SEVGİ – GADAB - kainatingunesi.com

SEVGİ – GADAB

İskenderiye’de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimse birini severse, onun bu sevgisi, bu sev­giye kavuşmasına sebeb olanı da sevmeyi gerektirir.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde ” Sevgi, kendini büsbütün sevgiliye hîbe ettiğin için sana senden hiçbir şeyin kalmamasıdır.” buyurdular.

Tâbiînin meşhurlarından ve büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Muaz bin Cebel “radıyallahü anh” hazretleri’ne; “Ben seni Allah için seviyorum.” dedi. Muaz bin Cebel de o- na; “Müjdelerim. Müjdelerim. Resûlullah’tan duydum. O; “İnsanlardan bir topluluk için, kıyâmet günü Arş’ın etrâfında kürsüler vardır. Onların ise, yüzleri dolunay gecesindeki ay gibidir. İnsanlar korku içindedirler. Fakat onlar korkmazlar. Onlar; Allahü teâlânın kendilerine korku verme­diği velî kullarıdır. Onlar mah­zûn olmazlar.” buyurdu. Peygamber efen­dimize; “Onlar kimlerdir, yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda; “Allahü teâlâ için birbirini sevenler.” bu­yurdu.” diye müjde verdi.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün küçük çocuğunu kucağına aldı, okşayıp bağrına bastı. Çocuk; “Babacığım beni seviyor musun?” dedi. Fudayl hazretleri; “Evet.” dedi. Çocuk; “Peki Allahü teâlayı seviyor musun?” dedi. Hazret-i Fudayl; Tâbiî seviyorum.” dedi. Çocuk; “Peki kaç tane kalbin var?” dedi. Fudayl; “Bir tane.” deyince, çocuk; “Ey baba­cığım! Bir kalbe iki sevgiyi nasıl sığdıra­biliyorsun?” dedi. Hazret-i Fudayl, kü­çük çocuğunun bu derin mânâlı sözleri, kendi kendine söylemediğini, Allahü teâlânın söylettiğini anlaya­rak yavrusunu kucağından bırakarak eliyle başını dövmeye başladı ve bundan sonra her an Allahü teâlâ ile meşgûl olacağına söz verdi. Oğluna da; “Ey oğlum! Sen ne güzel vâizsin.” deyip bağrına bastı ve; “Seni ha­kîki sevgilinin izni ve emri ile seviyordum.” buyurdu.

Fudayl bin İyâd hazretleri buyurdular ki: “Yüce Allah’ı seviyor mu­sun?” diye sana sorsalar, sükût et. Zîrâ eğer, hayır, dersen kâfir olursun. Evet, dersen, hareketlerin O’nu sevenlerin hareketlerine benzememek­tedir. Onun için sahtekâr olursun.”

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Dehlî’den, Ecmîr’de bulunan hocası Hâce Muînüddîn’e, ayrılık ateşine dayanamadığını, huzûruna varıp elini öpmek, mü­bârek huzûrları ile şereflenmek için müsâade istediğini bildi­ren bir mektup yazdı. Talebesini çok seven Hace Muînüddîn de, o gün­lerde Dehlî’ye doğru yola çıkmıştı. Onun geldiğini haber alan Sultan ve ahâli, kendisini karşılamak ve evlerine buyur etmek için şehrin dışına kadar çıktılar. Necmeddîn-i Sugrâ ise, Hâce Muînüddîn’in gelişi ile hiç alâkadar olmamıştı. Buna rağmen Hâce Muînüddîn, şehre geldikten sonra, Necmeddîn-i Sugrâ’yı evinde ziyâret etti. Sohbet esnâsında, Nec- meddîn, kendisinin Şeyhülislâmlık makâmında bulun­duğu hâlde, her- kesin Hâce Kutbüddîn’e rağbet ettiğinden, kendisinin îtibârının kal­madı- ğından yakınarak bâzı şeyler söyledi. Hâce Muînüddîn bu kimsenin hâ­line ve mânâsız düşmanlığına üzülerek, tatsızlığın ortadan kaldırıl­ması için, ta­lebesi Kutbüddîn’in Dehlî’den ayrılarak kendisiyle berâber Ecmîr’e gelmesini emretti. Bunu haber alan Sultan ve ahâli şaşkına dön­düler. Çok üzüldüler. Ni­hâyet, Hâce Kutbüddîn hocası ile berâber Ecmîr’e git- mek üzere yola çıktı. Fakat Sultan ve ahâli, Hâce Kutbüddîn’i çok sevdik- lerinden bu ayrılığı bir türlü kabûl edemiyorlardı. Hepsi yollara döküldü- ler. Feryâd ü figân ediyorlar, ağlâyıp sız­layarak Hâce Muînüddîn’e, Hâce Kutbüddîn’i götürmemesini, Dehlî’de bırakma­sını is­teyerek yalvarıyorlar- dı. Hâce Muînüddîn de ahâlinin Kutbüddîn-i Bahtiyâr’a olan muhabbetini anlayarak ve ısrârlarına dayanamayarak, Hâce Kutbüddîn’e burada kala- bileceğini söyledi ve; “Seni buradan alıp götürmekle, bu kadar çok insa- nın üzülmelerini, gönüllerinin yaralanma­sını istemiyorum. Onları kendi- me tercih ediyorum. Kendim, senin ayrılı­ğına tahammül etmeye çalışa- cağım. Sen burada kal! İnsanlara Muhammed aleyhisselâmın doğru yo­lunu anlatarak, onların ebedî felâ­kete gitmelerine mâni ol! Allahü teâlâ yardım­cın olsun.” buyurdu. Her ikisi de göz yaşları içinde ayrıldılar. Biraz önce ayrılık gözyaşları döken Sultan ve ahâli, şimdi sevinçlerinden ağlı- yorlardı. Bu hâdise, onların Kutbüddîn hazretlerini daha çok sevmele- rine, kendisine daha çok bağ­lanmalarına vesîle oldu.

