TALEBE - kainatingunesi.com

TALEBE

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebeye tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaşları terk etmesi, maksaddan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmasıdır.

Yine buyurdular ki: Kalben hocasını beğenmeyen, hocasından gelen hiç bir feyze kavuşamaz.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine ve dostlarına en faydalı işin sâlih kimselerle, iyi in­sanlarla görüşüp sohbet etmek, arkadaşlık kurmak olduğunu söylerdi. Ahlâk ve davranış bakımından sâlih, iyi kimselere uymak lâzım olduğunu önemle tavsiye ederdi. Ayrıca velîlerin kabirlerini ziyâreti, arkadaş ve dostlara hizmeti tavsiye ederdi. Kendi günahlarının tamâmen bağışlan­dığına kanâat getirmeyen kimsenin herhangi bir günahı sebebiyle baş­kasını kınamasını doğru bulmazdı. Kişinin ise kendi günahlarının tamâ­men bağışlandığını bilemeyeceğine göre, başkalarını kınama husûsunda hiç konuşmaması gerektiğini belirtirdi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Allah yolunda bulunup, O’nun rızâsını kazan­mak isteyen talebenin vasfı nasıldır?” diye sorulduğunda; “Talebe, bu yolda meşakkat ve sıkıntı içindedir. Fakat karşılaştığı zorluklar, kendisi- ne neşe ve huzur vermektedir. Hakîkî talebe böyle olur!” cevâbını verdi.

Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Bekr Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hocanın, talebeyi azarlama­ması, talebenin de, hocasına çekinmeden sorması lâzımdır.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Harputlu İshak Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebeleri üzerine çok titrer, “Talebe, solmayan gü- le ve konuşan bülbüle benzer.” buyururdu.

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dört şey talebeye zarûrî lâzımdır: “Birincisi; bir binek hayvanıdır, bu sa­bırdır. İbâdetlere yönelmede, günahlardan sakınmakta ve musîbetlere tahammülde ona binilir. İkincisi; oturup rahat edebileceği ve korunup ba­rınacağı bir evdir, bu akıldır. Onunla şeytanın vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beğeneceği güzel bir elbisedir, bu hayâdır. Bununla kötü iş ve sözlerden korunulmuş olur ve nefsi terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; ay­dınlatıcı bir kandildir, bu da faydalı ilimdir. Bu, talebeyi doğru yolda hidâ­yet nûruna ulaştırır.”

İbn-i Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptığı vasiyeti şöyledir: “Bir ho­caya talebe olmaya karar vermiş bir kimse, bildireceğimiz hasletlere u- yarsa ve onları muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak Allahü teâlâya kavuşur. Bu da Allahü teâlânın ih­sânı ve muvaffak kılması ile mümkündür. Bu hasletler yirmi beş tâne o- lup şunlardır:

İlk haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine pişmân olup, Allah ve kul haklarından borcu olanlara ödeyip tövbe et­mek.

İkincisi; kullanacağı faydalı ilimleri öğrenmek.

Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdır. Sükût (susmak), nefsin konuşmasını (vesveseyi) önler. Halvet (yalnızlık), hislerin dağılmamasını sağlar. Zikir, kalbin tasfiyesini (saflaşmasını, temizliğini) temin eder.

Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını düşünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.

Beşincisi; her işine, meşveret etmeden (danışmadan) başlamamak­tır. Böylece, işin bozuk ve kötü olmasından korunur.

Altıncısı; bir din kardeşi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak gerekir.

Yedincisi; her işinde ve sözünde doğru olmaktır.

Sekizincisi; mîde ve dili korumaktır. Çünkü, talebe şehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâ- lâya ulaşmaktan mahrûm kalır. Dil konuşmaya meylederse, gönlü zikre alışmaz. Zîrâ dilin günahı (isyânı) diğer bütün günahlardan daha çoktur.

Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dıştan edebli olmaktır. Sus- malı ve ancak lüzum olunca konuşmalıdır.

Onuncusu; üç şeye riâyet etmelidir: İlki, çok acıkmayınca yememeli­dir. İkincisi, çok susamadıkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasın­dan korunulmuş olur. Üçüncüsü, çok uyku bastırmadıkça uyumamalıdır.

On birincisi; kadınlarla sohbet etmekten ve bilhassa şehvet uyan­masına sebeb olacak yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakınmalı­dır. Ancak böyle yapmakla nefsin ve şeytanın şerrinden korunabilirsin.

On ikincisi; lüzumsuz veya zararlı yerlere bakmaktan gözü koru­maktır. Hadîs-i şerîfte; “Müslümanların odalarına, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfıktır.” buyrulmuştur.

On üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlı abdestli bulunmaktır. Bunun faydaları çok olup, bundan gâfil olmamak lâzımdır.

On dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyı ha- tırlamıyanlar ile berâber bulunmamalıdır ki, onların gafletleri bulaşma­sın.

On beşincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin ki, akıllarınız bununla meşgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaşmayasınız.

On altıncısı; boş sözleri dinlemekten sakınmalıdır. Kalbin fesat ve dağınıklığı, çoğu zaman bundan doğar. Boş sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ olup, helâk olmasından korkulur.

On yedincisi; “Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım, böyle olmazdı…” gibi sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münâfıkların sözle­rindendir. “Hakkın dilediği oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. Sâdece Allah bize kâfidir. O ne iyi vekildir.” diye söylemelidir.

On sekizincisi; kaçınılmaz durumlar hâriç, bozuk fırkalar ve bid’at ehli ile münâzara etmemelidir. Bunların îtikâdlarını değiştirmeleri, normal olarak mümkün değildir. İlmi ve aklı az olan biri, bu münâzara yüzünden sapıtabilir.

On dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalıdır. Çünkü Hak yolun tâliple­rine bu iş yakışmaz. İnsanlara Allah için iyi davranılırsa, insanın tabiatı iyi ahlâklara alışır ve gadablardan yâni olur olmaz şeylere kızmaktan kurtulur.

Yirmincisi; nefsin vesveseye kapılıp, kendisini başkalarından hayırlı (daha iyi) veya başkalarının bilmediğini biliyor olarak görmesini önleme­lidir. Böylece nefsin, işlerin en hayırlı olanları ile meşgûl olması sağlanır.

Yirmi birincisi; kibirden sakınmalıdır. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya başkalarını aşağı görmektir. Çok büyük bir kusurdur.

Yirmi ikincisi; ucubdan (kendini beğenmekten) sakınmalıdır. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklını ve fikrini beğenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi, çok bildiğini sandığından çok yanılır.

Yirmi üçüncüsü; hasetten sakınmalıdır. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânın bir kuluna verdiği nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir.

Yirmi dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyı unutturacak hiçbir şeyle meşgûl etmemelidir.

Yirmi beşincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgi­sini kalbinden uzaklaştırmaktır.”

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebe çok zaman, hocasına “Neden?” dediği için nîmetlerinin arttırılmasından mahrum kalmıştır.”

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimse, hocasının hareket ve davranışlarından istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez.”

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allah yolunda yürümek arzusunda bulunan bir tâlib, azi­meti bırakıp ruhsatla amel ederse, artık ondan hayır gelmez, ilerleye­mez.”

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O’nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlaya­madığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah’- dan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah’ını düşünür. Gaflet ile yaşa­maz. Kim- seyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâ- lânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri anıldı- ğında “r.anhüm” der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir bu­yurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah’ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayır­maz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, ha­dîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoş­luğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.

Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz.”

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; “Tâlib baş­kasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir.” buyurdular.

Evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu: “Kulun dü­şüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur.”

Mısır evliyâsından Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle anlattı: Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itâat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düşüp takvâ ve doğru yol üzere bulunma de­recesinden uzaklaşır.

Talebe, özellikle hocasının huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiâsında bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup, hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karışma­ması, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasına mâni olur. Onun en güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten tale­benin, hocasının huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlar­dandır.

Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek oldu­ğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocası için istemeli, Allahü teâlânın yüksek ihsanlarını ve bol lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çıkar.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoğunlukla ta­lebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur.”

Hindistan evliyâsından ve ha­dîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta iken tahsil için yaklaşık 4 km uzaklıktaki medreseye gider gelirdi. Sabah namazından önce medre­seye giderdi. Gecelerinin çoğu mütâlaa, gündüzleri ise yazmakla ge­çerdi. Mahalle çocukları gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde uyu­mazdı. Annesi ona; “Arkadaşlarınla biraz oyna rahatına bak.” dediğinde; “Anneciğim. Oyun- dan maksat hâtırı gönlü hoş etmek, hoş vakit geçir­mektir. Benim gönlüm ya okumakla veya yazı yazmakla açılıp rahatlı­yor.” derdi. Annesinin, gece yarısından sonra, o kitap okurken; “Oğlum ne yapıyorsun?” sesine karşılık, yalan olmaması için, yatar ve; “Yattım anneciğim! Bir şey mi buyurmuştunuz?” derdi. Sonra kalkıp okumasına devam ederdi. Birkaç defa saçları ve sarığı mum ateşi ile yandı. Bu azim, bir de babasının duâsı ile on yedi yaşında iken ilim tahsilini ta­mamladı.

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini talebeliğinden beri ta- nır ve severdi. Fakat ona bağlanıp, talebesi olmamıştı. Bir gece rüyâsın- da İmâm-ı Rabbânî’nin kendisine; “Ey Resûlüm! Sen, Allah de! Sonra onları kendi oyunlarına bırak!” (En’am sûresi:91) meâlindeki âyeti kerîmeyi okuduğunu gördü. O anda kalbi zikretmeye başladı. Uzun za­man böyle zikrederek, ilâhî nîmetlere kavuştu. “Ben Ahmed’in (yâni İmâm-ı Rabbâ- nî’nin) üveysisiyim. Yâni onun rûhâniyeti beni terbiye edi­yor.” derdi. Kısa bir süre sonra İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gidip, onun yoluna bağlan- dı. Hakikî ve ihlâs sâhibi talebelerinden oldu.

Evlîyanın büyüklerinden Gavs-ül âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söy­lerdi.

Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî’ye getirip; “Oğlumun kal­bini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getir­dim.” dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemedikle­rini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm eder­ken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. “Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.” dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, ta­vuk kemiklerinin üzerine koyup; “Kum bi-iznillâh!” yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; “Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!” buyurdu.

Irak’ta yetişen büyük velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazrertleri talebeli­ğinde bir gün hocasının huzûruna girdîğinde bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: “Sende bir karartı, bir zulmet seziyorum.” Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı. İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına gide­rek suya girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline ge- tiren insanlar gördü. Onlara; “Beni de ücretle çalıştırır mısınız?” diye sordu. “Ellerini görelim.” dediler. Gösterince; “Bu eller ancak kalem tutar.” diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; “Bunu alamam, zîrâ bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabili­rim.” dedi. İçlerinde uyanık birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî’ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir altın verdi ve; “İşte senin ücretin.” dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim öğrenmek arzû ve isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.

Mısır evliyâsından Abdülvehhâb-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; “Bir talebe hocasını kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olma­dıkça, hakîkî talebe olamaz.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe; Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber ol­duğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi olan   her işte tevâzu üzere bulunan ve âlimlerin huzûrunda onları can kulağı ile dinleyen kim­sedir.”

Ahmed Amiş Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi müridin yâni talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyâcını sorunca; “Dağı dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu şöyle ol­sundan kurtuluncaya kadar, şeyhe muhtaçsın.” demiştir.

İran’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Talebenin ilim tahsîl ederken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiği sorulduğunda” şöyle buyurdular: “İlim isteyen ilk önce nefsini kötü ahlâk ve huylardan temizlemelidir. Çünkü ilim öğrenmek, kalbi îmar etmekle olur. Âzâların vazîfesi olan namaz, nasıl necâsetten temizlenmeden olmuyorsa, kalbin ilim ile tâmiri de, ancak kalbi her türlü kötü sıfat ve vasıflardan, fena huylardan temiz­ledikten sonra olur.

İkinci olarak dünyâ meşgûliyetlerinden alâkayı kesmelidir. Zîrâ dün- yâ meşgalesi insanı ilimden alıkoyar. İnsan bir anda iki şeyle meşgûl olamaz.

Üçüncü olarak hocaya karşı kibirli olmamalı ve ona ukalâlık etme­melidir. Bilhassa hastanın tabibe teslim olduğu gibi hocaya teslim olmak lazımdır.

Dördüncü olarak ilmin başında ister bu ister öteki dünyâ için olsun âlimlerin ihtilaflarına kulak asmamalıdır. Çünkü bu zihni zorlar doğru dü­şünceden uzaklaştırır. Meseleler idrâk edilmez olur.

Beşinci olarak, insanın okumaktan gâyesi kalbini kötü huylardan te­mizleyip, fazîletlerle süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakın olmak ve yakınlık mertebesine kavuşmak olmalıdır. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, düşük adamlarla mücâdele ve akranlarına üstünlük gâyesi göstermemelidir.”

Anadolu velîlerinin büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde et­mek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbet- menin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil’i (şeytanı), Bel’âm bin Baûrâ’yı, Bersisa’yı ve sa­hâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa’lebe’yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bil­giyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasın­dan sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Endülüste’te yetişen büyük velîlerden Ahmed Necibî hazretleri bü­yük âlim ve velî Câfer Endülüsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin yanına gitmek üzere bir grup ile yola çıktı. Endülüs’e vardıklarında ya­nındakiler, Peygamberlik iddiasında bulunan İbn-ül-Mer’e ismindeki şahsı önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; “Ben, Ebû Ahmed Câfer için geldim. Oraya gitmem.” dedi. Bunun üzerine arkadaşları ona tâbi olup, o zâtın yanına gittiler. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberin­dekileri Şeyh Câfer Endülüsî’nin huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktı ve; “Çocuk hocaya defteri temiz olarak gelirse, hoca ona bir şey yazar. Fakat defteri yazılı ise hoca onun için bir şey yazmak istese nereye yazsın. Onun için böyle gelen defteri karalanmış geri döner.” bu­yurduktan sonra tekrar onlara baktı ve; “Aynı sudan içenin mizacı, tabiatı bozulmaktan, değişmekten kurtulur. Çeşitli sulardan içenlerin mizacı ise bozulmaktan, değişmekten kurtulamaz.” buyurdu. Bu sözü ile memle­ketlerinden çıkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çıktıkları hâlde, daha sonra Endülüs’e geldiklerinde, peygamberlik iddiâsında bulunan o şahsı ziyâret etmek istediklerine işâret etti.

Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onların durumuna düşmekten mu­hâfaza ettiği için Allahü teâlâya şükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kişiyi çağırarak, Ahmed Necibî’yi talebelerinin olduğu yere götürmesini, diğerlerini ise geri göndermesini istedi. Ahmed Necibî’ye de; “Ey Ebü’l-Abbâs! Siz memleketinizden çıktığınızdan îtibâren Allahü teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde gel­diğini biliyorduk.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Talebeye lâzım olan edeb nedir?” denildiğinde; “Talebeye üç şey çok lâzımdır: Birincisi; her an abdestli bulunmak. İkincisi; bulun­duğu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü de; yiyip içtiğinin helalden olmasına dikkat etmektir.” buyurdular.

Buhârâ’da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin babası, Buhârâ’nın zengin eşrâ­fından idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç mîrâs kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhâ- rî’ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebe- liğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâ- eddîn’e nazar ettikten sonra;

“Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?” buyurunca, Alâeddîn derhal;

“Yaparım efendim!” diye cevap verdi.

“Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!” buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir âileye mensûb olmasına rağ­men, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gelerek;

“Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim.” dedi. Behâeddîn-i Buhârî;

“Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın.” buyurdu. Alâ- eddîn; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.

Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, is­tediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak.” dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri;

“Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!” diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri;

“Artık bu iş tamamdır.” diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu ta­lebeliğe kabul buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;

“Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu.

“İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir.” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;

“Bir müddet bekle, işi anlarsın.” buyurdu. Bir müddet sonra, kal­bimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu.

Beyt:

Eğer mâşûktan olmazsa muhabbet âşıka,

Âşığın uğraşması mâşûka kavuşturamaz aslâ.

 

Alâeddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocası­nın verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle ça­lıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizme­tine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına;

“Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver.” buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i At- târ’ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî’yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki:

“Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Se­ninle evlendireyim.” Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti:

“Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsu­nuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise;

“Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!” buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn’e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güne­şin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem’in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının his­sedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O’nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hüc­releri cenâb-ı Hakk’ı zikreder; “Allah! Allah!” derdi.

Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu.

Behâeddîn-i Buhârî, Alâeddîn’i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmele­rini sağlardı. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara;

“Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyı ve O’nun beytini (Beytullah’ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur.” buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr’a bırakıp; “Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti.” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl de­recelerine çıkardı.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri sohbetlerinde tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hak­kında buyurdular ki: “Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate ka­vuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum.”

“Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: “Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangi­sini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir.” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.”

Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: “Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık ol­sun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sün­nettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm edi­niz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük dere­celere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır.”

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hareketini Peygamber efendimize uydurmaya çalışırdı. Talebelerine bu şekilde olmadıkça, Resûlullah efendimize gerekli hürmet ve tâzimin yapılmış olamayacağını bildirirdi. O, Resûlullah efendimize uymak, O’na hürmet göstermek için şu hususları talebelerine şart koşmuştur:

1. Resûlullah’ın mübârek isimleri geçtikçe salat ve selâm getirmek.

2. Resûlullah efendimiz ziyâret edildiğinde kabr-i şerîfinin yanında sesi yükseltmemek.

3. Resûlullah’ın haremi olan Medîne-i münevvereye tâzim ve hür­mette bulunmak, orada yasaklanan şeylerden (veya günah işlemekten) sakınmak ve Medîne-i münevvere ehline ikrâmda bulunmak.

4. Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden ve işlerinden bildiri­len bir şeyi, O’nun şânını hafife alacak bir şey ile mukâbele etmemek. Mesela Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem falanca şeyi severdi de­nince, hâlbuki ben onu sevmem dememek.

5. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîf kitaplarının üzerine, başka her hangi bir kitap veya herhangi bir ev eşyâsı koymamak.

6. Allahü teâlânın ism-i şerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduğu bir kâğıdı atmamak. Böyle kâğıtlar yırtılmaz. İslâm harfleri ile yazılı olan kâğıtlara da hürmet etmek lâzımdır. Bunları temiz bir beze sardıktan sonra çiğnenmeyecek yerde toprağa gömmek veya yakmak lâzımdır.

Anadolu’da yetişen velîlerden Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: “Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oğlum! Göndermiş olduğunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oğlum! Dersimizden uzak olmayasınız. Bir an Allahü teâlâyı anmak, Süleymân aleyhisselâmın mülkünden daha iyidir, ifâde­sini hâtırından çıkarmayınız. Oğul, dâimâ taleb edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarıp yakarmayı fazlaca yaparsanız, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasını sever. Bu, Allah adamlarının yoludur.”

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerine şöyle nasîhat ederdi: “Din âlimlerine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır. Velîleri in­kârdan sakının. Zîrâ onlar, Allahü teâlânın zâtının kapıcılarıdır.

Bir şey yapmak istiyorsanız, size yakışanı yapın. İnsanlar, bir şey vermediğiniz için sizi cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden size karşı çıkmalarına meydan vermeyin. Çünkü velî olmanın şartlarından biri de şudur: Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.

Ramazân-ı şerîfin son on gününde, gece ibâdetinden geri kalmayı­nız. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir ge­cesi bu aydadır.

Şâyet biriniz kendisini ilâhî huzurla hissederse, yalnız kendi nefsi için duâ etmemeli, başkası için de himmet ve gayretini esirgememelidir. Yapacağı duâların çoğu mümin kardeşleri için de olmalıdır.

Şuna yemin ederim ki, talebeler, Allahü teâlânın dünyâyı yarattığı günden yok edeceği güne kadar, hocalarının huzûrunda kor bir ateş üze­rinde otursalar, doğru yola girmeleri için yol gösterip engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.

Allahü teâlâ kullarına, bilinen rızıkların dağıtımını sabah namazın­dan sonra, mânevî rızıkların dağıtımını da ikindi namazından sonra ya­par. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiştir.

Dünyâda Allahü teâlâdan hayâ edenleri, Allahü teâlâ kıyâmet gü­nünde azarlamaktan ve gazab etmekten hayâ eder.

Allahü teâlâya kavuşturan yola dâvet edenler, fâsık kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalılar. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleştikten sonra nasîhatte bulunsunlar.

Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmak üzere İki arkadaş, yanına geldiler. Kabûl edip ders vermeye başladı. Bir müddet sonra bunlardan biri ayrılıp gitmek istedi. Arkadaşı kalması için çok ısrar etti ise de, başaramadı. Ni­hâyet ayrılıp gitti. Gittikten kısa bir müddet sonra geri döndü. Hâli ve ka­rarı değişmişti ve ağlıyordu. Arkadaşı hâlini merak edip;

“Bu hâlin nedir? Sana ne oldu, neden döndün?” diye sorunca şöyle dedi:

“Buradan ayrılıp memleketime dönmek üzere yola çıktım. Bir müd­det yol aldıktan sonra yolda hocamızı âniden karşımda gördüm. Nasıl o- lur diye çok şaşırdım. Karşımda o kadar heybetli duruyordu ki, ürper­meye başladım. Sonra gözden kayboldu. Bundan gitmeme râzı olmadı­ğını anladım. Onun bu kerâmetini görünce ayrılıp gitmekle büyük hatâya düştüğümü anladım. Artık dönüp ilim öğrenmek için karar verdim.” diyen bu talebe, hocasının derslerine ve sohbetlerine devam edip, tam mânâ­sıyla olgun bir ilim ehli oldu.

Ali bin Meymûn Mağribî hazretleri birgün talebelerinden biri ile çar­şıya giderken, kısa yol, bir hanın içinden geçiyordu. Herkes orayı yol yapmıştı. Talebesi;

“Biz de buradan geçelim!” dedi. Ali bin Meymûn;

“Burası nedir?” diye sorunca, talebe;

“Han” cevâbını verdi. Bunun üzerine;

“Bu han oradan geçilsin diye yapılmamış ki, oradan geçmek için sâ­hibinin izni olması lâzım.” buyurarak yoluna devâm etti. Sultan Câmii ismi ile anılan bir câminin yanına geldiler. Talebe;

“Buyrun câminin içinden çarşıya gidelim!”deyince, Ali bin Meymûn;

“Câmiler, Allahü teâlânın evleridir. İnsanlar burayı yol yapsın diye yapılmamıştır.” deyip, çarşıya oradan da girmeyip başka yoldan girdi.

Ali bin Meymûn Mağribî hazretleri talebelerinin iyi yetişmeleri için son derece titizlik gösterirdi. Ufacık bir gevşekliklerine müsâmaha gös­termez ve gördüğü kusurları hemen düzeltirdi. Çok heybetli ve sert bir mîzâca sâhib idi.

Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şu nasîhatı yapardı: “Hiç kimse ile münâkaşa etme­yiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim öz oğlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiş olursunuz. Aranızda dargınlık olmasın.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir.”

Irak evliyâsından Ali Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebe iki kısımdır. Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye başlarlar. Murâd olanları ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Başkaları ona tufeyl yâni, yanısıra kabûl olunmaktadırlar. Onlara aradığını buldururlar ve gideceği yolu tamamlarlar. Artık onların nazarında kâinâtın hiçbir kıymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyı düşünürler. Bu yolda fenâ makâmına kavuşurlar.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Abdülhâ- lık-ı Goncdüvânî hazretleri; ilk sohbetinde şöyle dedi: “Hak yolcusu bir sâlik, talebe, vaktinin, zamânının değerini gâyet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler bir bir geçip giderken kendisinin ne hâlde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şâyet geçen bir an içinde, huzurlu ol­duysa, bunu şükür ge- rektiren bir hâl bilmeli. “Allah’ıma şükürler olsun.” demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telâfî etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsânî mâzeretini bildirip ondan bağışlanmasını dilemelidir…”

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hocası Zâkirzâde, talebelerinden bir işin yapılmasını istedi. Talebeler, o işi yapmak husûsunda biraz isteksiz hareket ettiler. Bu durumu duyan Seyyid Osman, Zâkirzâde’nin yanına giderek; “Emir buyuracağınız hizmet nedir sultânım? Derhal yerine geti­reyim.” dedi. Zâkirzâde; “Senin dersin vardır. Bu işi yapman dersine mâ­nidir.” deyince, Osman Fadlı Efendi; “Bu zamanda önce ve sonra ge­lenlerin ilimlerini elde edeceğimi bilsem, yine şerefli hizmetinizi yerine getirmeyi tercih ederim.” dedi. Bu söz, Zâkirzâde Abdullah Efendinin çok hoşuna gitti. Sonra; “Emir Çelebi! Allahü tealâ sana, önce ve sonra ge­lenlerin ilimlerini nasîb eylesin.” diye duâ etti. Bu olay üzerine Seyyid Osman Fadlı Efendi, arkadaşlarına; “Bu duâdan sonra bir gece de bütün ilimler kalbime ilhâm olundu. Bilmediğim ilim kalmadı.” dedi.

