an, koca ova, mücâhidlerin; “Âmin! Âmin!…” sesleri ile çınladı.

Sultan, Yâ Allah! Bismillah! Allahüekber diyerek hücum emri manasına kılıcını ileri uzattı. Alb Arslan’ın ordusu, yaydan boşanmış ok gibi ileri firladılar. Allah Allah nîdaları semada yankılanırken ikiyüzbin kişilik koca rum ordusuna doğru uçtular. Şiddetli bir muharebeden sonra Allahü teâlânın  yardımıyla Alparslan muharebeyi kazandı. Malazgirt meydan muharebesinin kazanılmasıyle Anadolu’nun kapıları Müslümân Türklere açıldı. Bu sebeple malazgirt zaferi Türk-İslâm tarihinin en önemli hadiselerindendir.

Cenâb-ı Hâk âciz bir kulu ile beni cezalandırdı.

Sultan Alb Arslan Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde pek büyük bir süvari gücü ile Maveraünnehre doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Buhara yakınında ve Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı sapık inanışlı batini fırkasına mensub olan Yûsuf El-harezmî idi. Kalenin fazla dayanamayacağını anlayınca teslim oldu. Sultan Alb Arslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada sultana hücum edip hançer ile yaraladı. Yusufu derhal öldürdüler. Sultan Alb Arslan aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü 25 Ekim 1072 tarihinde “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, yönelsem Allahü teâlâya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerlerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. Ben dünyanın hükümdârıyım, bana kim galip gelebilir, diye kalbime bir düşünce geldi işte bunun neticesi olarak, Cenâb-ı Hâk aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü teâlâdan af diliyor, tevbe ediyorum. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah diyerek rûhunu teslim etti. Rey (Tahran) şehrine defnedildi.

NIZÂM-ÜL-MÜLK: Adı Hasan bin Ali’dir Büyük Selçuklu Devleti sultanlarından Alb Arslan ve oğlu Melikşâh’ın veziri, büyük devlet adamıdır. Hadîs ve fıkıh âlimidir 1018 (H.408) senesinin Tûs civarında Nûkan kasabasında doğdu. 1092 (H.485) yılında Nihâvend’de, Hasen Sabbah’ın fedaîsi bir Bâtını tarafından şehîd edildi.

Fıkıh, hadîs, tefsir, kelâm, edebiyat, matematik, mühendislik ve diğer fen bilgilerine vâkıf idi. Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde söz sâhibi idi.

Nizâm-ül-mülk; vezir olduğu 1064 (H.451) yılından, şehîd edildiği 1092 (H.485) yılına kadar, aralıksız yimi dokuz sene Büyük Selçuklu devletine tam bir dirayet ve adâletle hizmet etti. Sultan Alb Arslan’ın vefatından sonra, veliahd Melikşâh’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizâm ve âsâyişin korunmasını te’min etti. Sultan Melikşâh’ın zamanı, Büyük Selçuklu Devleti’nin en parlak ve en sanlı devri olmuştur.

Nizâm-ül-mülk, Büyük Selçuklu Devleti’ne; idâri, adli, askeri, mâlî, sosyal ve kültürel sahada pek çok yenilikler ve değişiklikler getirdi: Sarayı, merkezî hükümet teşkilâtını, mahkemeleri, toprak sistemini, sağlam esaslar üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni sistemler, bâzı değişikliklerle beraber, bütün Türk İslâm devletlerince devam ettirildi.

Nizâm-ül-mülk, zamanında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk firkalara karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin sistemli bir şekilde yetiştirilmesini sağladı. Bunun için; Bağdâd, Belh, Nisâbur, Hirat, İsfehân, Basra ve Musul gibi yerlerde, kendi ünvanlarıyla anılan Nizâmiye medreselerini kurdu. Hicri beşinci asırda Ehl-i sünnete muhalif cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle, İslâm dünyasında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde, Nizâmiye medreseleri çok büyük hizmet gördü. İslâm âlimleri hiç bir güçlükle karşılaşmadan Ehl-i sünnet itikadını rahatça insanlara öğrettiler, Bunların en meşhurlarından birisi de, Bağdâd’daki Nizâmiye medresesi idi. Asrının büyük âlimlerinden olan Ebû İshâk Şirazî burada başmüderris idi. Ayrıca; İmâm-ül Haremeyn ve îmân-ı Gazâlî hazretleri de burada ders verdi ve pek çok talebe yetiştirdi.

Nizâm-ül-mülk, hiç abdestsiz bulunmazdı. Her abdest alışında iki rek’at namaz kılar ve Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Kur’ân-ı Kerîm’e çok hürmet eder ve bir yere yaslanarak okumazdı. Kur’ân-ı Kerîm’i tâzim ile okur ve nereye gitse yanında taşırdı. Müezzin, ezân-ı Muhammedi’yi okumaya başladığı zaman her ne iş yaparsa yapsın hemen bırakır, ezânı dinlerdi. Pazartesi ve perşembe günleri devamlı oruç tutardı. İnsanlara kızmaz, yumuşaklıkla muamele ederdi.

Kızmayan vezir!