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) müslümanlar arasında Allahü teâlânın rızâsına uygun sevgi ve muhabbetin bulunmasının gerektiğini bildirerek; “Müsâfeha ediniz, aranızdaki kin gider. Birbirinize hediye veriniz ki, sevi­şirsiniz ve aranızdaki düşmanlık gider.” hadîs-i şerîfini naklederdi.

İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin Peygamber efendimize karşı o- lan sevgi, saygı ve edebi sınırsızdı. Resûlullah efendimizin ismi anıldığı zaman, rengi değişir, yüzü sararırdı. Bu durum orada bulunanlara ağır gelirdi. Bir gün ona bu husûs söylenince, buyurdu ki: “Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, bu hâlimi hoş karşılardınız. Ben, Muhammed bin Münkedir’i gördüm. O hâfızla­rın efendisi idi. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsa ağlamaya başlardı. Câfer bin Muhammed, güler yüzlü bir zâttı. Yanında Resûlullah anıldığı zaman yüzü sararırdı. O, Resûlullah’- tan bahsettiği zaman mutlaka abdestli olurdu.”

Büyük velîlerden Mansûr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri hakkında Ahmed Rıfâî hazretleri şöyle anlatır: “Dayım Mansûr’dan işittim. Bu­yurdu ki: “Seven dâimâ kendinde değildir. Bu kendinden geç- me hâlinden çıka­maz. Çıkarsa hayret hâline girer. Hayretten kurtu­lursa, sarhoşluğa (kendinden geçmeye) döner.”

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sâlih bir zâtı seven, dolayısıyla, Allahü teâlâyı sevmiş olur. İlim öğrenmeye giden kimse, dönünceye ka­dar, Cennet yolunda sayılır.”

 

Evliyânın büyüklerinden Sadreddîn Hayâvî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) an­latır: “İzzeddîn Türkmânî’yi öyle bir hâl kapladı ki, heybetine ta­hammül edeme­yip, feryâd ettim. O zaman yanıma geldi ve; “Sadreddîn bu ne hâl? Bizim bu­raya gelişimiz senin içindir.” buyurdu. Sonra sâkin­leştim. Gönülden ona sevgi bağı ile bağlandığımı anladım.”

Hindistan evliyâsının büyük­lerin­den Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdıkları bir mektub:

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği kullarına selâm olsun!