Bundan sonra Zâkirzâde, Seyyid Osman’a îcâzet vermek istedi. Os- man Fadlı; “Sultânım, ben sizin hizmetinizi tercih ederim.” diyerek ka­bûl etmedi. Osman Fadlı Efendi o gece rüyâsında: “Kullarımı bana dâvet et- mek için kelâmımı al!” diye kendisine Mıshaf-ı şerîfin uzatıldığını gördü. Korkuyla uyanan Osman Fadlı; “Talebenin vazîfesi hocasına tes­lim ol- maktır.” dedi ve hocasına tam olarak teslim oldu. Hocası onu Edirne ta- rafında Aydos isimli kasabaya, insanları doğru yola dâvet için gönderdi. Osman Fadlı, Aydos’da birkaç sene kaldıktan sonra, ilahî bir işâret üze- rine, Filibe taraflarına gitti. Filibe’de on beş seneden fazla in­sanlara doğ- ru yolu gösterdi.

Osman Fadlı Efendi, bir gün kaylûle yaparken, şu rüyâyı gördü. Üç yüz kadar âlim gelip etrafında halka oldular. Hep birlikte oradan İstan­bul’a geldiklerinde, hocası Zâkirzâde göründü ve; “Git şimdi senin irşâd yerin burasıdır.” diyerek, Atpazarı’nda bulunan Kul Câmiini işâret etti ve bir sarık ile bir âsâ hediye etti. Gördüğü bu rüyâ üzerine İstanbul’a gelen Osman Fadlı, hocasının işâret ettiği yere yerleşti. Bundan sonra Atpazarı Emîri diye meşhûr oldu. Kul Câmiinin hatiplik ve imâmlık vazîfesi Osman Fadlı’ya verildi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hoca­larından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası; “Şu rafdaki kitabı getir.” dedi. Bâyezîd; “Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?” dedi. Hocası; “Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum.” deyince, Bâyezîd-i Bistâmî; “Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim.” diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında “Mâdem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistam’a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin.” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir gün yolda yürürken, bir gencin ken­disini takib etmekte olduğunu farkedip döndü ve gence; “Niçin beni tâkip ediyorsun, istediğin nedir?” dedi. Genç, edeple; “Efendim, sizin gibi ol­mak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım.” dedi. Cevâbında; “Benim yaptıklarımı yapma­dıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu, Allahü teâlânın bir lütfudur.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen bü­yük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatmıştır: “Talebeli­ğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdim. Bunların faydala­rını ve tesirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasıyeti tut­tum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin mecli­sine devâm edip, nasîhatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildi­rilenlere göre amel ettim. Allahü teâlânın ihsânıyla bunların faydasını gördüm. Tasavvufta en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan şey, Alla- hü teâlâya cân-u gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, yal- varmak ve Allahü teâlânın rızâsını istemek, nefsi ezmek, onu mağlub et- mektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekânda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve i- peğin pazarı burası değildir. Bir sâlik, hakîkat yolunda kendi nefsini Fi- r’avn’ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüz bin defâ daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o sâlik, hakîkat yolu­nun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi temizlemek kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ip ucudur. İşte ben de bunun için, nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinâttaki her şey ile karşılaştırdım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her mahlûku daha üstün ve daha hoş gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile var- lıklardan herhangi biri arasında kıyâs yaparak düşündüm. Kendimi aşa- ğı ve âciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâi- nâtta ne varsa hepsinden fayda gördüm. Fakat nefsimden hiçbir fayda görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye et­mesey- dim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri alma- dıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice za­rarları dokunacaktı.”

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bir talebesi şöyle anlatmıştır: “Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâ’ya gel­dim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra kalbime Kâbe’yi ziyâret etme arzusu düştü. Mekke’ye gidip, Kâbe’yi ziyâret etmek şerefine ka­vuş- tum. Buhârâ’ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hattâ eşkıyâlık yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken, bir çekilme hâli hâsıl oldu. Bu hâl, beni ister istemez, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzû­ru- na sürükledi. Huzûruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra en­seme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin tesirinden neye uğradığımı bile­medim. İstemeyerek bağırdım. Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; “Sus!” dedi. Sonra da; “Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamâm olurdu.” buyurdu.”

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine bir gün hediye ola­rak bir mikdâr balık getirilmişti. Balığın getirildiği sırada, o mecliste hazır bulunan talebeleri ile berâber balığı yemek arzu ettiler. Bunun üzerine balık hazırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler, Behâeddîn Buhârî ile birlikte sofraya oturdular. İçlerinden biri, gelip sofraya oturmadı. Behâeddîn Bu- hârî ona; “Niçin gelip oturmuyorsun?” dedi. O da oruçluyum diyerek, nâ- file oruç tuttuğunu bildirdi. Ona; “Gel bize uy!” dedi. Fakat gelmedi. Tek- rar; “Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde tutulan oruç se- vâbı kadar hediye edeyim.” dedi. Fakat o kimse söz tutmayıp, ina­dında ısrâr etti. Bunun üzerine talebelerine; “Bu adam, Allahü teâlâdan uzaktır. Siz onu terkediniz.” buyurdu. O oruçlu kimse, son derece zâhid bir kimse idi. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sözüne peki deme­yip, muhâle- fet göstermesi sebebiyle, zâhidliğini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. Tamâmen dünyâya tapmaya başladı ve felâkete düştü.

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Semerkand’da oturuyordum. Behâeddîn Buhârî haz­retlerinin keşf ve kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve sohbetine kavuşmak için Buhârâ’ya gitmeye karar verdim. Yola çıkarken annem hırkamın bir yerine harçlık olarak dört altın dikti. Buhârâ’ya varınca, Behâeddîn Buhâ- rî hazretlerinin sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni öyle bir hâl kapladı ki, sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, Behâeddîn Bu- hârî hazretlerine beni talebeliğe kabûl etmesini söylemesi için ricâ et­tim. Durumumu arz edince, bana çok iltifât edip, kabûl ederiz, fakat sen­den altın alırız buyurdu. “Ben fakirim, altınım yoktur.” dedim. Talebele­rine dönüp; “Bunun hırkası içinde dört altını var, yok diyor.” dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bunu söyleyince, hayretler içinde kaldım. Hemen hırka- mı söküp, içindeki dört altını çıkarıp önlerine koydum. O mecliste bir ço- cuk vardı. Talebelerinden birine; “Al şu altınları bu çocuğa ver.” buyurdu. O talebe alıp çocuğa verdi. Fakat çocuk almadı. Çok ısrar etmelerine rağmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Çok utanıp mahcub oldum. Bu hâdiseden sonra, Behâeddîn Buhârî hazretleri, tale­beleri ile birlikte başka bir köye gitmek üzere yola çıktı. Ben de onlara katıldım. O köyde büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan başka bir çocuğa vermemi söylediler. Verdim fakat, o da almadı. O kadar mahcub oldum ki, utancımdan yerin dibine girecek­tim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları için bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:

“Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iğrenç bir sıfattır. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi çok kötü bir iştir.” Bundan sonra beni de talebeliğe kabûl etti. Beni irşâd ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çıkardı. Hamdolsun tevekkül sıfatı böylece kalbime yerleşti.

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediği zaman kerâmetiyle havada uçarak gider, gideceği yere hemen varırdı. Diğer talebeleri onu bir iş için Kasr-ı Ârifân’dan Buhârâ’ya gön­derdiler. Bu talebe uçarak giderken, Behâeddîn Buhârî hazretleri onun üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz oldu. Bu hâdise üzerine Be- hâeddîn Buhârî hazretleri; “Allahü teâlâ bana talebelerimin gizli açık bütün hâllerini bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzu edersem, Allahü teâlânın izniyle talebelerime çeşitli hâller veririm ve yine ellerinden hâllerini alırım. Onları kâbiliyetlerine göre terbiye ederim. Çün- kü yetiştirici ve terbiye edici, yetiştirmek istediği kimseye yarayan ve en çok faydası olan şeyi yapar.” buyurdu.

Yine talebesi Emîr Hüseyin şöyle anlatmıştır: ”

Bir gün hocam beni bir iş için Kasr-ı Ârifân’dan Buhârâ’ya gönder­mişti. Bu gece Buhârâ’da kal, sabaha doğru geri dönersin dedi. Ben he­men yola çıktım. Yolda nefsimle mücâdele edip; “Ey nefsim! Acabâ sen bir gün ıslâh olacak mısın ve ben senin elinden kurtulur muyum?” diyor­dum. Nefsimi böyle azarlarken, karşıma nûr yüzlü bir zât çıktı. Bana;

“Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat çektin ki, nefsini ayıplıyor­sun? Bu yolda gelip geçen büyükler öyle mihnet ve meşakkat çekmişler­dir ki, senin bir zerresini bile çekmeğe tahammülün yoktur.” dedi. Sonra vefât etmiş olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri meşakkatleri bir bir anlatıp, târif etti. Ben kusurlarımı kabûl edip, özür diledim. Bundan sonra karşı çıkan o zât, bana dağarcığından bir mikdar hamur çıkarıp verdi. “Bu hamuru Buhârâ’da pişirip, yersin.” dedi. Hamuru alıp yoluma devâm ettim. Buhârâ’ya varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru gö­rünce hayret edip;

“Şimdiye kadar böyle hamur görmedim.” dedi. Bana kim olduğumu ve hamuru kimin verdiğini sordu. Ben de Behâeddîn hazretlerinin tale­besi olduğumu söyledim. Fırıncı hürmetle hamuru pişirip bana verdi. Bir parça koparıp ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu işi bitirip, o gece Buhârâ’nın Gülâbâd mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı na­mazını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. Bu sırada canım elma is­tedi. O anda mescidin penceresinden birkaç elma attılar. Elmaları alıp ekmekle yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp yola çıktım. Sabaha doğru Kasr-ı Ârifân’a vardım. Sabah namazını ho­cam Behâeddîn Buhârî ile kıldım. Hocam bana; “Sana hamuru veren kimdi bildin mi?” diye sordu. Bilemediğimi arz ettim. “O, Hızır aleyhisse- lâm idi.” buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan elmalardan bahsetti. “O fırıncıya ne büyük saâdet ki, senin verdiğin ha­muru pişirdi ve ondan yemek nasîb oldu.” buyurdu.

Mevlânâ Abdullah-ı Hâcendî hazretleri; Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine, talebe olmasını şöyle anlatır: “Bir ara içime öyle bir ateş düştü ki, yerimde duramıyordum. Bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanıyordum. İçimdeki arzu daya­nılmaz duruma gelince, bulunduğum Hâcend’den ayrıldım ve Tirmiz’e kadar hep bunu düşündüm. Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Ha­kîm-i Tirmizî’nin kabrini ziyârete gittim. Sonra Ceyhun Nehri kenarında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuya kalmışım. Rüyâda heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana:

“Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî’yim, yanımdaki de Hızır aleyhisselâmdır. Sen hoca aramak için şimdilik zahmet çekme. Çünkü hem kimseyi bulamazsın, hem de istifâde edemezsin. On iki sene sonra Buhârâ’ya gidip orada bulunan ve zamânın kutbu olan Behâeddîn Buhârî’ye talebe olur, ondan istifâde edersin.” buyurdu. Bunun üzerine Tirmiz’den Hâcend’e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün çarşıda iki Türk gördüm. Gayr-i ihtiyârî peşlerinden gittim. Bir mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya bağlanma­nın kıymeti ile ilgili hususlar konuşuyorlardı. Onlar böyle konuşurlarken, onlara karşı olan ilgim arttı. Hemen acele ile dışarı çıkıp, çarşıdan bir şeyler alıp yanlarına geldim. Beni yanlarında görünce, biri; “Bu, iyi bir in­sana benzer, bizim hocamızın oğlu İshak’a talebe olabilir.” dedi. Bu du­rum karşısında çok merak ettim ve o zâtın kim olduğunu sordum. Hâ- cend’e bağlı bir köyde olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine o köye git­tim, zâtı buldum. Fakat bana hiç yakınlık göstermedi ve iltifât etmedi. Bu hocanın her hâliyle temizliği yüzünden belli olan bir de oğlu vardı. Bu du­rum karşısında, bu temiz yüzlü çocuk, babasına dedi ki:

“Babacığım, bu zât, sana talebe olmak ümidiyle buraya gelmiş, sen ise ona hiç yakınlık göstermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep ne­dir?” Bunun üzerine ağladı ve; “Ey evlâdım, bu, Şâh-ı Nakşibend Behâ- eddîn Buhârî hazretlerinin talebelerindendir. Bizim onun üzerinde hiç bir hükmümüz yoktur.” dedi. Bunun üzerine ben tekrar Hâcend’e, memle- ketime döndüm ve hocamla ilgili bir işâretin çıkmasını bekledim.

Aradan bir zaman geçtikten sonra kalbim, beni Buhârâ’ya gitmeğe zorladı. O isteği bir an dahi tehir etmeye kâdir değildim. Hemen kalkıp Buhârâ’ya doğru yola çıktım. Bir zaman sonra Buhârâ’ya vardım ve Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yerini öğrenip yanına gittim. Ne zaman ki huzûr-i şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdu ki: “Yâ Abdullah-i Hâcendî, senin daha üç günün vardır. Yâni sana bildirilen on iki senenin tamam olmasına daha üç günün vardır. Bunu unuttun mu?” Bunları duyunca, âdetâ kendimden geçtim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufukla­rına yerleşti. Artık hep onlara olan bağlılık ateşi ile yanıyordum. Bir müd­det sonra himmet istedim. Behâeddîn Buhârî; “Himmetin zamânı var.” buyurdu. Bunun üzerine bir müddet daha sohbete devâm ettim.

Büyük âlimlerden birisi anlatır: Gençlik zamânında, Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hâller meydana geldi. Bana dâimâ; “Beni hâtırından çıkarma!” derdi. Ben de dâimâ onları düşünür, hatırlardım. Bu hâl üzere iken babam hacca gitti. Beni de berâberinde götürdü. Giderken Hirat’a uğradık. Hirat şehrini sey­rederken, Hâce hazretlerini unuttum, bağlılık hâtırımdan çıktı. O anda bendeki hâller gitti. Sonra İsfehan’a gittim. Orada bir büyük âlim var idi. Bütün İsfehanlılar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan çok kerâ­metler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zâtın huzûruna getirdi ve benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuğumdan, o zâtın huzûrundan dışarı çıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah’ı ziyâret ettik. Dönüşte Hâce hazretlerinin ziyâreti ile şereflen­diğim zaman, onu unuttuğum için çok çekiniyordum. Korktuğumu anla­yıp; “Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğulla­rıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur.” buyurup latîfe yollu; “Hirata gidince niçin beni unuttun?” deyip; “Unutmak katiyyen dostluğa sığmaz.” mısrâını okudular.”

Yâkûb-i Çerhî hazretleri anlatır: Buhârâ’nın âlimlerinden ilim öğrenip fetvâ vermeye izin aldıktan sonra, memleketime dönmeyi düşündüm. Hazret-i Hâce’ye (Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine) uğ­rayıp; “Beni hâtırınızdan çıkarmayın.” dedim ve çok yalvardım. “Gidece­ğin zaman mı, yanımıza geldiniz?” buyurdu. “Hizmetinize müştâkım, arzu ve istekliyim.” dedim. “Hangi bakımdan?” buyurdu. “Siz büyükler­densiniz ve herkesin makbûlüsünüz.” dedim. “Bu kabûl şeytânî olabilir, daha sağlam delîlin var mı?” buyurdu. Sahîh hadîsde; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalbine düşürür.” buyuruluyor dedim. Tebessüm edip; “Biz azîzânız.” buyurdu. Bunu duyunca birden hâlim değişti.

Bir ay önce rüyâda birisi bana: “Git, Azîzân’ın talebesi ol!” demişti. Onu unutmuştum. Onlardan duyunca, bu rüyâyı hâtırladım. Yine devâm ederek anlatır: “Hazret-i Hâce’ye, beni şerefli hâtırınızdan çıkarmayın!” dedim. Bunun üzerine; “Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayın diye ricâda bulundu, o da Allah’tan başka hâtırımda bir şey kalmaz. Ya­nımda bir şey bırak ki, görünce hâtırıma gelsin buyurdu.” diye anlattıktan sonra, mübârek takyelerini bana verip: “Senin bana bırakacak bir şeyin yoktur. Bâri bu takyeyi sakla! Bunu gördüğün zaman beni hatırlarsın, beni hâtırladığın zaman yanında bulursun.” buyurdu. Ayrılırken; “Bu yol­culukta muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deşt-i Gülekî’yi gör! O evliyâullah- dandır.” buyurdu. Hâtırıma; “Ben Belh’e gidip, oradan vata­nıma varırım; Belh nerede, Deşt-i Gülek nerede?” diye geldi. Sonra Belh yolunu tut- tum. Ama öyle bir zarûret hâsıl oldu ki, yolum Deşt-i Gülek’e düştü. Haz- ret-i Hâce’nin işâreti aklıma gelip, şaştım kaldım.

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defâsında Buhâ- râ’da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleri ile soh­bet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn’e dönüp; “Sana ne söy­ler- sem, sözümü tutup söylediğimi yapar mısın?” dedi. Molla Necmeddîn, “Elbette yaparım efendim.” dedi. “Eğer bir günah işlemeni söylesem ya­par mısın? Meselâ hırsızlık yap desem yapar mısın?” dedi. Bunun üze­rine Molla Necmeddîn; “Mâzur görünüz efendim, hırsızlık yapamam.” dedi. “Mâdem ki bu hususdaki isteğimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket!” buyurdu. Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehşet içinde kalıp, olduğu yere düştü ve bayıldı. Orada bulunanlar Behâeddîn Buhârî haz­retlerine yalvarıp, onun affedilmesini istediler. Kabûl edip affetti. Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktı. Bundan sonra hep berâber o evden dışarı çıktılar, Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa doğru gittiler. Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev du­varı gösterip talebelerine dedi ki:

“Bu duvarı delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaş vardır. Onu alıp getirin.” Talebeleri bu emre uyup, duvarı yardılar. Kumaş dolu çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler. Sonra bir köşeye çekilip bir müddet otur­dular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, tale­besi Molla Necmeddîn’e; “Bir arkadaşınla gidip evin etrâfına bakın ne vardır?” dedi. Gidip baktılar ki, eve hırsızlar gelmiş, başka bir duvarı ya­rıp evde ne varsa almışlar. Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî hazretle­rine haber verdiler. Talebeler bu hâle şaştılar. Sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir oldukları eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldırdığı kumaş dolu çuvalı sâhibine gönderdi. Talebelerine; “Gece bu­radan geçerken, bu malınızı alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, bu malınızı hırsızlardan kurtardık.” demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine teslim ederek durumu anlattılar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn’e dönüp;

“Eğer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydın, sana çok sırlar açılacak ve çok şey kazanacaktın. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş.” dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptığına çok pişmân olup, yanıp yakındı.

Âlimlerden biri; Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ta­lebelerinden bir grupla Irak’a gitti. O anlatır: “Yolda Semnân şehrine va­rınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mübârek bir kimsenin bulundu­ğunu ve hocamızı çok sevenlerden olduğunu duyduk. Topluca onun zi­yâretine gidip, hocamıza bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki:

“Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Ya­nında heybetli bir zât vardı. Ben, Resûlullah’a tevâzu ve edeb ile yakla­şıp; “Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamânınızda ve huzûru­nuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz saâdeti kaçırdım, şimdi ne ya­payım?” diye arz ettim. Bana; “Bereketime ve beni görmek fazîletine ka­vuşmak istersen, Behâeddîn’e uy!” buyurdu. Sonra yanında duran mü­bârek zâtı işâret etti. Bundan önce Behâeddîn Buhârî’yi görmemiş idim. Uyanınca, ismini ve şeklini, şemâilini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nûrlu ve hey­betli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o si­mâyı hatırladım. Birden bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi toparlayınca, evime gelip şereflendirmesini ricâ ettim. Kabûl buyurdu. Kalktık, o önde ben arkalarında yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk kerâmet buydu. Çünkü o, bi­zim evin nerede olduğunu, daha önceden bilmiyordu. Doğruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini uzatıp bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve;

“Bu kitâbın üzerine ne yazdın?” buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüyâ orada yazılı idi. Bu kerâ­metlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsıl oldu. Kendime ge­lince, bana lutf ile mukâbele edip, beni talebeliğe kabûl buyurdu ve kapı­sında hizmet edenlerin saâdeti ile şereflendirdi.”

Buhârâ’da yetişen hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Behâeddîn Kışlakî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhı, ta­lebelerle dolar taşardı. Dergâhına gelenlere, eğer feyz ve bereketlere kavuşmak, Allahü teâlâ katında makbul bir zât olmak istiyorlarsa önce­likle nefsin arzularını terkedip tam bir ihlâs ve samîmiyetle hocasının hizmetinde olmanın ehemmiyetini anlatırdı. Bir defâsında, yeni gelen bir talebesine bu durumu îzâh etmek için; “Mutfakta bir derviş var. Git onu gör.” buyurdu. Bu yeni talebe mutfağa gittiğinde, sırtına odun yüklenip mutfağa taşıyan birisini gördü. Bu yeni talebe, böylece hafif ve ağır de­meden, ne hizmet varsa hemen el atmak îcâb ettiğini, büyüklere hizme­tin insana neler kazandıracağını anladı.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir gün talebeleri ile sohbet ederken onlara Behâeddîn Kışlakî hazretlerinin bu hâllerinden bahsettikten sonra buyurdular ki: “İhlâs ile sırf Allahü teâlânın rızâsı için bunca hizmetler edip, bu yolda nefislerini hiçe indirmiş nice insanlar vardır. Onların eriş­tikleri devlet başka hiç bir devletle mukâyese kabûl etmez. Siz hizmette bu dereceye ulaşamazsanız bile kabûl ve takdir ediniz ki, böyleleri mev­cuttur.

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) uzakta bulunan talebelerine mektup yazarak nasî- hatlarda bulunurdu. Bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: “Tasav­vuf yolunda bulunan talebe; hâllerini kontrol etmeli, Allahü teâlânın rızâ­sından başka her şeyi gönlünden uzak tutmalı, insanlarla fazla görüş­me- meli, Allahü teâlâyı anmaktan ve hatırlamaktan bir an uzak kalmama­lıdır. Zikre kendisini alıştırmalıdır. Böyle bir alışkanlığı zikir ile yakınlığı yoksa, Allahü teâlânın sevgisine kavuşamaz.”

Diğer bir mektubunda şöyle nasîhat etmektedir: “Bedenin selâmeti, sıhhati, az yemek; rûhun selâmeti, sıhhati, günâhları terk etmekte; dînin selâmeti, sıhhati ise Peygamber efendimize salât (hayır duâlar) getir­mektir.”

İstanbul’da yetişen velîlerden Beyzâde Mustafa Ahıskalı (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir gün talebelerinden birine şöyle buyurdular: “Allahü teâlâyı an. Allahü teâlâyı anmaktan gâfil olan ölü ve âmâdır, kör­dür. Allahü teâlâyı anmak kalbin cilâsıdır. Günahları temizler. Günahla­rından tövbe et. İlmihâl bilgilerini ihlâs ile öğren. Din büyüklerinin yolunda ol. Kalbini dalâletten, yanlış ve bozuk inanışlardan temizle. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdına yapış. Her zaman abdestli bulun. Farzları ve vâcip­leri yerine getir. Resûlullah efendimizin sünnetlerine yapışmakta çok gayretli ol. Dinde azîmetlere yapış, ruhsatlardan, zarûret sebebiyle izin verilen şeylerle amel etmekten uzak dur. Bid’atleri, dinde olmayıp, dîne sonra- dan ibâdet ve îtikâd olarak giren hurâfeleri terk et. Bozuk kimsele­rin yanına gitme. Kötü huylarını at. İyi, beğenilen huylarla bezen. Yumu­şak ve cömert ol. Câhillerle mücâdeleden yüz çevir. İnsanların faydası için yeryüzü gibi ol. İnsanlardan gelen eziyet ve sıkıntılara sabret.

