TAKVÂ – VERÂ - kainatingunesi.com

TAKVA – VERA

Evliyâ-yı kirâmda bâzı sıfatlar ve vasıflar vardır. Meselâ velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allahü teâlâdan korkarak, ha­ram- lardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. (E. Ans. c.1, s.24)

Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: “Allahü teâlâ, o takvâ sâhible- rini sever.” (Âl-i İmrân sûresi: 76) Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Ba- na ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle.” duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka’sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda ge- çen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ah­lâk bilgile- ridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüp- helerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir. (E. Ans. c.1, s.24)

İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; “Dünyâda fe­lâ- ketlerden, âhirette Cehennem’den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır.” demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: “Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mik- dârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini ya­pabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin i- zin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede iş­lerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara ya­kındır. İnsan, bir gün harama düşebilir.” (E. Ans. c.1, s.24)

Şâfiî mezhebinde derin fıkıh alimi ve meşhûr veli Abdurrahmân bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hanımı Hurre binti Abdur- rahmân anlatıyor:

Kocam pirinç yemezdi. Çünkü pirinç, ekildiği zaman suya ihtiyâcı çok olurdu. Pirinç ekenlerin, bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ister is­temez başkalarına haksızlık yapmış olabileceklerini düşünürdü.

Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) oğluna şöyle nasîhatta bulundular: Ey oğul! Takvâya, Allah korkusu ile haramlardan kaçma ipine iyi sarıl. Eğer, bu­günün dünden, yarının da bugünden daha hayırlı olmasını temin edebi­lirsen, bunu yap. Namaz kılarken, vedâ edip, ayrılacak olan kimsenin namaz kılışı gibi kıl. Çok ihtiyaç peşinde koşmaktan, özür beyân etmek zorunda kalacağın işi yapmaktan sakın.”

İstanbul’da yetişen velîlerden Beyzâde Mustafa Ahıskalı (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Geyve müftîsine yazdığı nasîhat dolu mektubu şöyledir: “Mektubuma besmele ile başlıyorum. Allahü teâlâya hamd, Re­sûlüne salâtü selâm eylerim. Bol bol istigfâr etmenizi tavsiye ederim. Beş vakit namazdan ve ders okuttuktan sonra ve seher vakitlerinde bizim için de duâ ediniz. Dâimâ takvâ üzere olunuz. Her nerede olursanız, Allahü teâlânın dînine uygun yaşayın.

Mâlûmunuzdur ki, takvânın üç mertebesi vardır. A’lâ, evsat ve ednâ, yâni en yüksek, orta ve aşağı mertebedir. Akıl sâhibi, ednâ mertebede olmak istemez. En azından orta mertebede bulunmaya çalışır. Hattâ a’lâ mertebesine ulaşmayı gâye edinir ve ulaşır. Zâten kıymetli ve lezzetli olanı da bu mertebedir. Bu mertebeye ulaşmak ise, ancak kalbi kötü huy ve işlerden tamâmen arındırıp sıyırmak, ilim, irfân ve güzel ahlâklı ol­mak, dâimâ Allahü teâlânın rızâsını gözetmekle elde edilebilir. Bu kıy­metli işleri yapabilmek, kalpten Allahü teâlânın zikri, muhabbeti ve rızâsı dışındaki şeyleri çıkarmakla müyesser olabilir. Bunun için de Allahü teâlâyı zikre ihlâs ile devâm etmek, gece-gündüz her hâlde O’nun zikri ile meşgûl olmak lâzımdır. Bunun usûlünü size öğretmiştik. Ayrıca, zâhir ve bâtında Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmına ve selef-i sâlihîne uymak, yâni Ehl-i sünnet vel-cemâat yoluna; îtikâd, ibâdet, ahlâk ve her hususta sarılmak lâzımdır. Bu nasîhatim, mûteber kitablardaki nasîhatlerin özü ve hülâsasıdır. Tarîkat-ı Muham- mediyye kitabında ve İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerinde uzun yazılı olup, hakîkî tasavvuf ehlinin, Allah adamlarının mübârek eser ve risâlelerinde de ifâde ve beyân buyrulmuştur. Cenâb-ı Hak bereketini bizlere ihsân eylesin. Nûrları ile kalbimizi münevver eylesin. Bu nasîha­tim ile sizleri, ahbâbımı ve sâir müslümanları nasîblendirip, faydalandır­sın. Habîb-i ekremi hürmetine bu duâmı kabûl buyursun. Âmîn!

