1.CİLD 210.MEKTÛB - kainatingunesi.com

 

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

210.MEKTÛB

 

Bu mektûb, mevlânâ Şekîb-i İsfehânîye yazılmıştır. (Nefehât) kitabındaki bir yazıyı açıklamakta ve nasihat vermektedir:

Bu fakire lutf ederek gönderdiğiniz şerefli mektûbunuzu okumakla sevindik. Selâmette olunuz. Bu yolun büyüklerini seviniz. Bu sevgi, ömrünüzün sermâyesi olsun. Kıyâmet günü bu fakirlerin sevgisi ile diriliniz. Fakirlikle övünen ve fakirliği, zenginlikten üstün tutan büyük Peygamberimiz hurmeti için, Allahü teâlâ, duâmı kabûl buyursun. İhsân buyurarak, (Nefehât) kitabındaki şeyh İbni Sekîne hazretlerinin mürîdinin hikâyesini yazıyorsunuz. Şöyle ki, birgün, gusül abdesti almak için Dicle nehrine dalmıştı. Başını sudan çıkarınca, kendini Nil nehrinde buldu. Mısra geldi. Burada evlendi. Oğulları oldu. Yedi sene sonra, gusül abdesti almak için Nil nehrine daldı. Başını çıkarınca, kendini Dicle nehrinde buldu. Evvelce, Dicleye giderken, Dicle kenârına koymuş olduğu elbiselerini, koyduğu gibi buldu. Bunları giydi. Evine geldi. Zevcesi, karşılayıp, misafirlerin için istediğin yemekleri hazırladım dedi.

Yavrum! Bu hikâyenin güç gelen yeri, yıllarca yapılacak şeylerin, bir ânda yapılması değildir. Çünkü, böyle şeyler çok görülmüştür. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed, mîraç gecesi göklere gidip, binlerle senelik yolları geçtikten sonra, geriye gelince, yatmış olduğu yerin daha soğumamış olduğunu, abdestte ibrikten akan suyun dalgalarının durmadığını gördü. (Nefehât) kitabında da, bu hikâyenin sonunda bildirildiği gibi, Allahü teâlâ, zamanı genişletmektedir. Bu hikâyenin güç olan yeri, Bağdâdda bir ân olan kısa zaman, Mısrda yedi sene uzamaktadır. Meselâ Bağdâdda o ân, hicretin üçyüzaltmışıncı yılı ise, Mısrda, o ânda, üçyüzaltmışyedinci yıl olmaktadır. Bu ise akla ve nakle uygun olmıyan birşeydir. Böyle birşey, bir iki kimse için olabilir. Başka başka şehirler ve başka başka yerler için olacak şey değildir. Bu fakirin hâtırına şöyle geliyor ki, bu iş uyanık iken olmamıştır. Bir rü’yâ olabilir. Bunu dinleyen kimse, rü’yâ sözünü rü’yet olarak anlamış olabilir. Uykuda olan, uyanık iken olmuş sanılmıştır. Böyle yanlışlıklar, çok görülmektedir. Belki rü’yâda görmüş ve rehberine rü’yâda söylemiş, sonra çocuklarına anlatmıştır.

Kitapta, bu hikâyeden sonra, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinden haber verdiği hikâye de, bunun gibidir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

(Cesedi terbiye eden ruhdur. Kalıbı terbiye eden kalbdir) sözünün açıklanmasını istiyorsunuz. Yavrum! Bu sözlerin ikisi de, birşeydir. İnsandaki Âlem-i halktan olan maddelerin, Âlem-i emirden olan latîfeler tarafından terbiye edildiği bildirilmektedir. Ceset kelimesinin, ruh ile birlikte kullanılması âdet olduğu için ve kalıp ile kalb kelimeleri de, birbirine benzediği için, edebiyat bilgisine uyarak böyle yazılmıştır.