Yine buyurdular ki: “Sâlik yâni Allahü teâlânın yolunda çalışıp ilerle­mek onun rızâsına ve muhabbetine, seâdet-i ebediyyeye kavuşmak iste­yen bir kimse, kendisini yetiştirecek bir rehber bulamadığı zaman acaba ne yapmalıdır? Kimden feyz alıp istifâde edebilir. Geçmiş evliyânın rûhâ- niyetinden nasıl istifâde edebilir? Ayrıca hayatta olup da kendileriyle gö- rüşüp, sohbetlerinde bulunmak mümkün olmayan büyük âlim ve velî­ler- den istifâde edip rüşd ve hidâyet feyzlerine kavuşmak mümkün mü­dür? Mümkün ise bu nasıl olur?” diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:

“Böyle bir sâlik, mürşid yol gösterici bulamadığı zaman, önce Ehl-i sünnet mezhebi üzere kitâb ve sünnetden yâni ahkâm-ı şer’iyyeden za­rûrî, lâzım olan din bilgilerini bu yolun büyük âlimlerinin ilmihâl, fıkıh ve akâid kitablarından öğrenmeli, evliyâ-yı kirâmın kitaplarını okuyup her şeyini her işini bunlara uydurmaya çalışmalıdır. Azîmet yolunu tutup, ruhsatlardan sakınmalıdır. Zarûret hâlinde ruhsatlar ile, yâni şerîatin izin verdiği bâzı şeyleri yapabilir. Îtikâd ve amel ile ilgili konularda her türlü bid’atlerden sakınmalı, haram ve mekruhları terketmelidir. Dîn-i İslâmda hiçbir eksiklik yoktur. Büyük âlimler bunu herkesin anlayacağı şekilde il­mihâl ve fıkıh kitaplarında îzâh ve beyân buyurmuşlardır. Her gün Kur’- ân-ı kerîmden bir mikdâr okumayı âdet edinmelidir. Yine her gün belli mikdâr da salâtü selâm getirmelidir. Böylece Resûlullah efendimizin mü- barek rûhâniyetine teveccüh ile şereflenmiş olur.

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle nasihat ederdi: “Eğer Allahü te- âlâya tâatta bulunamazsanız, hiç olmazsa oruç tutun. Karnınızı aç tut- maya ve acı çekmeğe önem verin. Çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir tâ- at yoktur. Peygamber ve velîlerin kalplerinden hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırmıştır. Allahü teâlâya ulaştıracak oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin duâlarına karşılık verilir ve kabûl edilir. O- rucun Allahü teâlâ katında büyük değer ve önemi vardır. Oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Bir kimse bütün kulluk vazîfelerini yerine ge­tirse, fakat mîdesini doldursa hiç bir yere ulaşamaz. Orucu gereğince tut- sa, başka kulluk vazîfelerinde kusur olsa bile, yine bir yere erişir. Oruca yavaş yavaş alışmak gerekir ki, sıhhate ziyan gelmesin, insanı işten alıkoymasın.”

Irak’ta yetişen büyük velîlerden Câkîr el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Irak’ta bulunan evliyânın büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seç­kin- lerinden, muhakkîk, araştırıcı âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamâ­nın- daki evliyâ içinde bir tâne olup, onların temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin, kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiştirdiği talebelerin hepsi, çok kıymetli mübârek zâtlardır. Kendisine; “Niye herkesi talebeliğe kabûl etmiyorsun?” denilince; “Bana talebe olmaya gelen herkesin is­mini, nasıl olduğunu, Levh-il-mahfûz’da görmedikçe, hiç kimseyi talebe­liğe alma- dım.” buyurdu.

Hindistan’da yetişen velîlerden Celâl Tehâniserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle buyururdu: “Âşıklar, keşf ve kerâmet konakla­rında durmak istemesinler. Daha yukarılara çıksınlar. Hiçbir şeye bağlı kalmasınlar. Her şeyden kesilerek ve uzaklaşarak, can çıkarcasına iler­lesinler. Bu da şöyle olur; ibâdetlere, zühde; dünyâya düşkün olmamaya ve riyâzete, nefsin isteklerine uymamaya dikkat etsinler. Bunları vesîle bilsinler. Az yemek yesinler, hattâ can çıkıncaya kadar uğraşsınlar. Öl­meden evvel ölüp, nefslerini tam ıslâh edip, Hakk’a kavuşsunlar. Kendini tasavvuf yolunda sananlar ve câhil sûfîler (câhil tarîkatçılar) bu hususta hatâya düşüyor ve doğru yoldan çıkıyorlar. Bundan Allahü teâlâya sığını­rız. Selef-i sâlihînden (radıyallahü anhüm ecmâîn) rivâyet edildi ki: “Usûlsüz vüsûl, kavuşma olmaz. Usûl; dînin emirlerine ve tasavvufta bulunduğu yola uymaktır.” Kur’ân-ı kerîm okumak ve din ilimleriyle meş­gûl olmak en iyi iştir.”

Celâl Tehâniserî hazretleri’nin talebelerinden birisi, birkaç sene onun sohbetlerinde bulunmasına rağmen, onda hiçbir mânevî hâl görülme­miş- ti. Bir gün Celâl Tehâniserî’nin sohbetinde bulunan bu talebe, kendi ken- dine; “Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ öyle bir zât idi ki, nazar ettiği kimse evli- yâlık mertebesine kavuşurdu. Bugün böyle bir zât yok.” diye aklından ge- çirdi. Celâl Tehâniserî onun bu düşüncesine, Allahü teâlânın izni ile vâkıf oldu. Onun bulunduğu tarafa bakarak; “Bugün de öyleleri vardır.” buyu- rup, bir kere ona baktılar. Talebe o anda evliyâlık mertebesine ka­vuştu ve kendinden geçti. Evliyâlıkta en yüksek dereceye kavuşan ta­lebe, kısa bir süre sonra vefât etti. Bunun üzerine Celâl Tehâniserî; “Herkesin bu işi kaldıracak gücü yoktur.” buyurdular.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; “Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değil­dir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, tale- belerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, her­kese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tav­siye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur.” buyurdu.

Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün ta­lebelerine; “Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği amel­ler, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlin­den yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, din- lediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Pey­gam- ber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sa­nata sâ- hib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzle- rinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sün- net yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyecek­lerdir.” bu- yurdular.

Mevlânâ hazretleri vefâtından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve; “Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardım­larda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âşikâr Allahü teâlâ- dan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşu- nuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şeh- veti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla otu­rup kalkmayınız. Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâ- ber olunuz. Ya hayır konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntıla­rına sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü te- âlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının netîcesi, Allahü teâlânın iz­niyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar.” buyurdu.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Celâleddîn Tebrîzî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine vasıyyetinde; “Benim size nasîha­tim, Allahü teâlâdan korkarak, O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmeniz­dir.” buyur- du.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin huzûruna zengin bir kimse gelip tövbe etti ve talebe­liğe kabûlünü istedi. Malını da fakirlere dağıttı. Bin altını kaldı. Cüneyd-i Bağdâdî; “Bu bin altını da Dicle nehrine at.” buyurdu. O kimse, Dicle ke­narına gidip altınları birer birer nehre attı. Geri döndüğünde Cüneyd-i Bağdâdî kendisine heybetle bakıp; “Niçin hepsini birden atmadın da birer birer sayarak attın? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var.” bu­yurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihâyet talebeliğe kabûl edildi.

Konya’da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn haz­retleri, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi ve vekîlidir. İsmi, Hasan bin Muhammed’dir. Nesebi, Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretlerine dayanır.

Mevlânâ’nın, Çelebi Hüsâmeddîn’e karşı îtibârı fevkalâde çok idi. Bir kış günü, sabahın erken saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhın kapısına gelmişti. Namaz vakti girmediği için kapı kapalıydı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn’in kapısının karşısında hizmet­kâr gibi el bağlayıp beklemeye başladı. Kar lapa lapa yağdıkça, Mevlâ- nâ’nın üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiğinde kapıyı açan Çe­lebi Hüsâmeddîn, karşısında karlar altında kalmış bir kimse gördü. Yak­laşıp dikkatle baktığında, hocası olduğunu anladı ve; “Cânım efendim! Bu ne hâldir ki, bu fakîrin kapısında karlar altında beklersiniz?” diyerek ayak- larına kapanıp özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak isteyip; “Ey Hüsâmeddîn! İşte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de hocasına o kadar bağlı olur.” buyurdu.

Çelebi Hüsâmeddîn, Mevlânâ hazretleri derse gelmediği zamanlar talebelere ders verir, onları irşâd eder, doğru yolu gösterir yetiştirirdi. Bâ- zıları; “Bu sonradan gelip, Arabîyi dahî bilmeyen kimseye nasıl böyle bir vazîfe verilir?” diye dedikodu yaptılar. Bir gece Çelebi Hüsâmeddîn rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz; “İlim deryâsında bir damla nasîbin olsun, bunu muhâfaza eyle de, sana düş­man olanların sözleri kesilsin.” buyurarak mübârek ağzının suyundan bir mikdâr Çelebi Hüsâmeddîn’in ağzına sürdüler. O andan îtibâren Arabî li­sânıyla konuşmaya başladı. O günden sonra hiç kimse böyle sözler söylemedi.

Hindistan’da yetişen çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Çırağ-ı Dehli Nasîruddîn Mahmûd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultanın memur- ların­dan olan bir talebesine şöyle buyurdular: “Bilmelisin ki, evindeki atla- rın, hizmetçilerin, dînarların ve dirhemlerin bir gün senden alınacak. O halde, ilâhî irâde ile elinden alınacak şeyler için niçin endişe ediyorsun? Onlar için endişe etmek faydasız değil mi? Ebedî olan şeyler için endişe etme­lisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiğini ve onlardan kaç tâne- sinin göçüp gittiğini iyice düşünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve biz- den önde gittiler.”

Nasîruddîn Mahmûd hazretlerinin vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasının yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek, hocasına şu şekilde arz etti: “Efendim! Talebeleriniz arasında kıymetliler vardır. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski âdet ve gelenekleri, şimdiye kadar olduğu gibi, devâm etmiş olur.” Bu teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn’den bu vazîfe için uygun bulduğu talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali, talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçerek hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra, Nasîrüddîn Mah- mûd; “Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiç bi­risi di- ğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar.” buyurdu. Bu açıkca, ve­rilen listeye hayır mânâsında bir cevaptı. Gerçekten öyle oldu. Hocasın­dan kendisine geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendi­sinde götürdü.

İskenderiye’de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir talebe, kendisine ilim ve edeb öğre- ten ve hakîkî âlim olan hocasına edep ve muhabbetle nazar edip bakın- ca, hak yoluna girmiş olur.”

Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine; “Yanıma teker teker gelin, toplu hâlde gelmeyin. Çünkü toplu geldiğinizde vaktinizi aranızda şuradan bu­radan konuşmakla geçirirsiniz. Fakat yalnız geldiğinizde, ya dersinizle meşgul olursunuz, yâhut Allahü teâlâyı anarsınız. Bunlar sizin için daha hayırlı- dır.” buyururdu.

Tâbiînden, âlim ve velî Ebû Abdurrahmân Sülemî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerinden ücret almaz, hediyelerini kabul etmez ve; “Biz Allahü teâlânın kitabını ücretle satmayız.” derdi. Âyet-i kerîmeleri beşer beşer okuturdu ve; “Bizim Kur’ân-ı kerîm öğrendiğimiz, kırâat dersi aldı­ğımız sahâbîler, okudukları on âyeti öğrenip bu âyet-i kerîmelerde buy- rulan hususlarla amel etmeden başka âyet okumazlardı. Bizden sonra gelenler, Kur’ân-ı kerîm okuyacaklar onu su gibi içecekler fakat Kur’ân-ı kerîm boğazlarından aşağıya inmeyecek.” buyururdu.

Hiçbir zorluk karşısında Kur’ân-ı kerîm okumayı ve kırâat derslerini ihmâl etmezdi.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine “Hocasına muhâlefet edenin hâli nicedir?” diye soran birisine; “Her kim hocasına kalbinden muhâlefet etmeye niyet etse, onunla aynı yolda bulunamaz. Verdiği sözü bozmuş olur. Bunun için tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdına saygısızlık edenler içinse tövbe yoktur.” buyurdu.

Ebû Ali Dekkâk hazretleri talebelerinin tâkat ve kudretine göre iş ve­rirdi. Bâzılarına ağır, bâzılarına hafif işler verirdi. “Niye böyle yapıyorsu­nuz.” denildikte; “Bir kimse bakkallık yapacaksa, ona bir ton sabun lâ­zım, yok eğer çamaşırlarımızı yıkıyacaksa, bir kilo sabun yeter.” derdi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebe­nin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söylediğini kalbin­den de reddetmemelidir.” Bununla ilgili şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü’l-Kâsım Gürgânî’ye bir rüyâmı anlattım ve ona; “Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı sordum.” dedim. Ho­cam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; “Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rü­yânda bana bu şekilde sormazdın.” dedi.

İran’da yaşayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle nasîhatta bulundular: “Allahü teâlâyı an­mak, O’nunla berâber olmak ve O’na ibâdet etmek husûsunda gayretli olunuz. Eğer bunu kendi kendinize başaramıyorsanız, O’nunla berâber olmak ve O’na ibâdet etmek husûsunda başarılı olan kimselerle yâni ve­lîlerle sohbet ediniz, birlikte olunuz. Bunların sohbetindeki bereket ve feyz, sizi azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yaklaştırır.”

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve dâmâdı Ebû Osman Hîrî Nişâbûrî anlatır: Nişâbûr’a ona talebe olmak için gitmiştim. Henüz çok gençtim. Yanına gittim. Bana; “Sen henüz gençsin, bizimle oturamazsın.” buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çıkarken arkamı dönerek gitmedim. Arka arka gi­derek çıktım. Kalbim ona çok ısınmıştı. Bir müddet sonra kapısına tekrar vardım, bekledim. Bir yere gidemiyordum. İçimden; “Şu kapının önünde bir çukur kazayım, içine gireyim, ondan çık artık emri gelinceye kadar orada durayım.” diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiştim. Sonra sadâkatımı anladı ve beni yanına çağırdı. Huzûruna aldı. Gönlümü hoş etti ve talebeliğe kabûl etti.”

İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Ebû İmrân (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) sultan olan babasının yanında yetişip büyüyünce, Allah yo­lunda bulunmayı, kendisini tasavvufa vermeyi saltanata tercih etti. Ba­bası ilk zamanlarda onun bu hâlini garip karşıladı. Daha sonra işinde kendisini serbest bıraktı. Ebû İmrân Mûsâ, talebe olmak üzere, Şeyh-ül-Magrib o- larak tanınan Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûruna vardı. Ebû Midyen buna; “Kime mensûbsun?” diye sordu. O da; “Sultan Ebû Ab- dullah’a.” dedi. “Nesebin (soyun) kime kadar ulaşır?” diye so­runca, “Mu- hammed bin Hanefiyye bin Ali bin Ebî Tâlib’e.” dedi. Ebû Mid­yen; “Fa- kîrlerin (tasavvuf yolunda bulunanların) yolu ile saltanat ve neseb (soy) asâleti bir arada bulunmaz.” dedi. O da; “Ey efendim! Siz şâhid olun ki şu andan îtibâren sizden başkasına bağlı bulunmayı terkettim. Başka şeylerin hepsinden ayrıldım. Soyumla anılmayı değil, sizinle anılmayı şe-ref kabûl ettim.” dedi.

Bunun üzerine Ebû Midyen hazretleri bunu talebeliğe kabûl etti. Gayret ve istîdâdının fazlalığı sebebiyle, kısa zamanda ilimde ve mânevî hâllerde yükselerek, o büyük zâtın talebelerinin önde gelenlerinden oldu.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâ bana; talebeleri­min hepsine ve beni sevenlere çok hayırlar vereceğini vâdetti.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz kı­larken hocasını yanında duruyor gördü. Namazdan sonra; “Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceğinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim.” dedi. Hocası Cüneyd; “O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfe­mizdir. Sen buna fazlasıyla lâyıksın.” buyurdu. Çünkü, sâdık talebe, ho­casını yanına çeker.

Nişâbur’da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde, hocası Osman Hîrî hazretleri’nin, Mu- hammed bin Fadl Belhî’yi medhettiğini işitmişti. Onu görme arzusuna düştü. Ziyâretine gitti. Fakat zannettiği gibi bulmadı. Hocasına döndü. Hocası ona; “O zâtı nasıl buldun?” deyince, o; “Zannettiğim gibi değil.” diye cevap verdi. Ebû Osman hazretleri ona; “Evlâdım! Sen onu küçüm­sedin. Bir kimse bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez. Hemen hürmetle ona dön!” buyurdu. Abdullah Râzî hatâsını anlayıp geri döndü. Ondan çok istifâdesi oldu.

Meşhûr velîlerden Ebü’l-Abbâs el-Harrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meşhur talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi’l-Mansûr şöyle anlatmıştır: “Hocam Mısır’da talebeleri yetiştirip insanlara rehberlik yap­tığında ben Fırat’ın öbür tarafında bir beldede idim. Babam, Melik Eş- ref’in vezîri idi. Mısır’a gittik. Bu sırada Melik, babamı vazîfeli olarak Mekke’ye gönderdi. Ben ise Ebü’l-Abbâs el-Harrâr hazretlerinin huzû­runa gittim. Henüz küçük idim. Yanımda velîlerden bahsedilince, hoca­mın sûreti karşımda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde bulundum. Du­rumum değişti. Sonra babamın Mekke’den döndüğü haberi geldi. Hocam ve halk onu karşılamaya çıktılar. Hocam bana babamı karşılamaya çık­mamı söyleyince; “Babam sizsiniz.” dedim. Sonra da karşılamaya çıktım.

Âilemdekiler beni görünce, tasavvufta ilerlemek için çalışmam sebe­biyle değişen hâlime bakıp ağladılar. Babam da ilk görüşte tanıyamadı. Büyük bir kalabalık onu karşılıyordu. Etrâfında askerler ve hizmetçiler vardı. Beni tanıyınca, dona kaldı. Hayretinden yüzü sarardı. Hâlime çok şaşmıştı. Sonra bir yerde konakladı. Bütün âile fertlerim etrâfında top­lanmıştı. Ben bir köşeye çekilip oturmuştum. Hocamdan ayrı kaldığım için, evinden, yurdundan ayrı bırakılmış bir esir gibi ağlıyordum. Babam bana hocamı bırakıp yanına dönmemi istedi, dönmediğim takdirde hap­sedeceğini söyledi. Hocam da babamın yanına dönmemi isteyince, çâ­resiz döndüm. Fakat hocamın ayrılığı bana çok ağır geldi. Beni neden gönderdi diye epey düşündüm. Sonra kalbime şöyle doğdu. Hocamın beni denemek için böyle yaptığını anladım. Babamla birlikte eve gelince, bir odaya kapandım. Hocam beni kabûl edip, çağırıncaya kadar hiçbir şey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni sormuş. Hâlimi söylemişler. Açlığımın ve susuzluğumun şiddetlen­diği bir sırada babam uykudan uyanmış ve benim için; “Ona söyleyin ho­casına gitsin. Hocası ne diyorsa yapsın.” demiş. Durumu bana ilettiler. “Benimle birlikte babam da gelmezse gitmem.” dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden çıkıp hocamın bulunduğu mes­cide gittik. Huzûruna varınca babam hocamın elini hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; “Efendim bu çocuk sizin evlâdınızdır. Teslim ediyo­rum dilediğinizi yapın.” dedi. Hocam; “Umarım ki Allahü teâlâ onun se­bebiyle size faydalar nasîb eder.” dedi. Sonra babam ayrılıp gitti. Ba­bamı ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taşıma vazîfesi verdi. Her gün bir ağaca bağlı iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalın ayak olarak taşırdım. Bu hâlimi görenler durumu babama bildirmişler. Babam; “Ben onu Allah için o zâta bıraktım. Allahü teâlâ onun mükâfâtını verir. Onun sebebiyle biz de nîmete kavuşuruz.” cevâbını vermiş. Daha sonra babam vefât etti.

Ebü’l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defâ­sında Şeyh Ebû Ahmed Endülüsî hazretlerinin sohbetine gitmiştik. Huzû­runa girdiğimizde yanında büyük bir kalabalık gördük. Sohbetinde halk­tan başka ileri gelen devlet adamları da toplanmıştı. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalık idik. İçeri girip oturunca, bize baktı ve; “Küçük çocuk muallime, öğretmene ders almaya gidince yazı levhasının silinmiş ve temiz olması lâzımdır. Eğer yazı yazılacak levhası, sayfası temiz ol­mazsa öğretmen nereye yazsın. Geldiği gibi döner gider.” dedi. Bir müd­det sohbete devâm etti ve bize tekrar bakıp; “Kim çeşitli suları içerse mi­zacı suların özelliklerine göre değişir. Tek bir suyu içerse mizacı saf ve duru olur, değişmez.” dedi.

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü’l-Ab- bâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hep ibâdetle meşgûl olurdu. Gündüzleri Kur’ân-ı kerîm okur, geceleri namaz kılardı. Babası doğuda sultan idi. Bir defâsında kendisine talebelerinden biri; “Ey efen­dim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri şeyleri söylüyor- sunuz. Hâlbuki peygamberler böyle şeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâl- leri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söyler­lerdi. Evliyânın nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasıdır. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?” dedi. Hocası ona dönüp tebessüm ederek; “Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteğimle değildir?” buyurdu.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mez­hebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatı­yor: “Küçük bir çocuk idim. Mektebe yeni başlamıştım. Bir defâsında, bir levhaya bâzı yazılar yazarken, yanıma bir kimse gelerek; “O beyaz lev­hayı karalama!” dedi. Ben de; “İş senin zannettiğin gibi değil. Ben buraya mühim şeyler yazıyorum. Asıl mühim olan, amel defterlerinin günah le­keleriyle karalanmamasıdır.” dedim.

Kuzey Afrika’da yetişen büyük velîlerden Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir defâsında Irak’a giderek buradaki âlimlerden Ebü’l-Feth Vâsıtî’nin sohbetlerinde bulundu. O sıralarda za­mânın en büyük velîsini arıyordu. Bir gün, Ebü’l-Feth Vâsıtî hazretleri ona dönerek; “Sen onu Irak’ta arıyorsun. Halbuki aradığın kimse, senin memleketindedir. Oraya dön, orada bulacaksın.” buyurunca, geri mem­leketine döndü.

Büyük velîlerden olan Şerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm İbn-i Me- şîş-i Hasenî hazretlerinin, aradığı zât olduğunu anladı. İbn-i Meşîş hazretleri, Rabat (Ribâte)’ deki bir dağda mağarada yaşamaktaydı. Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî, onun huzûruna çıkmak için, dağ eteğinde bulunan çeşmeden gusl abdesti aldı. Kendindeki bütün meziyetleri ve üstünlükleri unutarak, yâni tam bir boş kalb ve ihtiyaç ile huzûrlarına doğru yürüdü. İbn-i Meşîş hazretleri de mağaradan çıkmış, aynı şekilde ona doğru yü­rüyordu. Karşılaştıklarında hocası selâm verip, Resûlullah efendimize kadar uzanan nesebini tek tek saydıktan sonra ona: “Yâ Ali, bütün ilim ve amelinizden soyunarak tam bir ihtiyaç ile buraya çıktınız ve bizdeki dünyâ ve âhiret servet ve zenginliğini aldınız.” buyurdu. Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî diyor ki: “Onun bu hitâbından sonra, bende fevkalâde bir korku hâsıl oldu. Hak teâlâ kalb gözümü açıncaya kadar mübârek huzûrlarında oturdum. Sohbetlerine devâm ettim.” Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî, hocasının yüksek derecesini bildirirken şöyle buyurdu: “Bir gün hocamın huzûrunda oturuyordum. Kendi kendime; “Acaba hocam İsm-i âzamı biliyor mu?” dedim. Bu düşünce ile meşgûl iken dış kapıda bulunan oğulları, bana bakıp; “Ey Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî, şeref ve îtibâr, İsm-i âzamı bilmekle de­ğil, belki İsm-i âzama mazhâr olmakladır.” dedi.

Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri talebelerine nasihat ederek buyurdu ki: “Yolumuzun esâsı beş şeydir: 1) Gizli ve âşikâr, her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her hal ve ibâdetinde, Peygamberimi­zin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) göster­diği doğru yola uyup, bid’at ve sapıklıklardan sakınmak. 3) Bollukta ve darlıkta, insanlardan bir şey beklememek. 4) Aza ve çoğa râzı olmak. 5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ı Hakk’a sığınmak.”

“Bizim yolumuzda olan talebe, din kardeşlerini, arkadaşlarını, son derece merhametle gözetmeli, onlara son derece hürmet etmelidir. İçle­rinden birini kendisine sohbet arkadaşı seçmeli, bu arkadaş, gaflete düştüğünde, seni uyandırmalı, ibâdette tenbelliğe düştüğünde seni he­veslendirmeli, âciz kaldığın yerde sana yardım etmeli ve sen doğru yol­dan kaydıkça seni doğru yola çekmeli. Sana nasihat vermeli, kötü hare­kette bulunduğunda veya bir günah işlediğinde sana uymayıp vaz geçi­rebilecek vasıflarda olmalıdır. Arkadaşlarına gelebilecek eziyetlere mâni olmalısın. Güzel ahlâk edinip, şefkat ve merhamet üzere bulunmalısın. Hak teâlâya, itâat ve ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sımsıkı sarılmalısın. Lüzumsuz şeylerle gözü meşgûl edip, gönlü dağıtmamalı­sın. Zîrâ bu, insandaki şehvet kuvvetini arttırır.”