Menkıbe-1: Emir Ebû Nasr şöyle anlatır; “Nizâm-ül-mülk’ün meclisinde bulunduğum bir sırada ihtiyâç sâhibi bâzı kimseler geldi. Aralarından biri, Nîzam-ül mülk’e bir mektup uzattı ve mektubu, mürekkeb dolu hokkasının üzerine düşürdü. Hokkasındaki bütün mürekkep, elbisesinin üzerine yayıldı ve her yer mürekkep içinde kaldı. Buna rağmen hiç kızmadığını ve renginin değişmediğini gördüm. Nizâm-ül-mülk, hiç bir şey demeden elini uzattı ve yerden mektubu aldı. Hilmine, yumuşaklığına çok şaşırdım. Sonra durumu baş hizmetçiye anlattım. Baş hizmetçi bana; “Niçin hayret edersin, biz ondan daha şaşılacak şeyler gördük” dedi.ve şöyle anlattı: “Bir gece kırk hizmetçi ile nöbetçi idik ve yatağında iken, şiddetle esen rüzgâr, yatağını toz toprak içinde bırakmıştı. Ben yatağı temizlemeleri için hizmetçileri, aradım. Hiç birini bulamayınca çok sinirlendim. Nizâ-ül-mülk bana; Hiç kızma. Neden kızarsın? Buradan, bir ihtiyaçları olduğu için ayrılmışlardır. İnsanların her zaman bir özürleri vardır. Hattâ bâzı özürleri, onları farz namazlardan bile alıkoyar. Onlar da, bizim gibi insandır. Biz nelerden âciz olursak, onlar da aynı şeylerden âcizdirler. Allahü teâlâ bizleri, onlara âmir kılmıştır. Biz ise, Allahü teâlânın bu kadar büyük nimetini, o hizmetçilerin küçük bir kusuru ile mahv etmiyelim” dedi.

Ağlatan kâğıt!

Menkıbe-2: Abdullah es-Saveci şöyle anlatır: “Bir gün Nizâm-ül-mülk hacca gitmek için sultan Melikşâh’dan izin istedi. Sultan Melikşâh’ın rızâsı üzerine hazırlanarak yola çıktı. Yanında benden başkaları da vardı. Dicle kenarına gelince, çadırlarımızı kurduk. Bir müddet orada kalacaktık. Bir gün ben çadırdan çıktım. Nizam-ül-mülk’ün çadırının kapısında fakîr bir zât duruyordu. Hâlinden tasavvuf ehli olduğu anlaşılıyordu. Bana Nizâm-ül-mülk’ün bende bir emâneti var, sana versem verir misin?” dedi. Ben evet deyince, katlanmış bir kağıt uzattı. Nizâm-ül-mülk’ün yanına varıp, kağıdı verdim. Açıp okuyunca ağlamaya başladı. Ben, emânet olduğundan, kâğıdda neler yazılı olup olmadığına bakmamıştım. Onu böyle ağlar görünce, keşke kağıdı açıp okusaydım. Eğer kötü birşeyler yazılı olduğunu bilseydim, hiç vermezdim” diye düşündüm. Daha sonra bana dönerek “Ey Şeyb! Bu mektubu kimden aldın?” diye sordu. Ben de; “Şöyle şöyle bir zâttan aldım” dedim. “O fakîri yanıma getirin” deyince, dışarı çıktım ve onu bulamadım. Tekrar Nizâm-ül-mülk’ün yanına girdim. Onu bulamadığımı söyleyince, o kağıdı okumam için bana uzattı. Kağıtta; “Ben Resûlullah. efendimizi rüyamda gördüm. “Sen, vezir Hasen’in (Nizâm-ül-mülk’ün) yanına git ve ona de ki: Neden Mekke’ye hac etmek için gider? Onun haccı buradadır. Ona; “Bu Türk olan pâdişâhının yanında kal ve ümmetimin, muhtaçlarına yardım et, dememiş miydim” yazıyordu. Bunun üzerine hemen geriye döndü ve hacca gitmekten vazgeçti.

Daha sonra Nizâm-ül-mülk; “Eğer o zâtı görürsen, yanıma getir. Onunla tanışalım” dedi. Bir gün, o zâtı Dicle kenarında gördüm. Eski ve yamalı elbisesini yıkıyordu. Yanına gidip; “Vezirimiz Nizâm-ül-mülk sizi görmek istiyor” dedim: Bana; “Ne ben onunla görüşürüm, ne de o benimle!” Bende bir emaneti vardı. Onu kendisine verdim. Başka birşey yapmadım.” dedi.

Abbâsi hâlifesi onu meclisinden eksik etmez ve pek hürmet gösterirdi.

Nizâm-ül-mülk’ün Siyasetnâme adlı eseri çok kıymetlidir.

Nizâm-ül-müIk, Siyâsetnâmesinde buyuruyor ki: “Âmirlerin ve padişahların, Allahü Teâlâ’nın rızâsının nerede olduğunu çok iyi bilmeleri gerekir, Allahü Teâlâ, pâdişâhın halka yaptığı ihsândan râzı olur. İhsân olarak da, insanlar arasında adâlet yapması kafidir. Halk, pâdişah için hayır duâ ederse, o memleket payidar olur, ayakta durur ve her gün kudret ve kuvveti artar. Mülk, zulüm ile payidar olmaz, devam etmez.”

Kitâbta nakledilen hâdîs-i şerîflerden, bir tanesi şöyledir: Peygamber efendimiz “SallalIahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: (Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emriniz altında olanları Cehennem’den korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz, mes’ûl olacaksınız.)

Yine bu kitapta şöyle bir söz nakledilmektedir: “İnsan kendisini ihmâl ederek, fakîrlik yüzünden bir zarara uğrasa bile, tok gönüllülük, kendisini ulvîleştirir, yükseltir. Dünyada hiçbir güçlük yoktur. Şayet bir güçlükle karşılaşırsan, onu bir kolaylık takip edecek demektir. Bu sebeble, sabırlı olmalısın. Felâketlerle karşılaşmayan; sıkıntı, üzüntü nedir bilmez, ilerde neler olacağı da belli değildir.