Kıymetli kardeşim Mevlânâ Muhammed Sâlih! Biliniz ki, sevilen şey, se­venin gözünde, hattâ aslında, her zaman ve her hâlinde sevgilidir. İn­citirse de sevilir. İyilik ederse de sevilir. Sevmek nîmeti ile şereflenenle­rin, sevmenin ta­dını alanların çoğu, sevgilinin iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. Yahut in­citmesinde de, iyiliğinde de, sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin incitmesi, sevgilerini arttırır. Bu en kıymetli nîmete ka­vuşmak için, sevgiliye hüsn-i zan etmek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını, seve­nin boğazına dayasa ve her uz­vunu parça parça etse, seven bunun kendi için ha­yırlı olduğunu bilmeli, bunu büyük iyilik ve saâdet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele ge­çerse, sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve “Muhabbet-i zâtiyye” ile şereflenir. Arada hiçbir sıfat, hiçbir nisbet, hiçbir îtibâr olmaksızın, yalnız zât-ı ilâhiyyeyi sevmek, Habîb-i Rabbil’âlemîne mahsustur. Böyle sev­mekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği elemler, iyiliklerinden daha çok lezzet verir ve ferahlandırır. Sanıyorum ki, bu makam, Rızâ makâmından daha üstün­dür. Çünkü Rızâ makâmında olan, sevgilinin yaptığı elemi çirkin görmez. Bu makamda ise, elemden lezzet almaktadır. Mahbûbun cefâsı arttıkça, sevenin fe­râhı ve sevinci artmaktadır. Bu ikisi birbirine benzer mi? Sevgili, sevenin gö­zünde, belki aslında, her zaman her halde sevgili olduğu için sevenin gözünde, belki aslında mahbûb olur. Her za­man ve her hareketinde medhedilir, hamdolunur. Seven, onun elemini de, nîmetini de, hep medheder. Bunun için, sâdık âşıkların; “Elhamdü- lillahi Rabbil’âlemîn alâ küll-i hâl” demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş’eli zamanlarında hep hamd eden, hâmidlerden olur. Hamd etme­nin şükret- mekten daha kıymetli olmasının sebebi belki budur. Çünkü şük­retmekte, sevgilinin nîmetleri göz önündedir ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydana gelmektedir. Hamd ederken ise, sevgilinin hüsn-i cemâli, yâni kendisi göz önündedir. Yâni zâtı da, sıfatları da, işleri de, nîmetleri de elem vermesi de, hep sevilmekte, metholunmaktadır. Çünkü, Allahü teâlânın verdiği elemler, nî­metleri gibi güzeldir. Görülüyor ki hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şek­lidir ve hüsn-i cemâli, en toplu olarak göstermektedir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamd edilmektedir. Şükür ise, nîmet zamanlarında olup, devamlı de­ğildir. Nî­met kalmayınca, ihsân bitince, şükür de kalmaz.

Suâl: Bâzı mektuplarda, rızâ derecesinin, sevmekten ve sevgi dere­cesinden üstün olduğunu bildirmiştiniz. Şimdi ise, sevmek makâmının rızâ derecesinden üstün olduğunu söylüyorsunuz. Bu iki söz arasını bulmak nasıl olur?

Cevap: Şimdi bildirdiğimiz muhabbet makâmı, o mektuplarda yazmış oldu­ğumuz muhabbet makâmından başkadır. O sevgide, az da olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar ve görüşler de vardır. O sevgiye de her ne ka­dar muhabbet-i zâtiyye diyorlar ve yalnız kendisini sevmekdir biliyorlar ise de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir. Çünkü, o sevgi makâmında bulunan bağlılıklardan başka şeyler de görmekten kurtulamıyor. Bu ma­kamda ise, hiçbir bağlılık, hiçbir başka görüş yoktur. Bâzı mektuplarda, rızâ makâmının üstünde, ancak, Pey­gamberlerin sonuncusuna yol var­dır. Başka kimse buradan ileri geçemez de­miştik. Her şeyin doğrusunu, özünü, Allahü teâlâ bilir.

Şunu bilmelidir ki, herhangi bir şeyin, zâhire (nefse, bedene) çirkin gelmesi, bâtınının, kalbin beğenmemesi demek olmaz. Görünüşte acı olması, hakîkatte tatlı olmasına mâni olmaz. Çünkü, olgun bir ârifin şek­lini, görünüşünü, herkes gibi bırakmışlardır. İnsanlık sıfatlarını, ondan almamışlardır. Böylece, onun kemâlini, başkalarının gözünden örtmüş­lerdir. Dünyânın, tecrübe, imtihan yeri olmasını sağlamışlardır. Doğru yolda olan ile, yoldan çıkan, birbirine karış­makta, benzemektedir. Kâmil olan ârifin, görünüşü ve şekli yanında, içi ve özü tıpkı bir insanın, üzerin­deki elbisesine bağlılığı gibidir. İnsanın kıymeti yanında, elbisenin ne kıymeti vardır? Onun sûretinin, hakîkati yanındaki kıymeti de böyledir. Câhiller, ârifin sûretini, dağ gibi görür. Kendi hakîkatsiz, özsüz sûret­leri, görünüşleri gibi sanır. Bunun için, bu büyükleri inkâr eder, inanmazlar, bunlardan istifâde edemez, mahrûm kalırlar. Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafâ’nın izine yapışanlara selâmet versin! Âmîn.” (İkinci cild, otuz üçüncü mektup)