Mısır’ın büyük velîlerinden Ebüssü’ûd Ebü’l-Aşâir el-Bâzinî (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şöyle buyururdu: “Allahü teâlânın rızâsını kazanmak isteyen bir tâlib için, işlerini sağlam temel üzerine kuracağı dört esas vardır: 1- Dili, tam bir gönül huzûru içinde Allahü teâlâyı zikirle meşgûl etmek, 2- Kalbi, dâimâ Allahü teâlâyı murâ­kabe hâlinde bulundurmak, 3- Nefsin günah olan arzularına karşı, Allahü teâlânın rızâsını düşünerek muhâlefet etmek, 4- Allahü teâlâya tam kul­luk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalp; saf, berrâk bir hâle gelir.”

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden, Şeyhülislâm Molla Fe- nârî icâzet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emîr Sultan hazretleri bir talebe­sini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vâz vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip vâzı dinliyeyim, Şeyhü­lislâmın hayır duâsını alayım.” diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemâatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat, dışa- rıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülis­lâm, murâkabeye daldı. Sonra cemâate dönüp; “İçinizde Emîr Sultan’ın hizmeti ile emr olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek.” dedi. Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emîr Sultan’ın huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan başını kaldırıp, sâdece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emîr Sultan ona; “Ey oğlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkala­rından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nîmetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona suâl sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşekliktir.” buyurdu.

Anadolu’da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde vakit ilk bahar olduğu için çiçekler yeni açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; “Biraz menekşe toplayıp, getirin.” buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe toplayıp, hocalarına getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna elindeki bir menekşe ile vardı. Hüseyin Hamevî; “Rûmî, misâfir olduğun için menekşenin yerini bulamadın herhalde.” de­yince, o; “Sultanım hangi menekşeyi koparmak istedimse; “Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayırma.” diye söyledi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp ge­tirdim.” dedi. Bu sözleri işiten diğer talebeler onun üstünlüğünü bir kere daha anlamış oldular ve düşüncelerinden tövbe ettiler.

Doğu Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Cezire’de ilim tahsîli ile meşgûl olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire’ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van’a uğradı. Van’da bulunduğu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri de Nehrî’den Van’a gel­mişti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbından olan amcası Sey- yid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Tâhâ’ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, ta­savvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldı. Van vâlisi ve halkı Van’da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; “Nehri’ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalırım.” bu­yurdu. Van’da kalmak istediğini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, bu­yurdu ki: “Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dûn-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van’ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âle­minden mâlûmata göre sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdedi- yor] vâsıtasıyla, Van’ın irşâdı geçici olarak mümkündür. O zâtın hayatta olup olmadığını bilmiyorum.” buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî haz- retleri; “O zât amcamın oğludur. Cezire’de ilim tahsîli ile meşgûl, ilim ve irfânla meşhûrdur.” dedi. Seyyid Tâhâ; “Bir başka gelişinde o zâtı muhakkak bana getir.” diye emir buyurdu.

Seyyid Sıbgatullah hazretleri, hocasını ikinci defâ ziyârete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvâsî’yi de Nehri’ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamânı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid Sıbgatullah ve yanındakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldığını görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim’in kalmasını münâsip gördü ve; “O burada kalsın.” buyurdu. Seyyid Tâ- hâ’nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; “Başkalarının altı ayda aldığı me­sâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı.” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Şerîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işâret ederek yanına çağırdı. O da yanına ge­lince; “Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kita­bını okumalısın.” buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; “Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz.” diye arz edince, kendi kitabını hediye etti. Muş’un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde Molla Resûl Sibkî ismindeki bü­yük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrılırken; “Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin tâkibi esnâsında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İn- şâallah derhal müşkilini hallederim.” buyurdu.

Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânın Doğu Anadolu’daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî’nin huzûruna vardı. Molla Resûl; “Ben Arvas âilesin­den birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas’ta Molla Resûl Zekî’den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı.” dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl’den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim’in talebelerinden Molla Hâlid’e; “Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?” diye sordu. Molla Hâlid de; “Evet ben başlangıçtan beri bu zâtın yanında okuyor­dum. Bir zaman hocalarına çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat Nehri’den döndükten sonra ne hikmetse suâl sor­mayı terk etti. İlim öğrenmedeki kâbiliyetine gelince: “Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim.” diye arz etti.

Bir gün Molla Resûl’den Mutavvel’i okurken hocasına; “Burayı anla­yamadım.” dedi. Molla Resûl tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadığını söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; “Bugün yoruldum, yarın anlatırım.” dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliği yine açıkla­yamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin; “Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla.” sözünü hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meşgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapa­yıp, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim’in önüne açtı. Mu- tavvel’in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim me- rakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resûl’ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resûl’den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek oku- du. Molla Resûl bunu işitince; “Mânâ şimdi anlaşıldı.” dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resûl; “Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fa- kat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi.” dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mür- şidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resûl; “Îmândan sonra küfür yoktur.” diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî’nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; “Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor.” buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim’le birlikte gelen Molla Resûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbe­tine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluğa e- rişip, zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl’e hilâfet vererek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.

Hocası ve mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ haz­retlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış ta­rafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalışırdı. Hattâ bir defâ­sında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapı­nın dışında uzandı. Mübârek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şid­detli yağan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Tâhâ haz­retleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim’in sırtına bastı. Seyyid Fe- him hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde sey- yidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz.” bu- yurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; “Bu ilimden bütün istifâdem, haz- retinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arı­yorum.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu ku­cakladı, gecenin karanlığında cihânı aydınlatacak mânevî nûrları ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim (kuddise sirruh) , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle şereflenme zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna çağırdı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; “Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna lâyık değilim.” deyip çekingen dav­randı. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Bu bir emr-i ihtiyârî, isteğe bağlı bir iş de­ğil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iştir.” buyurdu. Memleketi olan Arvas’a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzûruna çağırdı, kitapla­rın içindeki mektuplarını kendisine göstererek; “Bu ihlâs ve muhabbet si­zin değil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfe­tiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafından tas­dik buyrulmuş ve bütün sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz.” bu­yurdu.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmeye teşvik eder, niyetin hâlis olmasının önemini belirtir, bu hususta; “İlim tahsîli doğru bir niyet ve temiz bir gâye ile olursa, bundan daha yüksek amel olmaz. Fakat çokları ilmi, gereğini yapmak için tahsîl etmiyor. Bilakis ilmi dünyâlık elde etmek için bir ağ gibi kullanıyor.” bu­yurdular.

Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Gamrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine talebe olmak isteyeni, kendi başına sormadan iş yapmıyacağına dâir söz aldıktan sonra talebeliğe kabûl ederdi. Bundan sonra talebe her işinde, her hareketinde tamâmen hocasına tâbi olurdu. Kendi istek ve arzuları kalmaz, hocasının dedikle­rine uygun yaşardı.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî hazretleri, Hâ- ce Hacı Şerîf Zendenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden edep ve ilim öğrendi. Osman Hârûnî, ilk defâ hocasının huzûruna gelip tövbe e- dince, hocası ona; “Şu dört şeyi terk etmelisin: 1) Dünyâyı ve dünyâ eh- lini, 2) Arzularını ve hırslarını, 3) Nefsin neyi hatırlayıp isterse onu, 4) Allahü teâlâyı zikretmek için, gece uykuyu. Netice olarak Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmelisin. Herkesi kendinden iyi bil ki, hepsinden iyi olasın. Tevâzu sâhibi ve alçak gönüllü ol ki, evliyâlık makâmına ulaşa­sın. Böyle olmayanın bizim yolumuzla ilgisi yoktur.” buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisi olan Hâcegî Muhammed Emkenegî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hakkında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir mektûbunda şöyle buyurmuştur: “Hâcegî Emkenegî kuddise sirruh Hak âşıklarını hakîkî mahbûba kavuşturmak için sıkıntılara katlanarak ve zâ- hiren kırıklık içerisinde senelerce rehberlik yaptı. Bir gün talebelerinin bir kısmı ile dikenlik bir yerden geçiyorlardı. Bir talebesinin ayakları yalın idi. Hemen her adımda bir diken batıyordu. İçinden gizlice âh çekiyor ve a- yağını da hocasının İzinden ayırmıyor, tâkib ediyordu. Hocası Emkene- gî hazretleri onun bu hâli üzerine iltifât edip; “Kardeşim ayağa elem dike- ni batmadıkça, murâd gülü açılmaz.” buyurdu. Bu söz üzerine talebenin gönlü pek ziyâde hoşnûd oldu…”

Konya’da yetişen velîlerinden Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün Konya’nın yakın köylerin­den fakir bir genç okumak için Konya’ya gelip İmâm-Hatip Okuluna kay­doldu. Konya’ya gelirken annesi bir miktar yiyecek koymuştu. Okulun açıldığı ilk gün Kâdı İzzeddîn Câmiinde akşam namazı kılan genç, mah­zun mahzun duruyordu. Bunu fark eden bir zât onun yanına yaklaşıp kim olduğunu, ne için geldiğini sordu. Genç; “Okumak için geldim. İmâm-Ha­tîbe kay- doldum. Fakat yatacak yerim yok.” dedi. O zât, o genci yanına alarak hemen arka mahallede bulunan ve imâmı olmadığı için aylardır kapalı duran mahalle mescidine götürdü. Mescidin küçük bir imâm evi vardı. O zât; “İstersen burada kalabilirsin. Senden sâdece burada imâm­lık yap- manı istiyorum.” dedi. O genç kabûl etti.

Kısa süre sonra köyünden getirdiği yiyecekler bitti. Birkaç gün aç ka- lınca, köye gitmek için hazırlandı. Tam bu sırada yaşlı bir zât kapıyı çal- dı. Mescidin İmâm-Hatip okuluna giden, imâmının kendisi olup olma­dığını sordu. O da evet cevâbını verince; “Al yavrum bunu sana Hacı Ve- yiszâde Hoca gönderdi. Selamı vardır. Dersine devâm etmeni, ye’se ka- pılmamanı, maddî endişeden uzak olmanı, sana yeterince yardımda bu- lunacağını söyledi.” dedi ve oradan ayrılı.

Genç merakla avucunu açınca elinde fazla miktarda paraları gördü. Bu para ona bir aydan fazla yeterdi. Her ay o zât gelip para verirdi. Genç kendisine para gönderen şahsı tanımak istedi. Hacı Veyiszâde’nin Azî­ziye Câmiinde imâmlık yaptığını öğrenince, elini öpmek ve teşekkür et­mek için câmiye gitti. Duâdan sonra odasına gitmekte olan Hacı Veyis- zâde gencin yanında durdu. Genç gayri ihtiyârî ayağa kalkarak, hemen elini öptü. Hoca Efendi kulağına eğilerek; “Derslerine devâm et. Sıkıntıya düşmekten korkma.” dedikten sonra odasına gitti. Gence yar­dımları u- zun süre devâm etti.

Türkistan evliyâsının büyüklerinden Hakîm Süleymân Ata (rahme- tullahi teâlâ aleyh) daha küçük bir çocukken hocaların huzûruna vardı. Kur’ân-ı kerîm dersleri almaya başladı. Kur’ân-ı kerîmi boynuna asmaz, eliyle başı üstünde tutarak hürmetle taşırdı. Allahü teâlânın ke­lâmı olan Kur’ân-ı kerîme çok hürmet gösteren bu küçücük çocuk, oku­tulduğu mektebe sırtını da dönmezdi. Yüzünü mektebe, arkasını eve dönmüş o- larak eve kadar giderdi. Bir gün Ahmed Yesevî hazretleri, onun bu hâlini gördü. Çok hoşuna gitti. Hocasının ve annesinin rızâsıyla Sü­leymân’ı Kur’ân-ı kerîm öğretmek için yanına aldı. On beş yaşına ge­lince, Ahmed Yesevî hazretlerine tam talebe oldu.

Bir gün Hızır aleyhisselâm, Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin ya­nı- na geldi. Ahmed Yesevî hazretleri, aralarında Süleymân’ın da bulun­duğu birkaç çocuğu odun getirmeleri için gönderdi. Odunları toplayıp dö­necekleri sırada, yağmur yağmaya başladı. Odunların hepsi ıslandı. Yal­nız elbisesiyle odunları örttüğü için Süleymân’ın getirdiği odunlar kuru kaldı. O kuru odunlarla, diğerleri de tutuştu. Hızır aleyhisselâm, odunla­rın niçin ıslanmadığını sordu, o da, elbisesiyle örttüğünü söyledi. Bu ce­vap Hızır aleyhisselâmın çok hoşuna gitti. Süleymân’a; “Bundan sonra adın Hakîm olsun!” dedi. Sonra ona hayır duâda bulundu. Hakîm Süley­mân’ın içi, birden nûra gark oldu. Hızır aleyhisselâm, onun feyzinden di­ğer insanların da istifâde etmesini emir buyurunca, hikmetler (manzû­meler) söylemeye başladı. Ahmed Yesevî hazretlerinden duyduklarını, şiirlerle diğer insanlara aktardı.

Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İçinden çıkamadığınız mevzû­larda, âlim- lere gidip sorunuz. Onlardan istifâde edebilmeniz için; kendi­nizi hiç kabûl edip, câhil olduğunuzu söyleyerek, samîmiyet, tertemiz bir kalb ve edeb ile gitmeniz lâzımdır.”

Talebeleri sıdk ve ihlâs kazanmaya çalışırlar, farzlara çok dikkat e- derlerdi, İbâdetleri, hayrâtı, sünnetleri, nâfile ibâdetleri çok yaparlardı. Ri- yâya, gösterişe yakalanmaktan çok korktukları için ibâdetlerini gizler­ler, görünmesinden korkarlardı. Herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davra- nıp, iyilik ederlerdi. Dünyâya düşkün değillerdi.

Harrân’da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerin­den Hayât bin Kays el-Harrânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnet­lere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”

“Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dün­yâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir.”

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: “Edeb ve tasavvuf yolunu öğ­ren- meye başladığımız zaman, beni bir takım hâller kapladı. Bunları ho­cama haber verince, beni konuşmaktan men ediyordu. Yanında bir kamçı var- dı. Bana; “Bu mevzuda konuştuğun zaman, seni bu kamçı ile döverim.” buyurdu. Hocam bana, devamlı hayırlı amel işlemeyi emredi­yor ve; “Sahib olduğun bu hâllerin hiç birine rağbet etme.” diyordu. Ho­camın ya- nında bulunduğum müddetçe buyurduğu gibi davrandım. Bâzı geceler hocamın yanında kalıyordum. Âmâ bir annem vardı ve benden başka hizmet edecek kimsesi yoktu. Bir akşam hocamdan, annemin ya­nına git- mek için izin istedim. Bana izin verdi ve; “Bu gece, sana hayret verici bir iş olacak. Sakın ondan korkma.” buyurdu. Yolda giderken bir­den semâ tarafından bir ses duydum. Başımı kaldırdım, baktığımda, zin­cir şeklinde bir nûr vardı. Bu nûr sırtıma dokundu. Sırtımda soğukluğunu hissettim. Sonra hocamın yanına dönerek, olup biteni anlattım. Hocam; “Elham- dülillah!” dedi ve beni alnımdan öptü. Sonra; “Yavrum, senin üze­rindeki nîmet tamâm oldu. Bu nûr silsilesinin ne olduğunu biliyor mu­sun?” bu- yurdu. Ben “Hayır!” cevâbını verdim. Bunun üzerine; “Bu nur­dan zincir, Resûlullah efendimizin sünnetidir.” buyurdu. Bu hâdiseden sonra ho- cam, daha önce bana yasakladığı hâllerle ilgili hususta konuş­mama izin verdi.”

İbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî şöyle anlatır: “Babam Şam’da vefât et- tiği zaman, talebeleri bana; “Sen, Seyyid Ahmed hazretlerinden icâzet, diploma getirmeden babanın yerine geçemezsin.” dediler. Bunun üzeri- ne, Seyyid Ahmed’den icâzet almak için Betâih’e gitmek üzere yola çık- tım. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis’e geldiğimde, Ebû Bekr bin Kav- vâm’ı ziyâret ettim. Bana izzet ve ikrâmda bulundu ve nereden geldiğimi ve niçin Betâih’e gideceğimi sordu. Sonra; “Oradaki Seyyid Ahmed’den icâzeti kolayca alırsın.” dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih’e vardı- ğım zaman, Seyyid Ahmed’in huzûruna çıktım. Durumu anlattım. Bana zorluk çıkarmadan, icâzetnâme ile bir de seccâde verdi. Şam’a geri dö- nerken, yolda kalbim İbn-i Kavvâm’ın sevgisi ile doldu. Kendi kendime; “Gidip Ebû Bekr bin Kavvâm’a talebe olayım.” diye düşünerek, icâzetnâ- memi nehire attım ve doğruca onun dergâhına çıktım. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; “Yâ İbrâhim, sen benim talebemsin.” Bu- yurdu. Orada bulunan­lar sebebini sordular. O da; “Yüzüne bakın.” De- yince, hepsi benim yü­züme baktılar. “Ne görüyorsunuz?” diye sorunca; “İki gözünün arasında hilâlden bir nûr görüyoruz.” dediler. Bunun üzerine o; “O nûr, benim tale­belerimin işâretidir.” buyurdu. Bundan sonra ona bağlı bir talebe oldum ve ondan ders aldım.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Hoca hakkı soruldukta; “Talebe, hocasın- dan müsâade almadan konuşmamalıdır. Eğer hocası orada hazır değil- se, manevî olarak ondan izin istemelidir. Zîrâ her bakımdan rehberi olan hocası, talebesinin bu gibi şeylere riâyet ettiğini gördüğünde onu çok se- ver, kısa zamanda hedefe ulaştırır.” buyurdu.

Bir talebesi kendisinden nasîhat istedi. O zaman; “Uygun olmayan yerlere gitmekten çok sakın, oralara girip çıkanlara da dikkat et. Müslü­man kardeşinden yersiz bir şey görürsen, ona iyi muâmele etmeye gay­ret et, iyi geçin. Onun durumuna düşmekten pek sakın. Senin en iyi, en yakın dostun; özü, sözü doğru olandır. O böyle kaldığı müddetçe, onu koru.” buyurdular.

“Allahü teâlâya muhabbet edip, muhabbete vesîle olursan, yerdeki­ler ve göktekiler de sana muhabbet eder. Allahü teâlâya itâat et ki, yer­dekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allahü teâlâya itâat et ki, insanlar ve cinler de sana itâat etsin. Cenab-ı Hakk’a muhabbet ve itâat edene, Allahü teâlâ ikrâmlarda, ihsânlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine âmâde olur.” buyurdu.

Ömrünün sonlarına doğru, talebelerinin büyüklerinden birine; “Ezher Câmiinde ders vermekle meşgûl bulunan kardeşim Mûsâ Desûkî’ye git. Selâmımı söyle ve zâhirinden önce bâtınını, kalbini temizlesin. Gurûr, ki­bir, hased, ucb gibi bütün kötü huylardan kalbini muhafaza etsin.” bu­yurdu. Talebe derhâl yola çıkıp, hocasının emrini kardeşine ulaştırdı. Kardeşi o anda ders veriyordu. Dersini yarıda bırakıp, süratle İbrâhim Desûkî hazretlerine gitti. Fakat ağabeyinin, seccade üzerinde Allahü teâ- lânın rahmetine kavuştuğunu gördü.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Desûkî hazretleri, talebesi olmak iste­yen birine; “Ey oğlum, tövbe etmek istersen, bu hususta lâübâli olma. Tövbeyi oyuncak sanma, yalnız dil ile “Tövbe ettim yâ Rabbî!” demek yetmez, hem dil ile tövbe etmeli, hem de haramları ve yasak olan şeyleri yapmamalıdır. Tövbe nasıl olur bilir misin? Kulun, kalbini Allah’dan baş- ka bir şey ile meşgûl etmemesi, tövbe etmesi ile olur. Bu hâsıl olursa, tövbe makbuldür.” buyurdu.

“Ey talebelerim! Bizim yolumuzun esâsı, zarûrî olan ile yetinmektir. Sonsuz saâdeti arzu ediyorsanız, Allahü teâlâdan başkasına muhtac ol­mamayı beğeniniz.

Yine talebelerine; “Hak teâlâ neyi emir buyurmuşsa onu işlemenizi, neden nehy etmişse yasak etmişse ondan kaçınmanızı istiyorum.”

“İlim, kulluğun gerçek mânâsını anlamak ve Hakk’a tam kulluk et­mek içindir.”

“Gıybet; yalancıların meyvesi, fâsıkların ziyâfeti, kadınların sakızı­dır.” buyurdu.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Desûkî hazretleri son günlerinde tale­belerine; “Ey evlatlarım! Ömrünüz her geçen gün azalmakta, eceliniz yaklaşmaktadır. Bir gün bu üzerinde yaşadığınız dünyâ dürülecek, kıyâ­met kopacaktır. Hergün amel defterinizi hayırlı işlerle doldurmaya bakı­nız. Böyle yapanlara müjdeler olsun. Amel defterlerini, yasaklardan kaç- mayarak günahlarla dolduranlara da yazıklar olsun. Vakitlerinizi isrâf etmeyiniz. Zamanlarınızı boşa geçirmeyip değerlendiriniz. Yoksa pişmân olursunuz. Duânızın kabûl olmasını istiyorsanız, helâlden yiyiniz ve müslüman kardeşlerinizin hakkında yersiz söz etmekten dilinizi tutunuz.” nasîhati oldu.

Hindistan’da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden ol- mayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizme­tine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip; “Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim” diye düşün­düm. O gece rüyâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rab- bânî hazretleri ise karşı sâhildeydi. Huzûruna kavuşmak istiyor­dum. Bana; “Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın.” buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim zikretmeye başladı. Uykudan uyandım, kalbim artık zikre­diyordu. “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulun- madan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim. Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördü- ğüm rüyâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzet- tim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam bu- dur. Buna devâm et” buyurdular.”

Büyük velîlerden İzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman talebelerine; “Hak yolun yolcusu olmak isteyen, kalbiyle hocasına bağlanmalı. Hocası ve derviş arkadaşlarından başkasıyla konuşmamalı, hallerini hocasından başkasına anlatmamalı.” buyurdular.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurdular: “Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhis- selâmın yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan başka olan şey­leri kal- binden çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kal­binde vatanının, hısım ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere ra­hat ra- hat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkar­ken, bir işle uğraşan kimseyi gazâya götürmedi. Meşhûr sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulma- sına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ dînî meselelerde ya­nılır. Çün- kü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalır- sın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yo- la çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.

Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içeri­sinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile bahçe­lerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve ba­kım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid haz­retlerinin, Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ta­lebe olması şöyle oldu: Memleketi olan Semerkand’da kalıp ilim tahsîl et- tikten sonra daha fazla ilim öğrenmek için Şeyh Nîmetullah adında bir i- lim talebesiyle Semerkand’dan Hirat’a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müd­det kaldılar. Onlar buradayken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri köyü teşrif ettiler. Bir ikindi vakti Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin ziyâretine gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona; “Sen nerelisin?” diye sorunca, Mu- hammed Zâhid; “Semerkandlıyım.” dedi. Daha sonra Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sı­rasın- da Muhammed Zâhid’in kalbinden ve hâtırından geçenleri bir bir saydı. Hirat’a gitmek üzere yola çıkışının sebebini söyledi. Bunun üze­rine Mu- hammed Zâhid’in kalbine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı sevgi ve bağlılık hisleri kuvvetlendi. Kalbi ona tutuldu. Ubeydullah-ı Ahrâr haz- retleri ona; “Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolay­dır.” buyurdu. Fakat Muhammed Zâhid’in Hirat’a gitme arzusu devâm ediyor- du. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun kalbinden geçen bu düşün­ceyi de keşf edip yanına doğru yaklaştı ve; “Hirat’a gitmekten maksadı­nız nedir? Söyle bana ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufta mı yetişmek istiyorsu- nuz?” buyurdu. Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretle­rinin hey- betinden dehşete kapıldı ve sustu. Yanındaki yol arkadaşı; “Onun asıl maksadı Hirat’a gidip tasavvuf yoluna girmektir. İlim öğren­meye gidiyo- rum demesi bu maksadını gizlemek içindir.” diye cevap verdi. Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretleri tebessüm etti ve; “Eğer böyle ise çok iyi ve güzel- dir.” buyurdu. Sonra alıp bahçesine götürdü. İnsanların gö­zünden kaybo- luncaya kadar birlikte yürüdüler. Sonra durup Muhammed Zâhid’in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; “Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin.” buyurdu. Cebinden bir kâğıt çıkarıp o- kuduktan sonra katladı ve Muhammed Zâhid’e verdi. Bu kâğıtta şöyle yazılıydı: “Bunu iyi muhâfaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huşû ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın âcizliği yazılıdır. Bu saâdet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve onun resûlü Seyyidü’l-evvelîn vel-âhirî- ne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resûlullah efen- dimize tâbi olmak sûretiyle mârifet-i ilâhiyyeye kavuşa­sın. Kötü din a- damlarından uzak dur. Çünkü onlar dîni dünyâ malı top­lamak ve maka-ma, mevkiye kavuşmak için âlet ederler. Helâl haram ayırmadan buldu-ğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan câhil ve sapık tarîkatçı-lardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet îtikâdına uymayan sa­pık kimselerden de uzak ol.” Mektubu verdikten sonra Fâtiha-i şerîfe okudu. Muhammed Zâhid’e Hirat’a gitmek üzere izin verdi. Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî’ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid’e yardımcı olunması ve korunması yazılıydı. Bu hare­ketleri gören Muhammed Zâhid’in kalbini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı muhabbet ve bağ- lılık kapladı. Fakat bir türlü Hirat’a gitme azmin­den de vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı. Bu sebeple Muhammed Zâhid yol almaktan âciz kaldı. Buhârâ’ya 36 km ka- dar mesâfe kaldığı sırada Muhammed Zâhid şiddetli bir göz ağrısına tu- tuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de Humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devâm ederse helâk olacağını anladı. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzûruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Geri döndü. Taş- kent’e vardığı zaman kitapları ile binek hayvanını bir arkadaşına emânet bıraktı. Bu sırada Taşkent’te bulunan bir şeyhin talebelerinden biriyle karşılaştı. Ona; “Gel berâberce senin hocanı ziyâ­rete gidelim.” dedi. O kimse Muhammed Zâhid’e; “Binek hayvanın ve ki­tapların nerede?” diye sorunca; “Bir arkadaşıma emânet bıraktım.” dedi. O kimse; “Git onları getir. Benim eve bırak sonra berâberce ziyârete gi­deriz.” dedi. Muham- med Zâhid hayvanını ve kitaplarını almak için gider­ken birisi ona gelip; “Hayvanın ve eşyâların kayboldu.” dedi. Muhammed Zâhid hayret edip düşünceli olarak giderken; “Herhalde ziyâretine gitme­diğim için Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretleri bana kırıldı. Bu sebeple bineğim ve eşyâlarım kay- boldu.” diye kalbinden geçirdi. Bineğini ve eşyâlarını aramaktan vaz ge- çip her şeyden önce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini zi­yâret etmeye karar verdi. Tam bu sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyâların bulundu.” dedi. Binek hayvanını ve eşyâlarını emânet bıraktığı kimse gelip; “Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda onu bir yere bağ- ladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım fakat bulama- dım. Üzgün üzgün geri dönüyordum, bir de ne göreyim, hayvan sokak ortasında insanlar arasında üzerindeki eşyâ ile beraber duruyor. Hayret ettim. O kadar kalabalık arasında ona kimse dokunma­mıştı.” Muham- med Zâhid binek hayvanını ve eşyalarını alıp Semerkant’a Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzûruna gitti. Huzûra varınca, Muhammed Zâhid’e bakıp tebessüm etti ve; “Hoş geldin.” buyurdular.

Büyük velîlerden Kâsım Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin talebelerinden biri Allahü teâlânın en sevgili kullarından sayılan bir kutup görmek arzu ederdi. Kâsım Çelebi onun bu arzusunu anlayınca ta- lebeyi bir iş sebebiyle Bursa’ya gönderdi. Talebe, deniz yoluyla gider­ken fırtına çıktı. Nasıl olduğunu anlamadan kendisini bir adanın orta­sında buldu. Adada yalnız başına dolaşmaya başladı. Netîcede çimenlik bir ye- re oturdu. Etrafta kimsecikler yoktu. Akşama kadar oralarda kaldı. Ak- şam olunca adanın herbir tarafından yedi kişinin kendisine doğru gel­diğini gördü. Bir ara aralarında bâzı şeyler konuştular. İçlerinden birinin yüzü örtülüydü. Sonra cemâat hâlinde akşam namazını edâ ettiler. Yüzü örtülüleri imâm olmuştu. Daha sonra herbiri geri dönüp geldikleri tarafa gitmek için yola koyuldular. Talebe, onların yanından ayrıldıklarını gö­rün- ce feryâd etti. Bunun üzerine yüzü örtülü olan, o talebeye dönüp; “Oğ- lum! Niçin hocan ile kanâat etmeyip başka kimse ararsın. İçinden kutup görme arzusunu çıkar.” dedi. Talebe şaşkınlıkla; “Peki efendim.” deyip tövbe etti. Yüzü örtülü olana dikkatlice baktığında onun kendi ho­cası Kâ- sım Çelebi olduğunu anladı. Kâsım Çelebi talebesine tebes­sümle; “Sen arkadan gelirsin. Bizim acele işimiz var.” buyurdu ve ayrıldı. O talebe kırk gün sonra İstanbul’a döndü. Dergâha geldiğinde hocasının vefât et- tiğini gördü.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine nasîhat ederek, buyurdular ki: “Ey kardeşlerim! Size dört nasîhatım var­dır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kıldı isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur’ân-ı kerîm öğrenip, okumaya devâm ederek emir ve ya­saklarını gözetiniz. Bir misâfir geldi- ğinde evinizde ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbiri­nizle muhabbetli olunuz. Sakın düş- manlık edip nifâka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düşer parçalanır- sınız.”

“Bu iki parmağımın yanyana durması gibi îmân ve muhabbet birlik­tedir. Allahü teâlânın rızâsı için her ikisi de mutlaka lâzımdır. Muhabbetin şartlarına son derece dikkat ediniz. Din kardeşlerinizi seviniz. Yakınday­ken de, gıyâbında da seviniz, sevişiniz.”

“Alahü teâlânın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayı ga- nîmet biliniz.”

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi Kuşeyrî hazretleri, İs- ferâînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi. Bir gün hocası ona “Niçin yazmıyorsun? İyice öğrenmek için yazmak lâzım.” deyince, Kuşeyrî, o âna kadar hocasının anlattığı derslerin hepsini tekrâr etti. Bunun üzerine hocası; artık derse girmesine lüzum kalmadığını, bundan sonra kitapları kendisinin mütâlaa etmesini ve anlayamadığı yer olursa sormasını söyledi. Kuşeyrî, İbn-i Fûrek ve E- bû İshâk İsferâînî’nin usûllerini iyice kavradıktan sonra, meşhûr kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkıllânî’nin kitaplarını mütâlaa etti. Kuşeyrî’nin aklî ilimleri tahsil etmeye düşkün olması, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle öğrenmesini sağladı. Bütün bu ilimleri okurken, aynı za­man- da hocası Ebû Ali Dekkak’ın sohbetlerine de devâm ediyordu. Bu arada hocası Ebû Ali Dekkak’ın kızı, ilim, edeb sâhibi ve zamanın en çok ibâ- det edenlerinden olan Fâtıma hâtunla evlendi. Kuşeyrî’nin Fâtıma ha­nımından altı erkek ve bir kız olmak üzere yedi çocuğu olmuştur.

Üsküp’de yaşamış büyük velîlerden Lütfullah Üskübî hazretleri, Abdullah-i İlâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin hizmetine girişini şöyle anlatır: “Abdullah-ı İlâhî, mıknatıs gibi beni kendine çekti. Kalbim ona tutuldu. Bir gün arkadaşlarımla öğle namazını kılmak için Zeyrek Câmiine gittik. Namaz vaktini beklerken, hatırıma Abdullah-i İlâhî’nin ve­lîlik derecesini ve kerâmet göstermedeki gücünü imtihân etmek geldi. Bu düşüncede bir köşede otururken, kıble tarafından bir el göründü. Fakat elin sâhibi görünmüyordu. Bu el, beni ileri çekti. Bir saf ileri geçtim. Aynı şekilde üç defâ çekti, ben de üç saf ileri geçtim. Sonra namaz vakti geldi, sünnetler kılındı. İkâmet getirildiğinde, Abdullah-i İlâhî odasından çıkıp bize öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra, onun elini öpmek için ileri vardım. Baktım ki, hocanın elleri, beni namazdan önce ileri çeken eldi. Bu hâdiseden Abdullah-i İlâhî’nin büyük bir velî olduğunu anladım. Beni ileri çekmesinden de, tasavvuf yolunda bu zavallıyı yüksek derecelere çıkaracağını anladım. Abdullah-ı İlâhî’yi imtihân etmeye kalkıştığım için özür dileyip, ellerini öptüm. Bana; “Bizi bir kere imtihân etmen kâfi gel­medi mi? Üç defâ imtihân ettin. Buna ne lüzûm vardı?” dedi. O anda çok utandım. Çok özürler dileyerek beni talebe olarak kabûl etmesi için yal­vardım. Bu yalvarmalarım karşısında bana; “Bize hizmet etmek, talebe olmak çok zor iştir. Sen buna tâkat getiremezsin. Önce seni bir deneye­lim. Talebeler için kullanılan boşalmış testileri eline alıp su getirebilir mi­sin? Eğer bu işi yapabilirsen, seni kabûl edelim.” dedi. Ben, hemen üze­rimdeki elbisemi çıkardım. Testileri elime alıp zâviyeye su getirdim. Be­nim candan ve samîmî olarak bu işteki isteğimi görünce talebeliğe kabûl etti. Uzun zaman hizmetinde bulundum. Her emrini canla başla yerine getirdim. Hocama olan hizmet ve sevgim sebebiyle yüksek derecelere, mânevî hâllere kavuştum.”

Harput’un büyük velîlerinden Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebesi Osman Bedreddîn Efendiye buyurdular ki: “Hâfız, ne söylersen kitabdan söyle. Bunda iki fâide vardır: 1) Sen ara­dan çıkarsın, sana gurur gelmez. Zîrâ söylediğin söz, senin değil, baş­kasınındır. 2) Birisi itiraz ederse, başkasının sözü olduğu için yine senin nefsin araya girmez. Bu sûrette insana hiddet ve can sıkıntısı da gelmez. Söylediğin söz, doğru ise de, yanlış ise de, kitabın sâhibine âiddir.”

“Yarın cenâb-ı Hak, bizim adamlarımıza azab ederse, biz de üzülü­rüz. İnşâallah ne onlara azab edilir, ne de biz mahzûn oluruz.”

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmiyle amel eden yüksek bir velîydi. Bu­yurdular ki: “İlim öğrenmek isteyen kimsenin vakarlı ve Allahü teâlâdan korkması lâzımdır. İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ bu nûru sevdiği mümin kullarının kalbine koyar

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfûzâtı, Kelimât-ı Tayyi- bât denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:

“Kardeşim, zamânı­mız talebesinin zaîfliğinden, evliyâdan keşf ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bah- seden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimse- lerden, bu işe tâlib olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ ha- kîkî hakîmdir. Âl-i İmrân sû­resi 31. âyetinde meâlen; “Ey Habîbim! Onla- ra de ki, eğer Allah’ı sevi­yorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever.” buyrulması, bütün yol­lardaki sâliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızâsını kazanmağı, Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günâh hasta- lıklarından kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilâçları alan, perhize riâyet eden sıhhat ve şifâ bulur. Kaçınan kendini ziyân ve telef etmiş olur.

Bu reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Sûreti ile avâm müslü- manları hareket eder. Bu da, îtikâdını düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşı­lığı da Cennet’in nîmetleri ve Cehennem’den kurtulmaktır. Hakîkati ise havassa, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan sûret bulun­makla berâ- ber, riyâzet ve mücâhedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecellî ve keşflerdir. Sûrete îmân ve İslâm, hakîkate ise ihsân denir. Nite­kim Ha- dîs-i şerîfde; “İhsân; Rabbine, onu görür gibi ibâdet etmendir.” buyruldu. Hakîkatsız sûret, derideki hastalıklara çâre bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakîkatın ise, sûretsiz hiç faydası yok­tur. Belki o hakîkat değil, mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.

Hakîkat, temizlemek, yâni hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çı­karıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifâ bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapıl­masıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Es- hâb-ı kirâmın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifâ tesirleri yaptığı kolay­lıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedâvî ve ilâç, Allahü teâlâyı çok sev­mek, bütün gayretiyle Resûlullah’a tâbi olmak, tâat ve ibâdetlerden lez­zet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapı­yordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve İslâmiyet reçetesinin tatbîki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati koru­yan sûreti muhâfaza edip, keşf ve kerâmete îtinâ göstermediler. Bunları kemâlin, olgunluğun îcâb ve şartlarından saymadılar.

O hâlde, tam sıhhate kavuşmak yâni Muhammedî nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullah’ın sünnetine uymayı, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmeli­dir. Bütün zevk ve mevâcidlere, bâtın cemiyyeti ve devamlı huzur ya­nında değer vermemeli ve bu öz ve hakîkatlerin elde edilmesine sebeb olan büyüğü, Resûlullah efendimizin vekîli bilmeli, ona canla başla hiz­met edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.

Hadîs-i şerîfi ve fıkıh bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devâm ediniz. Amellerinizi Allahü teâlânın habîbi olan Peygamber efendimize ittibâ, uymak niyetiyle yapınız.” (21’inci mektup)

Anadolu’da yetişen evliyânın meşhurlarından Şeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine ve sevenlerine muhak­kak ilim ve sanat öğrenmelerini emrederdi. İlim ve sanat öğrenen baş­kalarının minneti altına girmez minnetsiz yaşar derdi.

İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurdular: “Bu âleme niçin gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı iste­yip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.

Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çok­tur. Allah dostu, İksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.

Bir nefesde iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür şü­kür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok sevdiği talebelerinden ve halîfe- lerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî’ye yazdığı mektûbunda buyur­dular ki: “Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ’yı, fena ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâme­nin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdığı mektup geldi. İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur’ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsu- nuz. Çok memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, si­zin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defteri­nize yazılacaktır. Resûlullah’ın; “Bir kimse İslâmda sünnet-i hasene ya­parsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevaplarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapan- ların günahları kendisine verilir.” hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.”

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Rukıyye (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle buyurdular: “Size bu yolda lâzım olan, mücâhede ve riyâzeti elden bırakmamak, bu yolun âdâbına gereği gibi riâyet etmek, bu yolun temeli olan doğru söze ve helâl ye­meye devâm etmektir.”

Hocam Yûsuf Mahdûm şöyle buyurmuştur: “Sadık talebe önce hal­vet ve uzlete çekilmeli, oruç tutmalıdır. Yeme, uyku ve konuşmanın az olmasına, devamlı abdestli olmaya ve beş vakit namazı cemâatle kıl­maya dikkat etmelidir. Her gün Kur’ân-ı kerîmden yüz âyet-i kerîme okumalıdır. Sonra Allahü teâlâyı çok zikretmelidir. Hergün yüz İhlâs sû­resi, yüz istigfâr ve Resûlullah efendimizin rûh-i şerîflerine yüz salevât-ı şerîfe okumalıdır. Buna devâm eden kimsenin Ârif-i billah olması müm­kündür. Bundan fazlasını yapmak daha iyidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: “Susmak, açlık, az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslıdır.”

Mevlânâ Muhammed Rukıyye hazretleri buyurdular ki: Bir mürşid-i kâmile talebe olmak isteyen kimse, dînin emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunun edeplerine riâyet etmek sûretiyle, mürşid-i kâmilin işâ­ret buyurduğu şekilde ibâdet ve tâatle meşgûl olunca, hem nefsini ıs­lâha, hem de ilâhî mârifetlere kavuşur: “Nefsini tanıyan, Rabbini tanır.” Hadîs-i şerîfi gereğince, cehâletten uzaklaşır, irfân derecelerine ve Rabbine yakınlık makâmına kavuşur ve büyük velîlerden olur.

Büyük velîlerden Mimşâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebenin edebi; hocasına hürmet, kardeşlerine hizmet, dünyâ bağlarını kesmek ve dînin âdâbına göre kendini korumaktır.”

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan   Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait 6’ncı Mektup (Bu mektup, Şeyh Tâceddîn’e gönderilmiştir.): “Devamlı abdestli bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mümini aşağı­lamaktan, müslümana düşman olmaktan, kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, yâni büyüklerin verdiği vazifeleri ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu vazifelere daha sıkı sarılmalıdır. Meâlen: “Muhakkak ki sevâplar, günahları götürür.” âyetinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!”

Irak’ta ve Mısır’da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerinin suâllerine cevap verir, özel meselesi olanlarla ilgilenirdi. Has­taları ziyâret eder, cenâzesi olanların cenâzesinde bulunurdu. Ölümü çok hatırlar ve hatırlatırdı. Bir defâ cenâzeden dönen bir talebesine; “Ne­reden geliyorsun?” diye sordu. O da kabristandan geldiğini söyleyince; “Bu sefer kabristandan döndün. Kabristana gidip de geri dönmeyeceğin gün de gelecektir.” buyurdu. Bir meclisden kalkacağı zaman; “Biz iki defa kalkacağız. Birisi bu gördüğümüz kalkış, diğeri ise kıyâmet günün­deki kalkıştır.” buyururdu. Ölümü hatırlatıcı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler okurdu. “Dil ile ölümü zikretmenin hiç kıymeti yoktur. Asıl kıymetli olan ve Peygamber efendimizin “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırla­yınız.” hadîs-i şerîfinden murâd, ölümü dil ile değil, kalp ile hatırlamaktır.” buyururdu.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Muhammed İsmâil (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerini yetiştirmek için gecesini gündüzüne katar, bütün gücüyle çalışırdı. Yetiştirdiği talebeler içinde en büyüğü, zamânın kutb-ül aktâbı, oğlu Gulâm Muhammed Ma’sûm hazretleridir. Öyle bir oğul ki; dedelerinin makâmına kavuşmuş, İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Muham- med Ma’sûm hazretlerinin esrârına vâkıf olmuştur.

Babası Sibgatullah hayatta iken Muhammed İsmâil’i diğer oğulların­dan ve halîfelerinden üstün tutardı. Herkesten çok onu severdi. Bunun için hepsinden çok feyze kavuştu. Çünkü bu yolda feyz almak, üstâda kendisini sevdirmesine bağlıdır. Her talebe, hocasını sevdiği kadar feyze kavuşur. Babası icâzet vererek, bir kısım talebelerin yetiştirilmesi için o- na vazife vermişti. Muhammed İsmâil, vazifeli olarak gittiği yerde baba­sıyla mektuplaşır, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarını bildirirdi. Babasından gelen bir mektup şöyledir:

“Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiği, seçtiği kullarına selâmlar ol­sun. Gözümün nûru oğlumun mektubu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmış dostlarınızı unutmamışsınız. Kâbil’e git­tiğinizi ve oradaki dostların yakın alâkasını yazıyorsunuz. Allahü teâlâ oradaki dostlarımıza hayırlar ihsân eylesin. Bâzı talebelerinizin garip ev­liyâlık hâllerini ve beyânlarını yazıyorsunuz. Bunları okumakla sevinci­mizi arttırdınız. Eğer tam istikâmette olduklarını ve hâllerinin şüpheden kurtulduklarını anlarsanız, talebe yetiştirmek üzere icâzet veriniz. Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diğer bizi sevenlerin hepsi, sizin tevec­cühleriniz altında bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir şey bekleme­sinler. Bizim rızâmız böyledir.

Tasavvufta yüksek velîlerin seçilmişlerine mahsus olan makamlar­dan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr sizden hiçbir şey esirgemiş değilim, esirgemiyeceğim de. İnşâallah bu yüksek makama yakında ka­vuşursunuz. Bilmeseniz de zararı yoktur. Çünkü bir şeyin hâsıl olması başkadır, bilinmesi başkadır. Aralarında büyük fark vardır. Bugünlerde bu fakîr, çok iyiyim. Mescide yürüyerek gidip gelebiliyorum. Fakat bir ba­cağımda ve dizimde biraz hâlsizlik, kuvvetsizlik vardır. Rabbimiz, inşâ- allah onu da geçirir. Mektuplarınızı bekliyorum. Vesselâm.”

Anadolu velîlerinden Muhammed Kadri Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocasının oğlu Mahmûd ile aynı dersleri okuyordu. Molla Abdur- rahmân’ın yanında bir tek kitab olduğundan bu kitabı oğluna verdi ve; “Yarın şu kadarını ezberleyeceksiniz?” dedi. Muhammed Hazîn o kitabı aradı, fakat bulamadı. Düşünceli bir şekilde evine gitti. O gece rü­yâsında hazret-i Ali’yi gördü. Hazret-i Ali ona; “Mahmûd’un babasının kitabı var da, senin babanın kitabı olmaz mı?” diyerek ezberlenecek kısmı Muham- med Hazîn’e tâlim ettirdi ve bir okumada ezberledi. Sa­bahleyin derste Mahmûd tam okuyamayınca, Molla Abdurrahmân biraz sertleşti ve Mu- hammed Hazîn’e oku dedi. Muhammed Hazîn kusursuz ve noksansız okuyunca, Molla Abdurrahmân bunun mânevî olduğunu anladı ve sordu. Muhammed Hazîn durumu olduğu gibi anlattı.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma’- sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektubunda şöyle buyur­maktadır: Ey mes’ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kulla­rının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sa­kınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalı­sınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı git­meyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. “İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir.” hadîs-i şerîfini unut- mayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dün- yâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mübâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öş­rünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fı­kıh kitaplarında bildirilmiştir.

Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve verme­lidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri bir mektubunda da şöyle bu­yurmaktadır: …Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîf­lerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ Muhammed Hanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; “Lâ ilâhe illallah” keli­mesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yo­lun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz. Fârisî beyt tercümesi:

 

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

 

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve ra­hatlıklar versin!” (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye Birinci cild, on dördüncü mek­tup.)

Evliyanın büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî; “Falancanın ahvâli hak­kında bir şey biliyor musun?” diye sordu. O şahıs, memleketinden He- rat’a ilim tahsîl etmek için gelmişti. Sonra Mevlânâ Sa’düddîn’e bağ­landı. Bu zât, dünyâ ile irtibâtını tamâmen kesmişti. Talebeler arasına da çok az karışırdı. Devamlı suskun ve mahzûn bir hali vardı. Hocama; “Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiğim bir şey varsa, o da; dâimâ gizli bir şey- lerle meşgûl olduğudur.” dedim. Bunun üzerine Mevlânâ Sa’düddîn; “O- na hâlini sor, durumunu iyice öğren. Sana halini anlatıncaya kadar onu bırakma.” buyurdu. Bu emir üzerine, o şahsın yanına gittim. Ona; “Sen niçin talebelerin arasına karışmıyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanın kapısını kapatıyorsun? Niçin yalnız başına oturuyorsun?” dedim. O da; “Ben fakir ve garip birisiyim. Kendimi arkadaşlar arasına karışma- ya lâyık görmüyorum. Hem de onların vakitlerini zâyi etmeyi ve onları rahatsız etmeyi istemiyorum.” dedi. Ben, hâlini tam anlatmasını, elbette onu arkadaşların arasına karışmaktan men eden birşeyin oldu­ğunu ve bunu açıklamasını ısrârla istedim. Bu ısrârım karşısında; “Niçin bu kadar üsteliyorsun?” deyince, ben de, bana bunu sormamı hocamın emretti- ğini, hâline iyice vâkıf oluncaya kadar yanından ayrılmayacağımı söyle- dim. Isrârımın kendimden olmayıp hocamdan geldiğine iyice kanâat ge- tirince, âh çekerek şöyle dedi: “Bende bir zaman garib bir hâl mey­dana geldi. Sana ondan biraz anlatayım. Cemâatle yatsı namazını kıl­dıktan sonra, bir süre murâkabe ile oturur, bir mikdâr da Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdum. Bu sırada, sonu görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuşatırdı. O nûrun görünmesiyle kendimden geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardı. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine dalardım.” Ondan bu hallerini dinleyince, ona gıpta etmemden dolayı içim yanıyordu. E- limde olmayarak gözlerimden yaşlar geldi. Onun sözleri bana çok tesir etti. Oradan ayrıldım. Anladım ki; Mevlânâ Sa’düddîn’in onun hâlini öğ­renmemi istemesi, etrâfında böyle kimselerin de bulunduğunu bana bil­dirmek içindi.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey yavrum! Sen de bizim gibi durup dinlenmek bilmeyen bir yolculuğa koyulmuşsun. Bu dünyânın fâni ve basit hayâtı seni aldatıp azdırmasın. Mağrûr olma. Böyle yaparsan, hasret ve pişmanlık günü olan kıyâmet gününde mahzun, ürkek ve müf­lis olarak dolaşırsın.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Hâce Kutbüddîn-i Şîrâzî’ye yazdığı mektubda, şöyle buyuruyor: “Kıymetli kardeşim Delhili Hâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki cihân saâdeti nasîb eylesin. Şunu yazmak iste- rim ki, Hakk’ı arayan hakîkî talebelerime bildireceğim mânevî bilgileri bil- dir de, felâkete uğramasınlar. Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan bir şey iste- mediği gibi, herhangi bir arzuya sâhib olmaz. O’nu ta­nımayanlar bunları anlamaz. Diğer bir nokta ise, aç gözlülüğü, tamaı bı­rakmaktır. Tamaı bırakan, istediği şeylere kavuşur. Allahü teâlâ böyle kimseler hakkında; “İsteklerine gem vuran, Cennet’e girer.” buyurdu. Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aşırı isteklere düşen, belâ kefenine sarılır ve pişmanlıklar mezârına gömülür. Aşırı isteklerini bırakıp, kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarılır ve kurtuluş mezârına gömülür. Allahü teâlânın istediğini kabûl eden, O’nun korumasına kavuşur.