Gönderdiğiniz hediyeleri aldım. Lutfeylemişsiniz. Muhabbetimizin artmasına vesîle oldu. Hadîs-i şerîfte; “Hediyeleşiniz, sevişiniz.” Buyrul- du. Vesselâm…”

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbe­tin- de buyurdular ki: “Kişi gazabını yenmedikçe, takvâ sâhibi olamaz.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) takvâ ve verâda kemâl derecesindeydi. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, her sözünün ve her işinin Allahü teâlânın rızâsına uygun olmasına çalışırdı ve buyururdu ki: “Gençliğini, Allahü te- âlânın emirlerine ve yasaklarına uymayarak geçiren kimseyi, Allahü teâ- lâ da ihtiyarladığında zelîl eder.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Takvâ sâhibi; nefsinin isteklerine uymayan, İslâmi- yetin emirlerine tam uyan, yakîn ile huzur bulan, tevekkül direğine daya- nan kimsedir.”

Şam’da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında buyurdular ki: “Takvâ ehli olan müminlerin, Allahü teâlâdan uzun ömür istemeleri, sırf Allah’a daha çok tâatta bulunmak içindir.”

Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden İmâm-ı Evzâî (rah- metullahi teâlâ aleyh) Halîfe Câfer’e buyurdular ki: “Ey müminlerin emîri! En üstün şey takvâdır. Çünkü, kim, Allahü teâlâya itâat için şeref isterse, Allahü teâlâ onu yükseltir. Kim de şerefi günâh işlemek için is­terse, Al- lahü teâlâ onu alçaltır.” Halîfenin yanından ayrılırken, halîfe ona hedi- yeler vermek istedi. Fakat kabûl etmedi ve; “Benim ona ihtiyâcım yok. Ben nasîhatı, dünyâlık karşılığında satmadım.”

Evliyânın büyüklerinden, hadîs, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Fahr-ül-Fârisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şu üç şey tak­vânın, haramdan kaçmanın îcâbıdır: Birincisi; Allahü teâlâyı tanıyıp O’na şirk koşmamak. İkincisi; Allahü teâlâya itâat edip, isyân etmemek. Üçün­cüsü; Allahü teâlayı anıp O’nu unutmamaktır.”

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Takvâ, seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şeyden uzaklaşmandır.”

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Takvâ; seni Allahü teâlâdan uzak- laştıran şeylerden sakınmaktır.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi eshâbına ve talebelerine nasîhatları şöyledir: “Takvânın ve verânın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah efendimize mütâbeat yâni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan ka­bûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitab ve sünnette bildirilen hususlar ile kar­şılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitab ve sünnette bildirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygun ise makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedile- cekdir. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lâzımdır.”

Tâbiîn devrinde Basra’da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâdan sonraki yolculuk çok uzundur. O uzun sefer için, yol azığı hazırlayınız ve biliniz ki, azıkların en hayırlısı, takvâdır.” Yâni Allahü teâ- lâdan korkarak, haramlardan sakınmaktır.

Yine buyurdular ki: “İnsanlara şaşıyorum! Onlar ki, azık tedarik et­mek ve âhiret yolculuğuna hazırlanmakla emrolunmalarına rağmen, bir­birlerini engelleyip oyalanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.”

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Takvâsının doğru olmasını isteyen, bütün günah­lardan el çeksin.”

Büyük velîlerden Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Takvânın alâmeti verâ; verânın alâmeti, helâl olduğu şüpheli olan şeylerden geri durmaktır.”

Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Takvâ bir ağaçtır. Bu ağacın kökü Pey- gamber efendimizdir. Budakları Sahâbe ve Tâbiîndir. Meyvesi ise sâlih ameldir.”

Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Zührî, kabîlesinden Sa’d bin İbrâhim’e; “Hangi şehir halkı daha âlimdir?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâdan en çok kor­kan” cevâbını verdi. (Burada ilmin esas neticesinin takvâ olduğuna işâret vardır.)

Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.

Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak he­lâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık’ta geçen hadîs-i şerîflerde; “Hiçbir şey verâ gibi olamaz.” ve “Dîninizin direği verâdır.” buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allahü teâlânın hu­zûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân et­miştir. (E. Ans. c.1, s.24)

Hasen-i Basrî zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve na­mazdan daha hayırlıdır demiştir. (E. Ans. c.1, s.25)

Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, birisi “Bana nasîhat et.” dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek; “Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması, bütün dün- yâya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa ha­ram işlersin.” dedi.

Suriye’de yetişen velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) verâ sâhibi ve Selef-i sâlihînin yoluna çok bağlı idi. Bu yönden çok meşhurdu. Zühd sâhibi olup, dünyâya îtibâr etmezdi. Cömert ve kerem sâhibi idi. Binlerce dinar para ve çeşitli nî­metlerden ihtiyâç sâhiplerine verirdi. Her hurma ağacını dikerken ya­nında bir Yâsîn-i şerîf okurdu. Fidan dikilme işi tamamlandıktan sonra bir hatm-i tehlil (70.000 kelime-i tevhîd) okuyarak sekiz oğluna ve altı kızına hediye ederdi. Onlar da bu hediyenin sevâblarını ona bağışlarlardı. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf on tane mescid, oğulları ise üç tane mescid yaptırmışlardı. Ayrıca bu mescidlerin devâm etmesi için her mescide âit vakıflar bırakmıştı.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlernin verâ, haram ve şüphelilerden kaçmakta benzeri yoktu. Bir gün annesi; “Gel kendi evimizde büyüttüğüm bir tavuğu kızarttım. Bun­dan ye.” dedi. Ahmed bin Harb; “Anneciğim! Bu tavuk, bir gün komşu­muzun damına çıkıp birkaç dâne yedi. Bunun için o tavuktan yemek is­temiyorum.” dedi. Annesi bu sözleri duyunca, kendisine böyle bir evlâd verdiği için Allahü teâlâya hamd ve şükür etti.

Mısır evliyâsından Ali bin Şihâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) verâ sâ­hibi idi. Şüphelilerden çok sakınırdı. Değirmene gittiğinde, kendisinden önce un öğütülmüş ise, taşı kaldırır, başkalarının un kalıntılarını temizler, bunları toplayıp hamur yapar, sonra hayvanlara verirdi. Daha sonra kendi buğdayını öğütürdü. Başkalarına âit tarlanın otundan ve ekininden beslenmiş olmaları ihtimâliyle, vefâtına kadar, ekini ve otu bol olan yer­lerde otlayan hayvanların etinden yemedi. Çok verâ sâhibi olması sebe­biyle, arının yaptığı balı da yemezdi. Sebebini soranlara; “Bahçe sâhiple­rini, bahçelerindeki şeftâli, zerdâli v.s. ağaçlarından arıları kovarken gör­düm. Onların çiçeklerinden alıp yemelerine müsâade etmiyorlar. Allahü teâlâ, başkalarının rızâsı olmadan, onların arâzisinde, inek otlatmayı ha­ram kıldı. Hem rızâları dışında ineği otlatacaksın, hem de sütünü sağıp içeceksin, böyle şey olmaz.” buyurdu. Kendisine getirilen hediyeleri dul ve yetimlere dağıtırdı

Ali bin Şihâb, birine bir şey satıp da alacağı parada şüpheye düştü­ğünde, o parayı almaz, müşterinin istediği şeyi ona verir, ihtiyâcını kar­şılar; “Al, dilediğin gibi kullan, bizden yana helâl olsun.” derdi. Müşteri malı alır, bunu kendisini sevdiği için yapıyor zannederdi.