Hindistan’ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allah adamlarını ve evliyâyı sevmenin önemiyle ilgili olarak da buyur­dular ki: “…Bu büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçü­lemez. Bu bü­yüklere muhabbet, bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple sonsuz de­recelere yükselmek ümîd edilir. Allah adamlarını sevmenin insana kazandıra­cağı üstünlükler ve dereceler, ifâde edile­mez, kitaplara sığdırılamaz. Vesselâm.”

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Bir şey için olan hırs ve gayret, ona olan sevginin ne­tîcesidir.”

“Müminin kabrinde yüzünün kıbleden çevrilmiş görünmesi, dünyâ sevgisi üzerine ölmesindendir.”

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin arkadaşları “Ey Süfyân! Güç ve tâkatınızın üzerinde ibâdet ve nef­sinizle mücâ­dele ediyorsunuz. Nefsinize biraz merhamet etseniz yine murâdınıza erersiniz.” dediler. Süfyân-ı Sevrî onlara; “Ey kardeşlerim! Âlimlerden duydum ki; “Kıyâ­met günü Cennet ehli Cennet’e girip, ma­kamlarına vardıklarında bir nur görür­ler. Öyle ki o nur Cennet’in yedi ka­tını da aydınlatır. Bu durumda zannederler ki, bu nur Allahü teâlânın ce­mâlinin nûrudur. Onun için secdeye kapanırlar. Sonra Allahü teâlâ tara­fından bir ses gelir; “Siz başınızı secdeden kaldırın. Bu nur, Allahü teâ- lânın cemâlinin nûru değildir. Bir hûrinin, sâhibinin yüzüne karşı gül­düğünde meydana gelen ve bu kadar yükselen nurdur.” Bu hûrileri iste­yenler kınanmazlarsa, Rabbini istiyenler nasıl kınanabilirler.” buyurdular.

Büyük velîlerden Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Evliyâyı sevmekten daha kıymetli ibâdet olamaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeğe yol açar. Allahü teâlâyı seveni Allahü teâlâ da sever.”

Şam’ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sefer hazırlığını yapıp evinden çıktığında, kendisini uğur­lamak için bekle­yen büyük bir topluluğu ve talebelerini gördü ve; “Bak senin için ayakta bekli­yorlar.” diye içinden geçirdi. Sonra da ağlamaya başlayıp şu meâldeki şiiri söy­ledi: “Sizi sevmekte ben haddimi aştım. İnandım ki, sizin sebebinizle ben mer­hamet olunurum. Büyükleri seven, seven kerîm olmasa bile, onları sevmek se­bebi ile ikrâma kavuşur.”

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Abdülazîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlâ, hayvanların yaşamaları, üreme­leri için muh­taç oldukları şeyleri her tarafta, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmiştir. Allahü teâlâ, insan­larda da şehvet ve gadab kuvvetlerini yarat­mış ise de, insanların muhtâc olduk­ları şeylere kavuşmaları, bulduklarını kullanabilmeleri ve korktuklarına karşı savunabilmeleri için, bu kolaylığı ihsân etmemiştir. Yalnız, en lüzûmlu olan ha­vayı her yerde yaratmış, ci­ğerlerine kadar kolayca girmesini insanlara da ihsân etmiş, ikinci dere­cede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca iç­melerini ih­sân etmiştir. Bu iki nîmetten daha az lüzumlu olan ihtiyaç maddele­rini elde etmeleri ve elde ettiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, in­sanları çalışmaya mecbûr kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtaç ol­dukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilaç gibi şeylere kavuşamazlar. Ya­şamaları, üreme­leri çok güç olur. Bir insan, muhtaç olduğu bu çeşitli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikte yaşamaya, iş bö­lü- mü yapmaya mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanma­maları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet daha yarattı. Bu kuvvet, Nefs-i emmâre kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar.”

Tâbiînin meşhurlarından ve büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâ: Ey Âdemoğlu! Kızdığın zaman beni hatırlarsan, gazablandığım zaman ben de seni ha­tırlar, helâk ettiğim kimselerle berâber seni helâk etmem.” buyurdu.