Şimdi, eğer tasavvufun ne olduğunu bilmek istersen, her türlü rahat­lığı bırak, bu yolun büyüklerinin sevgisini kalbine yerleştir. Eğer bunları yaparsan, tasavvufun sırları sana açılmaya başlar. Allahü teâlâyı isteyen, bunu, hem kalbi, hem de rûhu ile berâber yapmalıdır. İnşâallah kalb, şeytanın şerrinden korunur ve her iki dünyâda isteklerine kavuşur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler versin, bir kere bana; “Muînüddîn, Allahü teâlânın huzûrunda bulunan kimseyi biliyor musun?” diye sordu ve şöyle buyurdu: “O dâimâ itâattedir. Allahü teâlâdan ne ge­lirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. İşte bu, bağlılıkta en önemli şeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânıdır. Selâm ederim.”

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte ol­duğu zaman buyurdu ki: “Sâdık talebe, hocasının, rehberinin söylediği sözleri, onun nasîhat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler. Onun sözün­den dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yâni, nefsin istemediği şeyleri yapar, istediği şeyleri yapmaz. Büyük âlimlerin yolunda gidip çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, on dört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zarûrî görmüşler ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır:

1. Tövbe, tövbekârlar makamıdır. Bu, Âdem aleyhisselâmın makâ­mına işârettir.

2. İbâdet makâmı. Bu makam, İdrîs aleyhisselâmın makâmıdır.

3. Zâhidlik, dünyâya ve dünyâlığa düşkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmın makâmıdır.

4. Rızâ makâmı. Kadere rızâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhis- selâmın makâmıdır.

5. Kanâatkârlık. Bu makam, Yâkûb aleyhisselâmın makâmıdır.

6. Cehd, gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmın makâmıdır.

7. Sıddîklık makâmı. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmın makâmıdır.

8. Tefekkür makâmı. Bu makam, Şuayb aleyhisselâmın makâmıdır.

9. İrşâd makâmı. Bu makam, Şist aleyhisselâmın makâmıdır.

10. Sâlihler makâmı. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmın makâmıdır.

11. Muhlisler makâmı. Bu makam, Nûh aleyhisselâmın makâmıdır.

12. Ârifler makâmı. Bu makam, Hızır aleyhisselâmın makâmıdır.

13. Şükredenler makâmı. Bu makam, İbrâhim aleyhisselâmın ma­kâmıdır.

14. Makâm-ı Muhibbandır (muhabbet makâmıdır). Bu makam, Pey­gamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Musta­fâ’nın makâmıdır.

Âlim ve velî Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi hazretleri, Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe ol­masını şöyle anlatır:

“…Şeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesinin müderrisi, Hâcegân yo­lunun büyüklerinden ihtiyâr ve mübârek bir zât idi. Bu zât haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, Akâid-i Molla Celâl’i okuyordum. Böy­le- ce derse devâm ediyordum. Birgün ders sırasında, mübârek bir zât ders- hâneye geldi. Bu zâtı sâdece şahsen tanıyordum. Bu mübârek zât bize ders veren hoca ile ahbablığı olduğundan, bâzan medreseye gelir­miş. O içeri girince, bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, tehir etti, sözü o zâta bıraktı. Gelen zât da sohbete başladı. Soh­bet sıra- sında bana iltifât göstererek, tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle şeyler anlattı ki, dinleyenler çok istifâde ettiler. Ben sohbet sırasında gözyaşlarımı tutamayıp ağlamaya başla­dım. Nihâ- yet sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktı ve hürmetle uğurlandı. Ben bu zâta tutulup, hayrân oldum, kendisinden istifâde için kim oldu­ğunu öğ- renmek istedim. “Bu zât, Şeyh Mehmed Emîn Tokâdî’dir. Çok yüksek bir zâttır.” dediler. Meğer Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bizim dershâne- mize gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiş ve onlara şöyle demiş: “Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saâdet tuzağına düşürmek niyetindeyiz!” Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet ettikten sonra, evindeki cemâat da­ğılmadan tekrar evine dönmüş. Ben böylece onu tanıyıp iltifâtına mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum. Nihâyet 1736 se­nesinde Rebîül-evvel ayında bir Pazar günü seher vaktinde evine gittim. Kapıyı çalmadan beni karşılayıp, içeri aldı. Çok iltifât gösterip, talebeliğe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe oldum. Bir sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifâde ederek edeb öğrendim. Bana hâlimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden îtibâren altı sene müddetle bana ilim öğretti. Buhârîyi Şerîf’i okuttuğu sırada da bana icâzet verdi…”

Hindistan’da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev’e karşı olan muhabbeti çok meşhûrdur. Talebele­rini çok sevmesine rağmen, disiplini çok sıkı idi. Bir defâsında en iyi tale­belerinden olan Hâce Burhâneddîn Garîb, katlanmış bir battaniye üze­rinde oturarak rahat olmaya çalıştığından, dergâhtan çıkarıldı. Nizâmed- dîn Evliyâ, onun bu işi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptığını düşünmüştü. Uzun bir süre sonra Burhâneddîn Garîb, Nizâmeddîn Evliyâ tarafından affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.

Hâce Müeyyededdîn Kereh, Sultân Alâeddîn Hilcî şehzâde iken, onun çok sevdiği bir kişiydi. Bu zât, sonra makâmını terk ederek, Nizâ- meddîn Evliyâ’ya talebe oldu. Alâeddîn Hilcî sultân olunca, Nizâmeddîn Evliyâ’ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyededdîn’in salta­nat hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ; “Hâce’nin başka önemli bir işi var. Onu bitirmeye çalışıyor.” diye cevap verdi. Bu cevaptan hoş- lanmıyan sultânın elçisi; “Efendim! Siz herkesi kendinize benzetmek istiyorsunuz.” dedi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; “Sâ­dece benim gibi değil, benden de iyi olmasını istiyorum.” diye cevap verdi. Sultân bu cevâbı işitince, bir şey söylemedi ve konuyu kapattı.

Hâce Şemseddîn, sarayda önemli bir mevkıde idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmeddîn Evliyâ’nın talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazifesini üzerine aldı. Hâce Şemsed- dîn bir gün hocasından, seyyahlar ve misâfirler için bir ev inşâ etmeye izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ ona; “Ey Mevlânâ Şemseddîn! O iş, önce bıraktığın iş kadar değersizdir.” buyurdu.

Nizâmeddîn Evliyâ’nın talebeleri arasında, kelâm ilminde büyük bir üne sâhip Kâdı Muhyiddîn Kâşânî isminde bir zât vardı. Nizâmeddîn Ev­liyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdı Muhyiddîn, Nizâmeddîn Evliyâ’- nın talebesi olunca, hocasının huzûrunda, bir yerin gelirinin kendi­sine verildiğini gösteren fermânı yırttı ve bir sûfî olarak fakirlik hayâtına kendi- ni uydurdu.

“Bir talebe için, Allahü teâlâya bağlılığın şu altı esâsı vardır: 1) Nef­sini yenmek için insanlardan uzak kalmalıdır. 2) Her zaman temiz ve ab- destli olmalıdır. 3) Her gün oruç tutmaya çalışmalı, yapamıyorsa az ye- melidir. 4) Allahü teâlâdan başka her şeyden uzaklaşmaya çalışmalı­dır. 5) Hocasına sâdık ve itâatkâr olmalıdır. 6) Allahü teâlâyı ve hakîkati her şeyden üstün tutmalıdır.”

“Bir talebe, şu dört şeyden sakınmalıdır: 1) Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüşmekten, 2) Zikirden başka bir şeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan başka bir şeye sevgi beslemekten, 4) Allahü teâlâdan başka bütün dünyevî şeylere kalbi bağlamaktan.”

Buhârâ’da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş hazretleri; Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr’n, Buhârâ’ya gelmiş olduğu haberini alıp onun sohbetlerinde bu­lunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karşılaştı. Mevlânâ buna; “Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yüksele­ceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?” dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüd- dîn-i Attâr’ın sohbetlerinde bulunmak arzusu arttı. Oraya vardı­ğında, Hâ- ce Alâüddîn onu görür görmez; “Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli mer- halelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?” dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd’in söylediği sözün aynısıydı.

Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür gör­mez bu kerâmeti ile de karşılaşınca, sevgi ve muhabbet ateşi içine düş- tü. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla duyduğu lezzeti, başka şey- lerde bulamıyordu. Her şeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtın soh- betlerinde bulunmaya, bu şerefli ve kıymetli sohbetlerden istifâde etme- ye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kısa zamanda toplayıp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânın en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetişti.

Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kılmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapısı kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini u- zatınca, Allahü teâlânın izni ile kapı açılır ve rahatlıkla içeri girerdi. Soh- betinde bulunanlara, hocasından aldığı yüksek ilimleri anlatıp, çok fayda- lı olurdu. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler.

Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, çok genç yaşta Mısır kâ­dılığına tâyin edildi.

Nûreddîn Cerrâhî Mısır’a gitmeden önce, vedâ etmek için Üskü­dar’- da bulunan dayısı Hüseyin Efendinin konağına gitti. Hava iyi olma­dığı i- çin dayısının konağında bir müddet bekledi. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Nûreddîn Cer­râhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; “Oğlum Nûreddîn! Safâ geldi­niz.” diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî’yi bir muhab­bet ve cez- be hâli kapladı. Sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsını kabûl buyurup; “Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan sıyrılıp, abdestini tâzele.” diye uyardı. Bunun üzerine kendi­sine verilen Mısır kâdılığı vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî işlerini terk edip, hocası Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâ- hî’yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kırk gün Allahü teâ- lâya ibâdetini) tamamlayınca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; “Oğlum Nûreddîn! İstanbul’a git, Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüdâ Canfedâ’nın yaptırdığı câmi-i şerîfin yanında, Bakkal İsmâil E- fendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meş- gûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insan- lara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler.” buyurdu. Nû- reddîn Efendi, hocasının emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu halde Karagümrük’e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî’ye teslim etti ve odayı Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanındaki Cerrah Mehmed Paşa Câmiinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun sohbetlerinin güzel­liği kısa sürede İstan- bul’a yayıldı. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye ge­lirdi.

İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden Seyyid Nûreddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu Sünbül Efendi dergâhına bir gün, Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi gelerek, hazretin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendinin talebelerinin hâllerine imre­nerek bakıyordu. Kendi kendine; “Keşke Seyyid Nûreddîn Efendinin ta­lebesi olsaydım.” demişti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaşca o talebenin yanına geldi ve; “Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme” buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

İstanbul velîlerinden Seyyid Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf talebesi, sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî fey- ze kavuşamaz. Ancak nefs-i emmâresini yakıp, temizleyerek feyze kavuşur.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir talebesine nasîhat edip şöyle buyurdular: “A- mellerde mütâbeat, yâni Resûlullah’a ve getirdiklerine uymak; uzuv­ları, O’nun yasak ettiği ve mekruh buyurduğu işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve toplantılara gitmemektir. Tâlibi, Hak’- tan meşgûl edip alıkoyan her şey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni fayda­sızı, boş şeyi demektir. Bâtılların sohbetinden, arkadaşlığından kaçın­malıdır. Hakk’ı istemeyen ise, hakîkatte bâtıldır.”

Şeyh Rükneddîn hazretleri, talebelerinden birine yazdığı mektu­bun- da şöyle buyurdular: “Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; “Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim” buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; “Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne buyurursunuz?” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur” buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil.” Bu sebebledir ki büyükler; “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir. Beyt:

Mâdem bildin her şeyin faydası kendindedir,

O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.

 

Akıllı olana, dünyâ ve âhiret işlerinde bu kadar nasîhat yeter.”

Diyarbakır velîlerinden Sâdık Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Pîr İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi olma haberini babasına götürdüklerinde, şükredip; “Elhamdülil­lah. Oğlum yaramazlar yoluna gitmemiş, hayırlılar yoluna giderek iyi et­miş.” diyerek çok sevindi. Sonra bâzı hediyelerle Pîr İbrâhim Gülşenî hazretlerinin ziyâretine koştu. Sevgi ve hürmetlerini arzederek kendisi de onu sevenler arasına girdi.

Sâdık Ali Efendinin babası sonradan bütün mal ve mülkünü vakfedip hayırlı işlere sarf etti ve dergâhlar inşâ etti. Mânevî olgunluğa ve yüksek­liklere kavuşmuş olan oğlu Sâdık Ali Efendi hocası İbrâhim Gülşenî haz­retlerinden icâzet, diploma aldı.

Sâdık Ali Efendi babasının vefâtından sonra hocası İbrâhim Gülşenî hazretlerini görmek arzusuyla Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Urfa’ya ge­lince hocasının İstanbul’a gittiğini haber alınca o da İstanbul’a geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Ali Efendi ve hocası Gülşenî hazretleri aynı günde aynı yere gelip karşılaştılar. Bu sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri ona; “Âferin Ali. Sen sâdık imişsin.” buyurup, onun bağlılığını takdir etti. O zamandan sonra Ali Efendi, Sâdık Ali Efendi diye çağrıldı.

Bu yolculuğunu Sâdık Ali Efendi şöyle anlatır: “Mısır’a gitmeyi arzu etmiştik. Lâkin bir gece hocam İbrâhim Gülşenî hazretlerini rüyâda gör­düm. Bana; “İstanbul’a gel bizi orada bulursun.” diye tenbih ettiler. Bu durumda bizim İstanbul’a gitmemiz îcâb ediyordu. Böylece yola çıktık. Üsküdar’a geldiğimizde iskele kenarında kadırgayla oraya gelen ho­camla karşılaştık. Elhamdülillah duâsına kavuştuk.”

Sâdık Ali hazretleri hocalarının vefâtından üç sene önce bir rüyâ görmüşlerdi ve tâbiri hakkında; “Allahü teâlâ bilir ki, hocamızın vefâtı yaklaşmıştır. Varıp onu ziyâret edeyim.” Diyerek Mısır’a gittiler ve hoca­larını ziyâret ettiler. Oğulları için, duâ talebinde bulundular, sonra Diyar­bakır’a döndüler.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birine yazdıkları nasîhatlerinde; “Zikirsiz hiç bir nefes alıp vermemelidir. Bü­yüklerimiz buyurdular ki: “Bir nefesten bir nefese zikirsiz geçerse, o in­sanın vakti, kayıptır. Vesveseden ve mâlâyânîden zikre kaçınız. Hep zikr ederseniz; vesvese ve mâlâyânî, zikrin nûruyla yanar, zikrin nûru kalbe işler ve kalbde zikrin hakîkati hâsıl olur. Kalb yakîn nûrları ile nûrlanır, aydınlanır. Tâliblerin maksudu, sâlihlerin maksadı budur.

Türkistan’ın büyük velîlerinden Sa’düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı: “Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yıllarca şe­reflendikten sonra birgün, bende hacca gitme arzusu haddi aştı. Hocama durumu anlattım ve izin istedim. Bana; “Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ısrârla baktığım hâlde seni göremiyorum.” buyurdu. Bu söz üzerine “Peki” dedim. Fakat üzüldüğümü anlayınca da; “Üzülme! İnşâallah, bir gün elbet gitmek nasîb olacak. Sen, yine de gördüğün rüyâları Şeyh Zeynüddîn’e gidip anlat, o sana gereken cevâbı verir.” diye de emrettiler. Ben yine, “Başüstüne efendim.” diyerek Zeynüddîn Efendiye gittim. Zeynüddîn Hâfî, Horasan’da meşhûr olan bir hoca idi, pekçok talebesi vardı. Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüğüm rüyâları anlata­rak, hacca gitmek arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; “Sa’düddîn! Bu­raya kadar yorulup gelmişsin. Artık burada bizim yanımızda kal ve bizim talebemiz ol.” dedi. Ben de, “Efendim! Benim hocam var ve hayattadır. Bir kimsenin üstâdı var iken başka birine bağlanması uygun mudur?” dedim. Bu suâlime de; “İstihâre ediniz.” cevâbını verdi. Ben; “Kendime güvenim olmadığı için, yapacağım istihâreye de îtimad edemem.” dedim. Zeynüddîn Efendi ısrâr ile; “Sen istihâre et, biz de eder neticeye varırız.” dedi. O gece istihâre namazı kıldım ve cenâb-ı Hakk’a duâ ederek uyu­dum. Rüyâmda, Silsile-i aliyye isimli âlim ve evliyânın pekçoğu Hirat’a zi­yârete gelmişler. Zeynüddîn Efendi de oradaydı. O velîlerin, Zeynüddîn Efendiye karşı hâlleri soğuktu. Kendi aralarında konuşuyorlar, ona hiç il­tifât etmiyorlardı. Gece uyandığımda anladım ki, bir kimsenin üstâdı var iken başkasına bağlanması uygun değildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim. Daha ben konuşmaya başlamadan; “Yol birdir. Bütün yollar aynı noktaya çıkar. Sen yine eski yoluna devâm et. Eğer bir müş- kilin olursa, bizden yardım isteyebilirsin. Sana yardıma hazırız.” dedi. Meğer o da gece rüyâsında, gâyet büyük ve heybetli bir ağacın da­lını kesmeye çalışmış, fakat bir türlü başaramamış. Bu rüyâsına dayana­rak, sabahleyin ben daha konuşmaya başlamadan böyle söylemiş. Böy­lece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamın kıymetini ve bü­yüklüğünü, her sözünün hikmetli olduğunu yakînen anladım. Derhâl ho­camın huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sıkıca sarıldım. Uzun bir zaman geçti. Hocam bir gün bana; “Sa’düddîn! Senin hacca gitmenin zamânı geldi. Orada bize de duâ et. Resûlullah efendimize bizim için de şefâat dileğinde bulunup hürmetimizi arz et. Yolculuk esnâsında, bir başkasına Allahü teâlânın kahrı senin vâsıtanla tecellî ederse, sakın bu gücü kullanayım deme!” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” diyerek, hazırlığımı yaptım ve yola koyuldum. Hacdan sonra geriye dönüş yolcu­luğumda, hocamın haber verdiği hâl, bende zuhûr etmeye başladı. Ya­nıma yaklaşan birini görsem, gözlerimden çıkan bir şua ile o kimse ânında kendinden geçer, bayılırdı. Eğer yanıma gelse helâk olabilirdi. Bu hâl bende meydana çıkınca, insanlardan kaçmaya başladım. Yanıma gelmeye çalışanlara uzaktan işâret ederek, yanıma gelmemelerini tenbih ederdim. Bu hâl benden gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dışarıya çıkmadım. Böylece hocamın kerâmetleriyle, insanlara zararlı olacak bir hâlimden kurtulmuş oldum.”

Sa’düddîn-i Kaşgârî hazretleri buyurdular ki: “Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamazsanız da, böylece îtikâd edip inanmalısınız. Size lâ­zım olan odur ki, tenhâda ve açıkta edebi gözetiniz. Evinizde tek başı­nıza olduğunuz zaman dahî, ayağınızı uzatmayınız. Her ân Allahü teâ- lânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtın edebi ile süsleyiniz. Görünüşteki zâhir edeb; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâimâ ab- destli bulunmak, istigfâr eylemek, az söylemek, her işin inceliğini titiz­likle yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardır. Bâtın edebi ise; yabancılarla düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak, Allahü teâ- lâyı unutturacak her türlü işten uzaklaşmaktır.”

Anadolu’da yetişen ve Anadolu’yu aydınlatan evliyânın meşhurların­dan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sâdık talebe İslâmiyete dikkatle uyar, haramlardan son derece sakınır. İbâdet ve tâata dikkat üzere devâm ettiği ve kendini tam verdiği takdirde uzun zaman çalışmakla kavuşulan derecelere kısa zamanda kavuşur. Bu işâreti üzere, talebelerinden Devrekli Yûsuf Efendi dört senede ta­savvufta yetişip kemâle ermiştir. Bu talebesine daha sonra icâzet verip, Devrek’e irşâd vazîfesiyle göndermiş ve pekçok talebe yetiştirmiştir. Bu zât da talebelerinden Ereğlili İsmâil Ağaya icâzet verip Ereğli’ye irşâd için gönderdi. En meşhûr talebesi Geredeli Abdullah Efendi idi. Bu talebesini yerine halîfe bırakıp bütün talebelerinin ona teslim olmasını vasiyet et­miştir. Ayrıca kerâmet ehli çok talebesi vardı.

İstanbul’da yetişen evliyândan Sâlih Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hocası Nûrî Efendi hazretlerinin tasavvuf ilmindeki üstün derece­sinden haberdâr oldu. Sonra tasavvuf ilmine dâir bâzı zor meseleleri, sormak ve sohbetinden istifâde etmek maksadıyla, Üsküdar’da bulunan Nûrî Efendiyi ziyârete gitti. Sohbetini dinledi. Sohbette sormak istediği meselelerin cevâbını soruyu sormadan aldı. Kalp ilimlerine dâir pekçok şeyler duydu. Hayretler içinde kaldı. Onun büyüklüğünü anlayıp kalbi, Nûrî Efendiye karşı derin bir sevgi ile doldu. O akşam orada kalmaya, Nûrî Efendinin mânevî kemâlâtından istifâde etmeye karar verdi. Yatsı namazı vakti girdiğinde namaza kalkıldı. Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan Sâlih Efendi, kırâat ilmindeki mahâretini göstermek arzusu ile ilerle­yince; Nûrî Efendi, Sâlih Efendiyi mihrâba dâvet etti. Sâlih Efendi de mihrâba geçip imâm olarak iftitah (namaza başlama) tekbîrini aldı. İçin­den Sübhâneke ve E’ûzü besmeleyi okuduktan sonra; “Elhamdülillahi….” dedi. Fâtiha’nın devâmını okuyamadı. Birkaç defâ tekrarlayıp yine hatır­layamayınca mihrâbdan çekildi. Nûrî Efendi geçip namazı kıldırdı. Sâlih Efendi o zaman, Nûrî Efendinin, tasarrufu kuvvetli, hâl ve kerâmet ehli bir zât olduğunu anladı. Tövbe ve istigfâr edip, ona talebe oldu. Tam yir- mi iki sene cân-u gönülden hizmet etti. Sadâkatinin mükâfâtı olarak mâ- nevî derecelere kavuştu. Talebeliği esnâsında hocasının emriyle, Mes- nevî Hân ismiyle meşhûr Hoca Hüsâmeddîn Efendiye giderek Mes­nevî-yi Şerîf okudu.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatır: Kalbime büyükler yoluna girmek arzusu düşünce, civârımızda bulunan âlimlerin çoğuna gittim. Talebe olmak is­tedim. Fakat hiçbirisinden bir cezbe hâsıl olmadı. Nihâyet Akra belde­sinde bir câmide İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini görünce, gördüğüm anda kalbimde o büyük zâta karşı çekilme, şiddetli arzu ve cezbe zâhir oldu. Ellerine sarılıp duâ ve teveccühlerini taleb et­tim. Sonra evlerine gidip bana bu yolun esâsını tâlim edip, öğretmelerini ricâ ettim. Kabûl ettiler. Bir müddet o dergâhta hizmet etmekle, o yüksek kapının hizmetçileri arasında bulunmakla şereflendim. O sene Rama­zân-ı şerîf ayında İmâm-ı Rabbânî hazretleri îtikâfa çekildiler. Bu îtikâfta leğen ve ibrik tutmak hizmeti bana verilmişti. Bir gece ellerini yıkadıktan sonra, artan suyu, bir kenara çekilerek tamâmen içtim. Bu içtiğim su, beni mest eden bir şerbet oldu ve bu suyu içer içmez hâlimde bir açılma meydana geldi.”