Ali bin Şihâb, zâlimlere yardımcı olduklarını tahmîn ettiği kimselerin hiçbir şeyini alıp yemezdi. Bir gün kendisine, birisi yemek getirdi. Getiri­len yemeği yemedi. Getiren kişi; “Efendim bu helâldir. Alnımın teri ile ka­zandım.” deyince; “Ben terâzisini tutanın, hangi tarafın ağır bastığını ihlâsla gözetmeyenin yemeğini yemem!” buyurdu.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbe­tinde buyurdular ki: “Verâ, şüphelilerden temizlenmek ve her an nefisle muhâsebe etmektir.”

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Verâ yâni şüphelilerden kaçmak, amellerin, ibâdetlerin esâsı, temelidir.

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Verâ, şüpheli şeylerden sakınmak nedir?” diye sorulunca; “Ebâ Sâlih Hamdûn Kassâr, can çekişen bir dostunun karşısında bulunu­yordu. O kimse vefât etti. Hamdûn Kassâr odada yanan lambayı sön­dürdü. Lambayı niçin söndürdün, diye sorulunca, lambanın içindeki yağ şimdiye kadar vefât eden bu kişiye âitti. O vefât edince mîrasçılarına kaldı. Başka yağ bulunuz.” cevâbını verdi.

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Verânın, şüpheli şeylerden sakınmanın faydası, âhirette hesâbın kolay olmasıdır.”

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Verâ; şüphe edilen şeyleri terk et- mektir.

Hindistan’da yetişen büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en üs­tünlerinden Muhammed Ubeydullah Serhendî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) tarafından vaktin sultânı olan Ebü’l-Muzaffer Muhyiddîn Muham- med Âlemgîr’e yazılmış olan, tövbe hakkındaki mektubun bir bö­lümü şöyledir:

Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”efendimiz buyurdular ki: “Allahü teâlâ buyurur ki: “Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muh­taç kalmazsın.” Peygamber efendimiz Ebû Hüreyre’ye buyurdu ki: “Verâ sâhibi ol ki, insanların en âbidi olursun!” Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlı­dır.” Ebû Hüreyre buyurdu ki: “Kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar, verâ ve zühd sâhipleridir.” Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisse- lâma buyurdu ki: “Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, verâ sâhipleri gibi yaklaşan olmaz.” Büyük âlimlerden bazısı bu­yurdu ki: “Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz: Gıybet etmemeli. Müminlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları, nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yere harcetmeli, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki, makam istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmayı birinci vazife bil­meli. Ehl-i sün- net âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydur- malı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûru, hidâyeti arttır. Bizi affet! Sen her şeyi yapabilirsin.”

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) şöyle anlattı: “Rüyâmda kıyâmet kopmuş, insanları da Arasat mey- danında gördüm. Bir beyaz kuş, topluluğun çeşitli yerlerinden bir kaç kişi alıp, Cennet’e götürüyordu. Bu ne kuşudur? dediğimde, âniden ha­vada bir kâğıt görüldü. Kâğıdı elime alıp açınca üzerinde; “Verâ kuşu dedikleri işte budur.” diye yazılmıştı.

Cezâyir’de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının en çok verâ sâhibi olanıydı. Dün­yâya düşkün olanlarla berâber bulunmayı, onlarla görüşmeyi ve onlara yakın olmayı hiç sevmezdi. Bir defâsında talebelerinden birkaçı ile bir­likte bir yerden geçiyordu. Süslü elbiseler giyinip, süslü atlara binmiş bâzı kimselerin oradan geçtiklerini gördü. “Bunlar da kim?” dedi. “Bunlar, âhireti akıllarına getirmeyen dünyâlık kimselerdir.” dediler. Böyle hâllere düşmekten Allahü teâlâya sığındı ve yoluna başka bir yerden devâm etti. Yine bir zaman aynı kimselerle karşılaştı. Bu sefer yolunu değiştirmek imkânı yoktu. Bunun için, hemen bir duvarın arkasına geçti ve oraya gizlendi. Onlar geçip gidinceye kadar çıkmadı.

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî’ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Verâ, şüpheli şeylerden sakın­maktır.”

Tâbiînin büyüklerinden, ilim ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin U- beyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: “Verâ; şüp- heli şeylerin hepsini terk edip, her an nefsini hesâba çekmektir.”