Şam’ın büyük velîlerinden Rislan Dımeşkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kız­mak ve öfkenin zararlarını anlatırdı. Bu hususta; “Hiddet (kızgınlık), şerrin (kötülüklerin) anahtarıdır. Gadab (kızgınlık), seni öyle bir hâle so­kar ki, artık orada özür zelîldir, geçmez.”

Yine; “Gadabın (öfkenin) sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanma­dığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çı­kar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar.” buyurdu.

Kendisine eziyet edenleri affeder, başkalarına da böyle davranmayı tenbih ederdi. Bu hususta; “Eğer kendinde, sana düşman olan kimseyi yenmeye bir güç bulursan; bulduğun bu güce, kuvvete şükür olarak onu affet.”

“Kerim olan kimse, eziyetlere dayanır, belâlardan şikâyetçi olmaz.”

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

Hazretleri;

HAKÎKÎ SEVGİ NASILDIR?

 

Yahyâ bin Muâz ki, evliyânın büyüğü,

Verâ ile takvâda, vardı çok üstünlüğü.

 

Meşhurdu insanlara, vâz ile nasîhati,

Çok insan o sâyede, buldular hidâyeti.

 

Buyurdu: “Ey insanlar, gafleti atın artık,

Dünyâ uyku gibidir, âhiret uyanıklık.

 

Uyuyup rüyâsında, ağlarsa biri şâyet,

Uyanınca sevinir, ferâhlanır o gâyet.”

 

Öyleyse Allah için, ağlayın ki bu demde,

Rahata eresiniz o ebedî âlemde.

 

Buyurdu ki: “Bir sevgi, hakîkî ise şâyet,

Bir iyilik görmekle, hiç artmaz o muhabbet,

 

Ve yine bir kötülük, görse de sevdiğinden,

Ona olan sevgisi, azalmaz eskisinden.”

 

Buyurdu: “Sen ne kadar, edersen Hakk’a tâat,

İnsanlar da o kadar, sana eder itâat.

 

Sen Allah’a ne kadar, eylersen günah, isyân,

Sana dahi o kadar, karşı gelir çok insan.”

.

Ve yine buyurdu ki: “Doğru, hâlis âlimler,

Sana, ebeveyninden, daha şefkatlidirler.

 

Zîrâ onlar katarak, gündüze gecesini,

Cehennem ateşinden, kurtarır en son seni,

 

Ve lâkin ebeveynin, sana merhametinden,

Kurtarır ancak seni, dünyâ felâketinden.”

 

Buyurdu ki: “Dünyâya, aldanma, iyi tanı,

O hep dolup boşalır, sanki bir yolcu hanı.

 

Bugün dünyâda isen, olmazsın belki yarın,

Hazırla azığını, gaflete gelme sakın!

 

Elini çabuk tut da, hazırlan bir an evvel,

Zîrâ yaşayanlara, âni gelir hep ecel.

 

Eğlenmeyi bırak da, ibâdet yapmaya bak,

Zevk ü safâ sürmeyi, gel âhirete bırak.”

 

Buyurdu: “Bir âlimde, varsa dünyâ sevgisi,

Onun, hiçbir kimseye, olmaz bir fâidesi.

 

Zîrâ kendine bile, hayrı olmaz ki zâten,

Nerde kaldı gayriyi, kurtarsın felâketten.”

 

Buyurdu: “Şâyet ölüm, konsa idi pazara,

Ehlullah, başka şeye, vermezlerdi hiç para.

 

Cehennem’e götüren, amelleri işleyip,

Sonra kalkıp Cennet’e, tâlip olmak ne garip.

 

Ahmak şu kimsedir ki, çok günah işlerde hep,

Sonra Hak teâlânın, affını eder talep.

 

Akıllı da şudur ki, dünyâyı terk etmeden,

Âhiret azığını, hazır eder gitmeden.

 

Bilir ki âhiretin, tarlasıdır bu dünyâ,

Eker tohumlarını çalışır ekseriyâ.

 

Kabire girmeden önce oraya hazırlanır,

Bilir ki her mümine, orada suâl vardır.

O, ölmeden öğrenir, cevabını onların,

Bilir ki kendisine, sorulur bunlar yarın.”

 

Buyurdu ki: “Îmânın, tam doğruysa Allah’a,

Sana, bundan kıymetli, bir nîmet olmaz daha.

 

Öyleyse kork ve titre îmânın gitmesinden,

Zîrâ bir kelimeyle, gidebilir o senden.”