Mevlânâ Sâlih Gülâbî hazretleri; İmâm-ı Rabbânî hazretlerine yaz­dığı bir mektubunda diyor ki: “O mukaddes makâmın süpürgecilerinin en aşağısı olan Muhammed Sâlih, o kapının hizmetçilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makâmın kölelerinin sadakasına kavuşarak, muhlislerinize ihsân buyurduğunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle şereflenmekteyim. Her tecellîde, başka bir fenâ hâsıl olmaktadır. Bir tecellîde, bundan başka tecellî olmaz sanıyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaşılıyor ki, isimlerde ve sıfatlarda ayrı ayrı seyr edip ilerlemek nasîb olmaktadır. Böyle ayrı ayrı tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güç olacaktır. O hakîkî kapınıza sığınarak, bu hiçbir şeye yaramıyan beceriksizi, alçak olan ye­rinden kaldırdığınız, böyle şerefli hâllere ulaştırdığınız ve bu alçağın hatı­rına, hayâline bile gelmeyen nîmetlere kavuşturduğunuz gibi, lütuf ve ih­sân buyurarak, husûsî bir teveccühünüz ile, bu yolun sonuna ulaştırma­nızı, noksanlıktan, yolda kalmaktan kurtarmanızı, kendi muradlarından, isteklerinden vazgeçerek, Allahü teâlânın rızâsından başka hiçbir şey söylememek, yapmamak ve düşünmemek saâdetine kavuşturmanızı, yalvarırım. Arayanların özlediği o yüksek teveccühünüz ve ihsânınız ol­madıkça, bunlara kavuşmak imkânsızdır. Ucu bucağı olmayan, o mer­hamet deryânızdan bu fakîre birkaç damla serpmekle şereflendireceği­nizi ümîd ediyorum. Bunları yazmak, bunları istemek, bu alçak için çok yersiz olduğunu düşünüyorum. Bu garîbi, doğru olarak, size lâyık olarak sevebilmekle şereflendiriniz. İnsanı, bütün saâdetlere, bütün yükseklik­lere ka- vuşduracak, ancak, sizi böyle sevebilmekdir. Allahü teâlâ, sizin yetiştirme, yükseltme gölgenizi bütün insanların başları üstünden ayır­masın! Âmîn.”

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) şöyle anlatır: “Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muham- med bin Süvâr gece ibâdet eder, ağlar ve bana; “Sehl yat uyu, kalbimi meşgûl ediyorsun.” derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir hâl aldım ki, dayıma; “Bana garip bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum.” dedim. “Oğlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!” buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyo­rum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım bana; “Sana öğrettiğimi iyi mu­hâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhirette mükâfâtını alırsın.” buyurdu. Yıllarca devâm ettim, sonra; “Sehl, Allahü teâlânın kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin.” buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur’ân-ı kerîmi öğrendim. Yedi yaşında iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. On iki yaşında, bir meseleye takıldım. Kimse çözemedi. Bas­ra’ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan’a gittim. Habîb ibni Hamza’ya sordum. O ce­vaplandırdı. Yanında fazla kalmadım ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster’e geldim. İbâdet ve nefsimle mücâhedeye koyuldum.”

Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Basra’da bir gün parmağını sar- mıştı. Bu durumu gören birisi: “Niçin parmağını sardın?” diye so­runca; “Ağrıyor da onun için.” cevabını verdi. Soran kimse bir müddet sonra Mı- sır’a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. “Niçin parmağını sardın?”

“Falan zamandan beri ağrıyor, o sebepten sardım.” diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: “Ben o zaman anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı.”

Abdullah Tüsterî hazretleri bir gün bağdaş kurup oturmuş ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde; “Aklınıza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim.” dedi. Bu durumu görenler; “Daha evvel siz böyle yapmazdınız, şimdi ne oldu?” diye sorduklarında, “Üstâd hayatta olduğu müddet zar­fında, talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır.” dedi. Sonra bu günün Zünnûn-i Mısrî’nin vefât ettiği gün olduğunu öğrendiler.

Yine bir gün, talebelerinden birine bir iş buyurunca, talebesi; “Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için yapmam dedi.” Bunun üzerine soh­betinde bulananlara dönüp; “Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müd­detçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan başkasını görmeye­cek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs gözünden düş­meli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir. Her şeyi Hak’dan görmelidir.” dedi.

Sehl-i Tüsterî bir talebesine; “Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Al­lah! demek için, bütün gücünü harca!” dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti. Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; “Buna geceleri de devâm et.” dedi. Talebe devam ederek, devâmlı Allahü teâlâyı zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde ağaçtan dü­şen bir dal parçası başını yardı. Başından akan kanın, yere damlayan her damlasının “Allah” ismini yazdığı görüldü.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Selâhaddîn Uşâkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) aradığı mânevî sırların Cemâleddîn Uşâkî hazretlerinde bulunduğunu görerek, ona talebe oldu. Bu sırada Selâhaddîn Uşâkî’nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu do­ğup, paşaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde bu­yurmasını ricâ etti. Pa- şanın izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrıldı. Bundan sonra hocasının hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uşâkî, onunla birlikte İstanbul’a gitti. Selâhaddîn Uşâkî, Eyyûb’da ikâmet etti. Hocası­nın sohbetlerine devâm ederken, yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocası, kızını Selâhad- dîn Uşâkî’ye verdi.

Selâhaddîn Uşâkî’nin çocuğu olduktan bir süre sonra, hocası ve ka­yınpederi onu evden çıkararak; “Al hanımını evimden ayrıl! Bundan son- ra kendi geçimini temin et.” dedi. Selâhaddîn Uşâkî; “Peki hocam, baş- üstüne!” diyerek hanımı ve çocuğu ile berâber, hocasının evinden ayrıl- dı. Eğrikapı’dan, Fâtih Câmii civârında, Âşıkpaşa mevkiinde bulu­nan, Horhor çeşmesine doğru yürürken bir evin kenarında durakladı. Kış gü- nüydü ve kar yağıyordu. Yolun karşı tarafında bulunan Tâhir Ağa on­ları görünce evine dâvet etmek için yanlarına birini gönderdi. Tâhir Ağa, Se- lâhaddîn Uşâkî’yi, evine götürdü. Ona; “Siz kimlerdensiniz? Kış gü­nünde neden bu hâle düşüp sokak kenarında kimsesiz garibler gibi du­ruyor- sunuz?” diye sordu. Selâhaddîn Uşâkî; “Bâtınî hükümdârın celâline tu- tuldum.” dedi. Tâhir Ağa da; “Ben de zâhirî hükümdârın celâline tutul­dum.” deyince, Selâhaddîn Uşâkî sebebini sordu. Tâhir Ağa; “Sarayda kıymetli bir kılıç vardı. Kılıç kayboldu. Pâdişâh, Üçüncü Sultan Mustafa bana; “Bu kılıcı kırk güne kadar bul! Bulamazsan seni en ağır şekilde cezalandırırım.” dedi. Bu kılıcı bulmağa imkân olmadı. Otuz beş gün geçti. Ömrümün son günlerini yaşıyorum.” dedi. Selâhaddîn Uşâkî bir süre tefekküre daldı. Sonra başını kaldırıp Tâhir Ağaya; “Kılıç sarayın fa- lanca yerine düşmüş. Üzerini de kâğıt parçaları örtmüş. Adamlarını gön- der oraya bir baksınlar.” dedi. Tâhir Ağa hemen adamlarından birini ora- ya gönderdi. Giden kişi târif edilen yerde kılıcı bularak, Tâhir Ağaya ge- tirdi. Pâdişâh, Tâhir Ağanın suçu olmadığını anlayarak, ona kırk gün izin verdi. Tâhir Ağa, Selâhaddîn Uşâkî’ye; “Efendim, siz benim dar gü­nüm- de Hızır gibi yetiştiniz. Siz de hâlinizi bana anlatın.” diye ricâda bu­lundu. Selâhaddîn Uşâkî de hâlini Tâhir Ağaya anlattı. Tâhir Ağa onları bir süre evinde misâfir etti. O semtte bir ev alarak evin bütün ihtiyaçlarını temin etti. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî’ye; “Âilenizle filan eve gidelim.” dedi. Bir- likte satın aldığı eve varınca, Tâhir Ağa; “Bu ev size bizim hedi­yemizdir.” diyerek kabûl buyurmasını ricâ etti. Selâhaddîn Uşâkî ve ha­nımı bu eve yerleştiler. Daha sonra Selâhaddîn Uşâkî, Tâhir Ağa dergâ­hına şeyh ola- rak tâyin edildi. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî, hanımını ve ço­cuğunu alarak hocası ve kayınpederi Cemâleddîn Uşâkî’nin evine gitti. Hocası ona; “O celâlim sebebiyle bu ikrâma kavuştun.” buyurdular.

Konya’nın büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Mevlânâ hazretleri’nin hocası olan Seyyid Burhâ- neddîn Tirmizî hazretleri’nin talebesi idi. Kuyumculuk yapardı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün Konya’nın kuyumcular çarşısından geçerken, bir kuyumcu dükkânından gelen çekiç seslerinden çok etki­lendi. Her çe- kicin vuruluşunda çıkan seslerin, “Allah! Allah!” dediğini mü­şâhede etti. Bu sesler, eşi bulunmaz bir haz ve dükkânın sâhibine karşı kalbinde bü- yük bir muhabbet hâsıl etti. Kapının önünden Mevlânâ haz­retlerinin geç- mekte olduğunu gören kuyumcu Selâhaddîn ve çırakları, onu hürmetle selâmladılar. Mevlânâ, dükkâna merhametle teveccüh etti­ğinde, dükkân- daki bütün eşyâlar altın oldu. Bu durumu hayretle gören Selâhaddîn, dükkânındaki bütün malzemeyi, âletleri, çıraklarına ve fa­kirlere dağıtıp Mevlânâ’nın peşinden gitti. Ona talebe olmayı, dünyâ ser­vetlerinden üs- tün gördü. Huzûra vardığında Mevlânâ onu talebeliğe ka­bûl etti. Selâ- haddîn’deki istidâd ve kâbiliyeti görünce, yetişmesi için ça­lıştı. Selâhad- dîn de hocasına kusûr etmiyerek, on sene hizmet etti. Mevlânâ, hocası Şems-i Tebrizî hazretlerine gösterdiği hürmet ve saygı kadar, bu talebe- sine de şefkat ve merhametle muâmelede bulundu. Onu, kendisinden sonra yerine vekîl olabilecek şekilde yetiştirdi. Mevlânâ Celâleddîn, Selâ- haddîn’i o kadar çok severdi ki, onunla akrabâ olmak istemiş ve oğlu Sul- tan Veled’e, Selâhaddîn’in kerîmesini nikâh etmişti.

Selâhaddîn Zerkûb bir gün dedi ki: “Gönlümde bulunan nûr çeşme­leri, bende gizli ve örtülü olduğu hâlde, hocam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdlarına, nûrların nehir gibi aktığını gördüm.” Kayınpederin­den bu sözleri işiten Sultan Veled, babası Mevlânâ’ya; “Efendim! Selâ- haddîn hazretlerini sevmeniz, ona aşırı muhabbet beslemeniz, nû­runuzu müşâhede ettiği için midir?” diye sordu. Babası da; “Kıymetli ev­lâdım! Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene karşı muhabbet etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti, dünyâ zevkle­rinden, onu yedirip içirmesinden, giydirip kuşatmasından dolayı değildir. Aralarındaki bu bağ, Allahü teâlânın kalbe yerleştirdiği akrabâlık, annelik muhabbetinden dolayıdır.” diyerek, Selâhaddîn’in derecesini açıkladı.

Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî hazretleri anlatır: Şâh-ı Nakşi- bend (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinden uzaklaş­tırılan- lardan birisi de, kız kardeşimin oğlu Şemsüddîn idi. Bir gün Şâh-ı Nakşi- bend hazretlerinin evine, hatırı sayılır misâfirler gelmişti. Şâh-ı Nakşi- bend bu Şemseddîn’e; “Nehre git de suyu bu tarafa bağla” bu­yurdu. Şemseddîn emri yerine getirmekte gevşeklik gösterdi. Biraz sonra da ge- lip, Şâh-ı Nakşibend’e; “Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yo- luna suyu bağlayamadım.” dedi. Bu ihmâl, Şâh-ı Nakşibend hazretle­rini çok üzdü. Mevlânâ Şems; “Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıt- saydın. Senin için bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu.” bu­yurdu.

Ondan sonra Şemsüddîn’e bir hastalık musallat oldu. Çâresini bu­lamadılar. Bir ara benim yanıma geldi. Hâlini anlattı: Kendisine; “Hâce Alâüddîn-i Attâr’a git. Hâlini arz et. Senin için, Şâh-ı Nakşibend hazretle­rine gidip, şefâat etmelerini ricâ et! Belki merhamet edip kabahatini ba­ğışlar” dedim. Yeğenim Şemseddîn, Alâeddîn Attâr’a gitmeyip, Muham- med Pârisâ’ya gitmeyi tercih ederek, onun yanına gitmiş, o da; “Senin derdin bizim tarafımızdan şifâya kavuşturulamaz. Senin başvura­cağın yer, Alâüddîn-i Attâr’ın kapısıdır.” demiş. Yeğenim Şemsüddîn yine gitmemiş. Gelip olanları bana anlattı. Ben de kendisine; “Sana Alâüddîn-i Attâr hazretlerine git demedim mi? Başka yol kalmadı…” de­dim. Yine Alâüddîn Attâr’a gitmedi. Tekrar Muhammed Pârisâ’ya gitti. Bundan son- ra, Şemsüddîn öyle hastalandı ki insanları bile tanıyamaz hâle geldi. Ço- cuklarının isimlerini bile unuttu. Sâdık talebelerin, şu üç edebe uymaları mecbûriyeti vardır: Hocasına makbûl sayılacak ne hiz­met yapsa, bundan dolayı aslâ gurûra düşmemeli, nefse pay çıkarma­malıdır. Kendisinden makbûl olmıyan bir iş zuhûr etse, ümitsizliğe düş­memeli, ayrılmayı aslâ aklına getirmemelidir. Hocasının verdiği emri mu­hâkeme ve münâkaşa etmeden yerine getirmek için canla başla gayret göstermelidir.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dör­düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, marâz-ı mevtinde (ölüm hastalığında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti: “Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muham- med aleyhisselâmın yoluna tabî olmaktan aslâ ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nîmetlerin vâsıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem buyurdu ki: “İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır.” Yâni her müslüman ereğin ve kadı­nın, kenidne lâzım olan din bilgilerini öğrenemsi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: 1- Îmân ve îtikâd bilgileri. 2- Namazla ilgili bilgiler. 3- Oruçla ilgili bilgiler. 4- Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5- Eğer zengin ise hac ile bilgiler. 6- Ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlânın rızâsı, ana-babanın rızâsını ka­zanmakla elde edilir.” buyurdu. Bu bakımdan, ana-babanın hakını gö­zetmek mühimdir. 7- Sıla-i rahm (akrabâyı ziyâyeret). 8- Komşu hakkını gözetmek. 9- Lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek. 10-Helâli ve ha­ramları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bil­diği ile amel etmediğinden helâk olmuştur. Şiir:

“Dünyâ tâlibleri, hep hırs ile mest oldular,

Para için, dâim kendilerini bozdular.

Hüdâya yaptıkları ahidleri bozdular,

Hepsi Mûsâ’ya düşman, Fir’avn’a dost oldular.”

 

İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmek, sizin, Alla- hü teâlânın râzı olduğu yolda yürümenize mâni olan büyük bir engel­dir. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayıp, O’nu zikrediniz. Böylece dîninizi dünyâya değişmemiş olursunuz. Dâimâ Allahü teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibâdet, Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkma­yınız.

Ey dostlarım, dâmiâ Allahü teâlâyı zikrediniz. Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakınız. “Lâ ilâhe illallah” Kelime-i tevhîdini söylerken “Lâ” der­ken nefyediniz, Allahü teâlâdan başka hiçbir ma’bûd olmadığını biliniz. “İlallah” derken, Allahü teâlânın noksan sıfatlarından münezzeh oldu­ğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü teâlâyı zik­retmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temiz­ler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnun olması temizler. İhlâs sâhibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtluşu arayı­nız.

Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanın mîdesi, içinde temiz su topla­nan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su dağılır ve bu su ile çi­çekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sal- lallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bir kimse, hiç ha- ram karıştırmadan kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nahirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kal­bin- den giderir.”

Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edebli olmak lazımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatların başıdır. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, işle­nen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha günâhı işlememektir. Al- lahü teâlâdan dâimâ korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe edi­niz. Başkaları sizden hoşnûd olsun. Günahlarınıza pişmân olup, o kadar ağ- layıp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekâr densin. Dünyâda iken gü- nahlara pişmân olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâ­zım- dır. İşte, bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânın rı­zâ- sını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihâ- net etmemek, kendi kusûrlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amelleri- ni görmemek, dâimâ Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olmaktır. Hiçbir işe, Allahü teâlânın ismini söylemeden (besmelesiz) başlamayınız ki, â- hirette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.

Allahü teâlânın emirlerine itâat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli aslâ terketmeyiniz.

Emr-i mârûf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid’atlerden sakınınız. Âyet-i kerîmede meâ- len buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emri­nizde olanları ateşten (Cehhennem’den) koruyunuz ki, onun yakacağı, insanlar ve taşlardır…” (Tahrim sûresi:6). Âhirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd şöyle anlat­mıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm’ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnın­dan buram buram ter damlıyordu. Bunun üzerine; “Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi ne- dir?” dedim. Cevâbında “Bir gün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyâmet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum.” dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i mârûfu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir ba­kınız!

İşlerinizi, dînimizin emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız za­man, bakınız, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip yapınız. Uymu­yorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dînin emirlerine yapışmaktır ve al- lahü teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hudûda, hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezâyı bildiren nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, allahü teâlâya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz, yaptığınız işleri kurtulu­şunuza vesîle olacak şekilde yapınız. Helâl rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktârda kazanıp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dînimizin emrine uygun olarak davranınız. Resûlullah efendimiz; “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır.” buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tât yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allahü teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resûlullah efen­dimiz; “Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır.” buyurdu.

Ey talebelerim! İnsanların maksada, saâdete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; âhiret yolunu bırakıp, yalancı dünyâya sarılmaları­dır. Âhiret saâdetini isteyen kimse, doğru îtikâda sâhib olup, bid’at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesâba çekile­ceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişâtınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açıl­mıştır. Onların maksadı, Allahü teâlânın rızâsını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Alahü teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir bü­yük zât yaratır. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey tale­belerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhiret saâde­tine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammed’in aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah efendimiz; “Âlimler, Peygamberlerin vârisleri­dir.” buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesîlesidir. Resûlullah efendimiz; “Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez.” buyurdu.

Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Sima’ ya­pıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak duru­nuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sima’ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sima’ hâlinde olduğunu gösterir.

Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselern işidir. Eğer bundan daha çok nasîhat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasîhat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifâyet eder. Akıllı olana bir işâret yetişir.”

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son de­rece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir.”

Hocası Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; “Tale­benin hocasına ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Al­lah korusun istidractır. Şekâvet alâmetidir.” diye yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Gençler! Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. Biz yaşlılardan ibret alınız da, zayıf ve güç­süz duruma düşmeden evvel, çok ibâdet yapınız.” (O, bu sözü söyler- ken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)

“İhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek kadar bir ev ve doğru ilim sâhibi olmaktan başka, dünyâda her şey boş ve faydasızdır.”

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur diye so­rul- du. O; “Kişi akıllı ve idrâk sâhibi olmalı. Sükût etmeli. İnsanlarla az gö­rüşmelidir.” buyurdu.

Velîlerin büyüklerinden Sinân Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önce Erdebil’de tahsil yaptı. Sonra Tebriz’e geldi. Orada Dede Ömer Rû- şenî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Bir gece rüyâ gördü. Bu rüyâ­sını tâbir eder ümidiyle Dede Rûşenî hazretlerinin huzûruna geldi ve rü­yâsını anlattı. Dede Rûşenî hazretleri onu dinledikten sonra; “Oğlum bi­zim hocamızda cezbe, kendinden geçme, aşk ve irfân, zühd ve takvâ ile ilim ve melâmîlik halleri vardı. Sonra bunları talebelerine taksim ettiler. Aşkı bize, cezbeyi Alâeddîn’e, zühdü Molla Habîb’e, takvâyı Şükrullah’a, ilmi Şeyh Sinân’a, melâmîliği Gülle’ye verdiler. Senin istediğin irfândır. O meziyet Pîr Muhammed’de idi. Şimdi ise Çelebi Halîfe’dedir. O da Rum diyârlarındadır. Senin bu rüyânın tâbiri onlarda müyesser olacaktır.” bu­yurdu. Sonra bir mektup yazıp onu Anadolu’ya gönderdi. Sinân Erdebilî aylar süren bir yolculuktan sonra, İstanbul’a geldi. Çelebi Halîfe’nin bu­lunduğu dergâhı öğrendi. Bir Cumâ günüydü. Çelebi Halîfe vâz için câ­miye geldi. Sinân Erdebilî de câmide bir köşeye oturup bekledi. Çelebi Halîfe onu bir köşede görünce; “Sinân, oğlum, Dede Rûşenî’nin mektu­bunu getir, görelim. Bakalım ne buyurmuşlar?” dedi. O da hayretle aya- ğa kalkıp mühürlü mektubu verdi. Çelebi Halîfe mektubu okudukta, se- lâmını alıp; “İnşâallah hayırlısı olur.” buyurdular ve Sinân Erdebilî’ye ders olarak halvet, yalnızlık ve uzleti emrettiler.

Türkistan evliyâsı Sûfî Allahyâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin Habîbullah-ı Buhârî’ye talebe olması şöyle anlatılır: Sûfî Allahyâr hazretlerinin kabadayılığı çok meşhûr olmuştu. O, sokaklarda dolaşırken sokakta oynayan çocuklar korkarak dağılıyorlardı. Habîbullâh-ı Buhârî hazretlerinin bir talebesini de hırpalamıştı. O gece Sûfî Allahyâr hazret­leri çok sayıda halıyı üst üste yığarak, üstünde arkadaşlarıyla birlikte o- turmakta idi. Gecenin ilerlemiş bir saatinde Sûfî Allahyâr hazretleri bir­den ayağa kalkarak Habîbullah-ı Buhârî hazretlerinin dergahına doğru koşmaya başlar. Kapıyı çalar. Habîbullâh-ı Buhârî hazretlerine talebe ol- mak istediğini söyler ve bütün günâhlarına tövbe eder. Ancak kendisi­nin bir şartla talebeliğe kabul edilebileceği belirtilir. Şart şudur: Sûfî Allahyâr hazretleri hemen o günden itibaren sokakta ciğer satacak, bunu yaparken kafasına da koyunun sakatatını saracaktır. Sûfî Allahyâr haz­retleri şartı kabul eder ve bütün şartlara riâyet ederek hiç bir şeye aldır­madan uzun zaman ciğer satar. Nihâyet bir gün dergaha kabul edilir ve büyük bir ihlasla hizmete başlar. On iki yıl burada kalarak tasavvufta yüksek derecelere ulaşır.

Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî hazretle­rinin, Ömer Rûşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olması şöyle anlatılır: Karabağ’da Dede Ömer Rûşenî hazretleriyle karşılaşınca, kendisine talebe olmak istediğini bildirdi. Rûşenî hazretleri; “Bu altın yal­dızlı elbiselerini sat. Yerine aba alıp giy. Köle ve hizmetçilerini bırak.” buyurdu. Şâh Kubâd; “Başüstüne Efendim!” diyerek, bütün kıymetli eş­yâlarını sattı. Elde ettiği binlerce altını alıp Rûşenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliğe kabûl edilip nefsine zor gelen şeyleri yaparak hocasına candan hizmet etti. Rûşenî hazretlerine tam olarak bağlandı. Şâh Kubâd yetiştikten sonra Rûşenî hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim aldığı altınları da kendisine verip, Şirvan’a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler inşâ etti. Orada insanları iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye çalıştı.

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A’lâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) anlatır: Hakîkî büyüklere, Allah adamlarına ka­vuşmak i- çin çok çalıştım. Çok gayret ettim. Bu esnâda gönülleri çeken âlim ve ev- liyânın kutbu Şeyh Nizâmeddîn Nârnûlî kendi kıyâfetinde zâhir oldu. Be- ni benden aldı. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni istediğini işâret etti. Tâ- katım kalmadı. Yalın ayak, başı açık dışarı çıktım. Nereye gide­ceğimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir şeyim de yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aşkı beni çekip kendi kendime Nârnûl beldesine gittim. Daha şehre girmemiştim ki, hazret-i Hâce kendi na’lın ve sarığını bir hizmet- çinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhına gitmeden, diğer bir hiz- metçi geldi. Bana bir kâğıt verip dedi ki: “Hazret-i şeyh, Allahü teâlânın ism-i şerîfini kendi eliyle yazıp, size gönderdi. “Bu ismin zikrine devâm etsin ki, yüksek nîmetlere kavuşsun. Sonra huzûruma gelsin” dedi.” Yedi gün mescidde kaldım ve o ismin zikrine devâm ettim. Kal­bimde bir de- rece safâ hâsıl oldu. Emrine uyarak huzûruna gittim. “El­hamdülillah her- kesten a’lâ oldun” buyurdu ve Îzâhında âciz kalacağım mânevî ihsân- larda bulundu. O günden îtibâren “A’lâ” diye tanındım. Haz­ret-i şeyhin işâreti ile bu ismi, şecereye ve sicile yazdım. Ondan sonra bir yıl beş ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldım. Riyâzet ve mücâhedeler yaptım. Nihâyet birgün beni husûsî odasına çağırdı ve; “Bâbâ! On dört hâne- dandan bana ulaşan nîmetleri sana verdim. Sana izin veriyorum. Memle- ketine git ve insanlara bu büyüklerin yolunu, İslâmiyetin yüksek bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki, büyük de­deniz Kutb-ı Rabbânî Şeyh Celâleddîn Kebîr-ul-evliyâ devamlı rüyâmda bana buyuruyor ki: “Toru- numuzu çabuk gönder. Zîrâ benim yerim, onsuz boş kalmıştır.”

“Yerin boşluğu”nun mânâsı nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Şeyh husûsî hırka, hilâfet ve ayrıca baston ve tesbih verdi. Agra’ya gel­diğimde, işittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül atkıyâ Nizâmüddîn Pâni-pütî vefât etmiş. Anladım ki, boş yer buna işâret idi. Pâni-püt’e geldim. Babamdan kalan pîrânın (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine geçip vekîli oldum. Onların arzu ettikleri şekilde hizmete devâm ettim.

Eski günlerimde Şeyh Muhammed Mevdûd’un türbesine benzer bir hücrede beş gün kaldım. Hiçbir şey yemedim, içmedim. Hatırıma geldi ki, gâibden bir şey gelmedikçe kendim bir şey yemiyeceğim. Dermansız kaldım. Ayağa kalkıp yürüyecek tâkatım kalmadı. Gözlerim kararmaya başladı. Âniden hücrenin dışından bir ses kulağıma geldi. “A’lâ, dışarı gel” diyordu. O sözden kuvvet alıp, zorla dışarı çıktım. Gördüm ki, nûr yüzlü bir zât karşımda duruyordu. Elinde de beyaz bir şey vardı. Yanıma geldi. Elinde bulunan beyaz şeyi parça parça yapıp, hepsini bana ye­dirdi. Ekmek gibi bir şeydi. Fakat rengi ve tadı ekmeğe benzemiyordu. O zât bir şey söylemeden gitti. Biraz ileride kayboldu. Müşkillerimi ondan sormadığıma üzüldüm. O gece aynı zâtı rüyâda gördüm. Soracaklarımı sordum ve cevaplarını aldım.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, ho­cası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle demektedir: “Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektu­bunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi al­dım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki gayretinizi arttırsın, in­sanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla ya­nıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka kavuş­masına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te’arruf, Nefehât-ül-Üns ve fıkıh kitapları mecli­sinizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden secdeye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk’ı arayanları da kendi yoluna, dînine kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyi­likleri size de versin. Size ve yanınızdakilere selâm ederim.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin âilesi tarafından tam bir islâm terbi- yesi ile yetiştirildi. Kalbine İslâm âlimlerinin sevgisi yerleştirildi. Ken­disi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateşi alevlenip fazlalaşıyordu. Bu mu- habbet dayanılamayacak hâle gelince, kendisine irşâd edici, yol gösterici bir mürşid-i kâmil aramak üzere, bulunduğu Verşâne şehrinden çıkıp, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı. Mültan şehri civâ­rına geldiğinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker ile karşılaştı. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunup, icâzet aldı. Bundan son- ra, Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri ta­rafı- na gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ı Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ah- med Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu. Haz- ret-i Hâce onu görünce çok sevinip; “Şemseddîn! Sen benim mânevî oğ- lumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve u- zun zaman ayakta kalmasını Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.” buyurup, onu talebeliğe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kıymetli sohbetlerde ve husûsî hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldı. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler ile çok gayret ederek, evliyâlık yolunda üstün derecelere, anlaşılamayan yüksekliklere kavuştu. Ondan icâzet ve hilâfet alıp mezun oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde, diğer talebe arkadaşlarından ileride idi. Nitekim yüksek hocası onun için; “Bi­zim Şems’imiz evliyâ içinde güneş gibidir.” buyurup, ona Şems-ül-evliyâ lakabını vermiştir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi. Hocasından aldığı vi- lâyet nûru ile o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evli­yâlık mertebelerine kavuşturdu.

Zâhirî ve bâtınî ilimleri kendisinde toplayan İslâm âlimlerinden ve ev- liyânın büyüklerinden Şeyh İbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed Sayyâd el-Yemenî şöyle anlatıyor: “Fakîh İbrâhim bin Ali hazretlerine talebe oluşumun ilk zamanları idi. Bana, nef- se güç gelen işleri yapmamı emrediyor, bu şekilde vazifeler veri­yordu. Ben ise buradaki inceliği anlıyamıyordum. Bir gece yalnız kaldı­ğımda, bu hâlden şikâyetçi oldum. Yanına vardığımda, ben hiçbir şey söylemeden; “Allahü teâlâya benden şikâyetçi oldun ve şöyle şöyle söy­ledin değil mi?” diyerek, benim bütün söylediklerimi haber verdi. Ben, hocamın bu kerâmetini görünce, bana verdiği vazifelerin ve nasîhatlerin hep benim fâidem için olduğunu anladım. Kendisinden hiç şikâyetçi ol­mamaya karar verdim. Yine ona talebe olduğumun ilk zamanlarında çok konuşurdum. Konuştuğum zaman da, düzgün konuşamazdım. Yerli yer­siz, lüzumlu lü- zumsuz konuşurdum. Hattâ hocamın huzûrunda bile böyle konuşurdum. Bu hâlimden, kendim dahî rahatsız olurdum. Fakat bir türlü terkedemi- yordum. Hocam, çok defâ beni bu hâlden menettiği hâlde yine terk ede- medim. Nihâyet birgün yine böyle konuşurken, hocam; “Yâ Rabbî! Bu- nun dilini bağla!” buyurdu. Bundan sonra hocamın yanında tekrar konuş- mak istediysem de konuşamadım. Konuşmak isteyip de ko­nuşamadığım zaman çok sıkılır, ölecekmiş gibi olurdum. Hocamın ya­nında hiç konuşa- mayınca, sıkıntılı bir hâlde şehrin dışına çıktım. “Yâ Rabbî! Şehre geri dönünceye kadar dilimi çöz! Hocamın duâsı ile dilim bağlandı. Bu hâle dayanamıyorum.” dedim. Allahü teâlâ dilime eski hâlini ihsân etti. Hoca- mın yanına geldiğimde, ben hiçbir şey söylemeden; “Allahü teâlâya ben den şikâyetçi olmamaya karar vermiştin. Şimdi bu hâle tekrar döndün öyle mi?” buyurdu.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilk zamanlarında, kendisini mânevî olarak terbiye edip ye­tiştirecek bir rehber bulup, ona talebe olmak niyetiyle çok seyahat eden Şeyh Tâc, bu vesîle ile çok yer dolaştı. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarında bile, kalbi çok saf, temiz; aşk, muhabbet ve ihlâs ile dolu olduğundan, seyahatleri sırasında kabirlerini ziyâret ettiği velîlerin rûhâ- niyetleri ile, hattâ, o velîyi ziyârete gelmiş başka velîlerin rûhâniyetleri ile görüşürdü. Hindistan’da Ecmîr şehrine gittiğinde, orada bulunan evliyâ- nın büyüklerinden; Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda rûhâniyeti ile görüştü ve o büyük velî, Şeyh Tâc’a nefy ve isbât yâni; “Lâ ilâhe illallah” zikrini Çeştiyye yoluna mahsus şekilde öğ- retti ve çeşitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyâreti esnâsında Hâce Muînüddîn-i Çeştî, Şeyh Tâc’a, evliyâdan Hamîdüddîn Bâkûrî’nin med- fûn olduğu Bâkûr beldesine gitmesini, orada bir müddet kalmasını em- retmişti. O da bir müddet sonra Bâkûr’a gidip, orada zikrle meşgûl olma- ya başladı. Zaman zaman da, orada medfûn olan Şeyh Hamîdüddîn’in kabrini ziyâret ederdi. Oradaki bir hâlini kendisi şöyle an­latır: “Bâkûr’da bulunduğum zamanlar, çok nûrlara, hâllere kavuştum. Halvete, yâni tenhâ bir yerde yalnız kalıp, ibâdet ve zikr ile meşgûl ol­maya girerdim. Üç evin arasında tenhâ bir oda vardı. Hiçbir şeyin beni ve zihnimi meşgûl etmemesi için geceleyin geç vakitte, zifiri karanlıkta o yere girer, kapıyı kapatırdım. O karanlık vakitte odanın içinde güneş mi­sâli bir nûr zâhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarları aydınlatacak kadar parlardı. O nûrun aydınlığı, güneşli bir öğle vaktindeki aydınlık kadar olurdu. Ben bu ışıkta Kur’ân-ı kerîm okurdum. Bu nûr devamlı bana ar­kadaş idi.”

Sık sık seyahate devâm eden Şeyh Tâc, o zamanda bulunan birçok velî zât ile karşılaştı. Nihâyet Delhi’nin yakın köylerinde bulunan Şeyhul- lah Bahş (Şeyh İlâh-bahş) hazretlerinin dergâhına geldi. Şeyh İlâh-bahş ona; “Ey Tâc! Bir kimseyi talebeliğe kabûl etmeden evvel ona odun ve su taşıtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun için sen bir müd- det mutfağa su taşımakla meşgûl ol.” dedi. O ise asîl bir âi­leye mensub olup, böyle şeylere alışık olmadığı hâlde nefsi terbiye için hocasının bu emrini seve seve kabûl etti ve su taşımaya başladı. Bu günlerde onda hârikulâde hâller görüldü. Gücünün üstünde yük taşırdı. O beldenin insanları, onda gördükleri yüksek hâlleri anlatırken; “Su testi­sini doldurur, başının üzerinde götürürdü. Biz dikkat ettiğimizde testinin, başından iki karış yukarıda, onunla birlikte boşlukta hareket ettiğini gö­rürdük.” demişlerdir.

Şeyh Tâc ise bu hizmeti büyük bir edeb ve şevkle yapıp; “Böyle bir vazifem var iken başka işleri neylerim” derdi. Hocasına hizmet etmesi bereketiyle kavuştuğu derecelerin pekçok olduğunu bildirirdi. “Ulaştığım derecelere hizmetle ulaştım.” derdi. O büyük zâtın hizmet ve sohbetinde uzun müddet kalıp icâzet aldı.

Bu sırada Hâce Muhammed Bâkî-billah, Mâverâünnehr seferinden dönüp, Lâhor’da bir sene kaldıktan sonra gelip Delhi’ye yerleşti. O za­man Şeyh İlâh-bahş da vefât etmişti. Şeyh Tâc ise ondan icâzetliydi. Bu- nunla berâber Muhammed Bâkî-billah’ın sohbet ve terbiyesine ka­vuşmak şevki ve arzusuyla seve seve o büyük zâtın şerefli huzûruna koştu. Asâ- let ve icâzetine rağmen büyük bir tevâzu ve edeb örneği gös­tererek, hazret-i Hâce’nin sohbetine, husûsî teveccühlerine ve mahrem halvetle- rine kavuştu. Yâni Hâce hazretleri ona ayrıca teveccüh ve iltifât­larda bulunur, husûsî odalarında onunla başbaşa kalıp sohbet ederdi. Muham- med Bâkî-billah’ın husûsî sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturanı ve enîsi, sohbet arkadaşı idi. Ondan feyz alanlar arasında Şeyh Tâc önde gelen- lerdendir. Kendisi şöyle anlatır:

“Hazret-i Hâce’miz bana icâzet verecekleri zaman, mübârek kalble- rinden geçmiş ki: “Eğer o da hâl esnâsında, Nakşibendî büyükleri­nin kendisine icâzet verdiğini görse ne iyi olur.” O sırada hâl esnâsında ken- dimi Buhârâ’nın iftihar kaynağı olan, Azîzân ve Pîr-i Nessâc isimle­riyle meşhûr Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin huzûrunda gördüm. Üze­rinde is- mi yazılı olan mübârek takkelerini başıma koydular. Çok tevec­cühte bu- lundular. Sonra bu hâli hazret-i Hâce’mize arzettiğimde tebes­süm edip, daha evvel hatırına geleni anlattı ve icâzet verdi.

Rivâyet edilir ki: Hâce Muhammed Bâkî, Şeyh Tâc’a icâzet verdikten sonra, Allahü teâlânın ihsânı ve o büyüklerin bereketi ile, Şeyh Tâc’ın nazarında öyle bir bereket ve tesir hâsıl oldu ki; her kime bu yüksek yo­lun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe ve hâller hâsıl olurdu.

Hâce Muhammed Bâkî-billah vefât edince, Şeyh Tâc şaşkına dön- dü. Kalbindeki rahatsızlıktan dolayı diyâr diyâr dolaşmaya başladı. Hin- distan ve Keşmîr’in çok beldelerini gezip, daha sonra hacca gitti. Mekke-i mükerremeye vardı. Harem-i şerîfin büyük âlimlerinden ilim, amel, riyâ-zet, kanâat ve nûrlar sâhibi Ahmed ibni Allân da orada idi. Nakşiben- diyye yolunun büyüklerine karşı tam bir ihlâs ve îtikâdı olan bu zât, aşk ve muhabbetle bu büyükleri anlatan Reşahât Ayn-ül-Hayât kita­bını Fâ- risîden Arabîye tercüme etmişti. Bu tercümeyi, Arabistan halkının, bu bü- yükleri tanımaları ve onların yolunda yürümeleri için yapmıştı.

İşte Nakşibendiyyenin büyüklerinden olan Tâcüddîn-i Nakşibendî o- raya gelince, yine bu yolun büyüklerinden bâzıları, mânevî işâretler ile İbn-i Allân’ı onun huzûruna gönderdiler. Tam bir ihlâsla ve aradığını bul­manın neşe ve sürûru içinde Şeyh Tâc’ın huzûruna gelen İbn-i Allân, o büyük zâtı görüp sohbetinde bulununca, muhabbet ve bağlılığı çok arttı. Tam bir tevâzu, istek ve muhabbetle hizmetlerine koyuldu. Onun bu hâli, orada bulunan başkalarının da, Şeyh Tâc’a karşı muhabbet ve ihlâsları- nın artmasına vesîle oldu.

Şeyh Tâc, birçok defâlar Hicaz’dan Hindistan’a geldi ve tekrar o şe­refli diyâra gitti. Son defâsında Lâhor ve Basra viâyetlerine gitti. Çok in­sanlar onun vesîlesiyle evliyâlık yoluna katıldılar. Hattâ o diyârın pâdi­şâhı da, onun hâlis talebelerinden oldu. Onlarla toplanıp sohbetlerde bu- lunurken hac mevsimi yaklaştı. Fakirlik ve kanâate râzı iki talebesi ile bir- likte Kâbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfine git­mek üzere yola çıktılar.

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatır: “O sene hac esnâsında Şeyh Tâc’ı gördüm. Bana buyurdu ki: “Senelerdir sahrâlarda, şehirlerde dolaştım. Şimdi sâhibimin evinin süpürgecisi olmaya geldim. Tâ ki, aynı yerde top­rak olayım. O eşikte toprak olan başa ne mutlu.”

Talebelerinden biri şöyle anlatır: “Bir gün hocamızla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O başını eğmiş, murâkabe hâlindeydi. Biraz sonra başını kaldırdığında kendisinden bir nûr çıktı ve o nûr yakında bu- lunan bir nar ağacının üzerine gitti. Ertesi gün baktığımızda o ağacın, bütün meyvelerinin, dal ve yapraklarının inci hâline döndüklerini gördük.”

Büyük velîlerden Muhammed Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz’de ilim tahsîl etti. Daha sonra memleketi olan Şirvan’a dönüp ticâ­retle meşgûl oldu. Velîlik yoluna girişi şöyle anlatılır:

Şirvânî hazretleri önceleri ipek alıp satardı. Geylân ve Laheycan bel- delerine mal gönderirdi. O beldede bir ortağı vardı. O, malları orada sa- tar ve memleketin parasına çevirirdi. Bir gün ortağı vefât etti. Geride kim- sesi olmadığı için bütün malına oranın idârecisi el koydu. Şirvânî hazret- leri bunu işitince, oraya gitmek üzere yola çıktı. Vardığında hâkime durumu anlattı. Mallarını geri istedi. Lâkin ne yaptıysa malını kurtara­madı. Bunun üzerine Allahü teâlânın sevgili kulu Şeyh Zâhid hazretleri­nin dergâhına gelip hâlini ona anlattı ve duâ istedi. Zâhid hazretleri; “Oğlum! Sen bu işe memur değilsin ve bunun için yaratılmadın. İsmin güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler sen­den meydana gelir.” buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazret­leri ona nazar etti ve Şirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman soh­betlerinde bulunup yetişti.

Şirvânî, hocası Zâhid hazretlerinin pirinç tarlalarında ve bağlarında çalıştı. Geceleyin oralara gidip sulama işlerine bakardı. Çalışırken yerine bakacak bir dervişin geldiğini görse hemen namaza dururdu. O namaza başladığında suyun akışı ve seviyesi yükselir, bağ ve çeltik tarlası baş­tan başa sulanırdı. Namazını bitirdiğinde suyun seviyesi düşer ve akışı azalır, eski hâline dönerdi. Bunu gören derviş arkadaşı suyun fazlalaş­ması işini hocasına anlattığında hocası; “Vakti geldi.” buyurdu ve Şirvâ- nî’yi çağırıp ona icâzet, diploma verdi. Sonra da onu hak yolun bil­gilerini öğretmekle vazîfelendirdi.

Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Talebenin dikkat et­mesi gere- ken ve kendine lâzım olan şeyler şunlardır: a) Kalbini ve niye­tini kötülük- lerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hırslı ol- mak, c) Bid’atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlı iyi düşüncelerle meşgûl olmak, f) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarından bir zerre bile dışarı çıkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini be­ğenmişler tâifesinden olmamak, k) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlan­mamak.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz bi­rincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; “Be- ni Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün zannetmeyin” buyur­muştu. Meclisinde olanlar; “Efendim, siz ikisinin de hocasısınız” dediler. “Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler.” buyurdular.

Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üs­tündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde hocası Yâkûb-i Çerhî (r.aleyh) hazretlerine talebe oldu ve onun sohbe­tinde kemâle ulaştı. Bu hocası ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:

Herat’a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile tanış­tım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sor­dum. Yâkûb-i Çerhî’den aldığını söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî’nin büyük­lüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun üzerine Yâkûb-i Çerhî’nin soh­betine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû’ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân’a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sı­rada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm e- dip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş ol­mamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; “Gel bîat eyle, talebem ol!” buyurdu. O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gör­düm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsı­nın güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden u- zatıp;

“Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur.” buyurdu. Sonra sesini yükselterek; “Bu el, Behâeddîn Buhârî’nin elidir, tutun!” buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim etti. Sonra: “Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz.” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (dip­loma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere ve­dâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; “Bu yolu tâlim e- derken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidât­lılara ulaştır!” buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyur­muştur: “Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek.”

Türkistan’ın büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri talebe­lerine şöyle buyurmuşlardır: “Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktı­ğında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâ­fa- za edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmânlığın faydası olmaz.”

Bir gün ders esnâsında Yûsuf Bahri Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir konuda hocasına îtirâzda bulundu. Dersten çıkınca hocası, Yû- suf Bahri Efendiyi yanına çağırarak; “Benden nasîbini aldın. Bundan sonra Mısır’da Şeyh Murtaza’dan ilim öğrenmeye devâm edeceksin.” buyurdu.

Yûsuf Bahri Efendi, hazırlığını yapıp, heybesine kitapları doldurarak yola çıktı. Kâhire’ye varınca, Şeyh Murtaza’yı arayıp, Câmi-i Ezher’de ders okuttuğunu öğrenince, oraya gitti. Câmi, kapısına kadar dolu idi. Kapının önünde dikilip Murtaza Efendiyi dinlemeye başladı. O sırada içe­riden biri gelip; “Şeyh Murtaza Efendi; “Kapıda duran Yûsuf’a omuzunda- ki heybeyi Nil’e atıp gelmesini söyleyin diyor” dedi. Yûsuf Bahri Efendi bu âni hitap ile şaşırdı. Nil kenarına giderek, bir kazık çaktı ve heybenin u- cuna bir ip bağlayıp, Nil’e attı. İpin ucunu da kazığa bağ­ladı. Sonra tek- rar Câmi-i Ezher’e geldi. Yine biraz önce haber veren zât gelerek; “Hoca sana, kazığı çeksin de gelsin, diyor.” dedi. Yûsuf Bahri Efendi geri dö- nüp, bağladığı ipi söktü ve heybe Nil sularında kayboldu. Geri dönüp câmiye geldiğinde talebeliğe kabûl edildi. Böylece bir büyüğe bağlanmak için boş gidilmesi gerektiğini anladı.

Yûsuf Bahri Efendi, Murtaza Efendinin sohbetlerinde kemâle gel­dikten sonra, icâzet, diploma aldı. Hocası onu insanlara doğru yolu an­latmak için memleketine gönderdi. Giderken; “Yûsuf, hac zamânı yakın­dır. Hac farîzasını yerine getir de öyle git.” buyurdu. Yûsuf Bahri Efendi hac farîzasını yerine getirdikten sonra Peygamber efendimizin kabr-i şe­rîflerini ziyâret maksadıyla Medîne’ye gitti. Ravda-i mutahherayı ziyâret ederken iç kapısının üstündeki hadîs-i şerîfi okuyunca, bir vav harfinin fazla olduğunu gördü. Kaldırılmasını ilgililere söyledi. Bu durumu görüş­mek için toplanan ulemâ; “Bunca senedir hiç kimsenin fazla demediğine, bir Türk hoca gelmiş de fazla diyor.” diyerek Yûsuf Bahri Efendiyi kü­çümsediler ve öldürmek istediler. Yûsuf Bahri Efendi ortalığı yatıştırmak için; “Benim söylediğim hadîs-i şerîfi yazın, bir de kapının üstündeki ha­dîs-i şerifi yazın. Her ikisini de kapının önüne koyalım. Sabahleyin bakın, benim dediğim gibi çıkmazsa, beni öldürün.” dedi. Denileni yaptılar. Er­tesi sabah kağıtlara bakıldığında, Yûsuf Bahri Efendinin söylediği şekilde yazılı olan kağıdın altına ince bir kalemle; “Sadeka Yûsuf-i Bahri.” yazıl­mış olarak gördüler. Bunun üzerine Yûsuf-i Bahri ünvânını kazanan Yû­suf Bahri Efendinin büyüklüğü Medîne ulemâsı tarafından kabûl edildi. Durum Sultan İkinci Mahmûd Hana intikâl edince, Sultan, Yûsuf Bahri Efendiyi İstanbul’a dâvet etti ve çok ihsânlarda bulundu.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin dergâhına bir gün taşradan bir hoca efendi, gelip hürmetle el öptü ve ağlamaya başladı. Kendisinden ağlamasının sebebi soruldukta, şöyle anlattı: “Efendim! Ben size daha görmeden âşık oldum. Bir şehirde vâizdim. Bir gün kürside vâz ederken kulağıma; “Allah için bu zamânın kutbu, Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleridir.” diye bir nidâ geldi. Bunun üzerine aklım başımdan gitti. Konuşamaz oldum. Ağ­lamaya başladım. Benim ağlamamı görünce, cemâat da ağlamaya baş­ladı. Sonra güçlükle; “Ey müslümanlar! Hastayım. Vâz edecek hâlim kalmadı.” dedim ve kürsüden indim. Eve gittim. Aklımdan gitmez oldu­nuz. Uyku uyuyamaz oldum. Ertesi gün mescide geldim ve kürsüye çık­tım. Yine aynı nidâ geldi. Kendimden geçtim. Üç gün bu hâlim devâm etti. Cemâat gelip; “Bu hâlin nedir bize anlat? Derdine derman olalım, tabib bulalım. Bizden saklama!” dediler. Bunun üzerine onlara; “Benim ilaç kabûl etmez bir derdim var. Beni perişan eyleyen bir sevgidir, bir aşktır, gece gündüz kalbimi yakar, gözlerimden yaş akıtır. Câmide vâz ederken kulağıma gelen bir nidâ ile ben bu hâle geldim. O nidâ da; “Bu zamânın büyüğü Ahmed Ziyâeddîn hazretleridir.” nidâsıydı. Bunun üze­rine bu zâta âşık oldum. Nerede olduğunu bir bilsem.” dedim. Cemâat dağıldı. Bir müddet sonra bana, sizden haber getirdiler ve nerede oldu­ğunuzu öğrendim. Şimdi de mübârek huzûrunuza gelerek sizleri gör­mekle şereflendim.” Hoca efendinin anlattıklarını dinleyen Ziyâeddîn hazretleri tebessüm edip; “Hoca efendi, Allahü teâlânın sevgili kulları ke­râmetini açıklamaktan hayâ eder. İnsan, Allahü teâlâya kul olmakla, ibâ­det etmekle şereflenir. İstikâmet doğru yolda olmak en büyük kerâmet­tir.” buyurdu ve onu talebeliğe kabûl etti.