Nasihat istiyorsunuz. Yavrum! Bu bozukluğum ve dünyaya dalmış hâlim ve bilgisizliğim ve başarısızlığım ile, size nasihat vermeye kalkışmaktan hayâ ederim, utanırım. Fakat, emr-i mâruftan kaçınmaktan da korkarım ki, hasîslik ve alçaklık yapmış olmıyayım. Bunun için, birkaç kelime yazmaya kendimi zorluyorum. Yavrum! Dünyada kalmak zamanı pek azdır. Bu kısa zamanın çoğu da boş yere geçmiş bulunuyor. Pek azı kalmıştır. Âhıret zamanı ise sonsuzdur. Orada başa gelecek şeyler, bu birkaç günlük işlere bağlıdır. Bundan sonra, yâ sonsuz nîmetler, zevkler veya bitmez tükenmez azâblar, acılar vardır. Muhbir-i sâdık, yâni hep doğru söyleyici, bunları haber vermiştir. Elbette olacaklardır. Aklı olan kimsenin, durmadan çalışması lâzımdır. Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanları, boş yere geçti. Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin isteklerini yapmakla tükendi. Şimdi, ömrün en kıymetsiz, başarısız zamanı kaldı. Artık, bununla da, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmaz, kuvvetli zamanda elden kaçırılanı, kuvvetsiz, kıymetsiz zamanda yakalayamaz isek ve az bir emekle ve kısa bir sıkıntı ile, sonsuz rahat ve nîmetlere kavuşmaz isek ve sayısız çirkin işlerimizi, az bir iyi işle örtmez isek, yarın kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzuruna ne yüzle çıkabiliriz? Oraya ne özr ve behâne götürebiliriz? Bu gaflet uykusu ne vakte kadar sürecek. Gaflet pamuğu kulaklarda ne kadar kalacak? Birgün, gözlerden perdeyi kaldıracaklar. Kulaklardan gaflet pamuğunu çıkaracaklar. Fakat, faydası olmıyacak. O zaman pişmanlıktan, utanmaktan başka yapılacak şey olmıyacak. Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli. Yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek cân vermelidir. Önce, îtikadı düzeltmek lâzımdır. Dinden olduğu tevâtür yolu ile, yâni çok kimselerin söylemesi ile zarûrî olarak bilinen şeylere inanmak elbette lâzımdır. Bundan sonra, fıkh kitaplarında yazılı olan şeyleri öğrenmek ve yapmak zarûrîdir. Bundan sonra da, tasavvuf yolunda ilerlemek gelir. Fakat bu, kimsenin bilmediği şeyleri öğrenmek, kimsenin görmediği gizli şeyleri görmek için de değildir. Nûrları, renkleri görmek için değildir. Bunlar oyun, keyf verici şeylerdir. Herkesin gördüğü şeyler ve renkler yetişmiyor mu ki, bunları bırakıp da, riyâzetler, sıkıntılar çekerek, bilinmiyen şeyler ve renkler aranılsın? Bu şeyler ve renkler de, o şeyler ve renkler de, hep Allahü teâlânın yarattığı şeylerdir ve Onun varlığını ve yaratıcı olduğunu gösteren işaretlerdir. Bu madde âleminde bulunan güneş ve ay ışıkları, Âlem-i misâldeki nûrlardan, renklerden katkat daha üstündür. Fakat, bunlar her zaman görüldükleri için ve âlim de, câhil de gördüğü için, kıymet verilmiyor, herkesin bilmediği, görmediği nûrlar aranıyor. Fârisî mısra’ tercümesi:

Kapı önünde akan su, bulanık görünür!

 

Tasavvuf yoluna girmek, islâmiyetin inanılacak şeylerine îmanı kuvvetlendirmek içindir. Böylece îman, düşünerek anlamak zorluğundan kurtularak, görmüş gibi sağlam ve vicdânî olur ve kısaca inanmak yerine, etraflı ve derin îman hâsıl olur. Meselâ, Allahü teâlânın varlığına ve bir olduğuna önce düşünerek veya başkalarından görerek inanıyordu. Tasavvuf yolunda ilerlemek nasip olunca, o düşünerek ve işiterek olan îman, şimdi bularak, anlıyarak hâsıl olur. Îmanı olgunlaşır. İnanılacak şeylerin hepsine de, böyle îman hâsıl olur. Tasavvuf yoluna girmenin ikinci faydası, fıkhda bildirilen vazîfeleri yapmakta kolaylık elde etmek ve nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükleri yok etmektir. Bu fakir, iyi anladım ki, tasavvuf, islâmiyetin yardımcısıdır. İslâmiyetten başka birşey değildir. Böyle olduğunu, mektûblarımda, kitaplarımda açıkladım. Bu iki faydaya kavuşmak için, tasavvuf yolları içinden, Ebû Bekr-i Sıddîkın yolunu seçmek iyi ve daha uygundur. Çünkü, bu yolun büyükleri sünnet-i seniyyeye yapışmışlar ve bid’atlerden sakınmışlardır. Bunun için, sünnete yapışmak nasip olup da, ellerine birşeyler geçmezse üzülmezler, sevinirler. Eğer ahvâl ve mevâcîde kavuşur, fakat sünnete yapışmakta gevşek davranırlarsa, o hâlleri, vecdleri hiç beğenmezler. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyuruyor ki, (Ahvâl ve mevâcîdi bize verseler, fakat, Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikatını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahv olmuş bilirim. Eğer, Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikatını verseler, ahvâl ve mevâcîd hiç vermeseler, hiç üzülmem). Bundan başka, bu yolda, nihâyette kavuşulacak şeyleri, başlangıçta tattırırlar. Bunun için, daha ilk adımda, başkalarının, en son kavuşacaklarını ele geçirirler. Arada yalnız icmâl ve tafsîl bakımından fark olur. Yâni topluca, kısa ve açık, geniş olmak farkı vardır. Bu yol, Eshâb-ı kirâmın yoludur. Çünkü, Resûlullahın daha ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki, ümmet arasındaki Velîlerin, bunlara, en sonda kavuştukları bilinmemektedir. Bunun içindir ki, Tâbiînin en üstünü olan, Veysel Karânî Hz. Hamzanın kâtili olan Vahşînin, Resûlullahın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazîleti, bütün fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. Çünkü, onların îmanları, görerek kuvvetlenmiştir. Bu nîmet, başkalarına nasip olmamıştır. Fârisî mısra’ tercümesi:

İşitmek, görmek gibi olabilir mi?

 

Bunun içindir ki, bunların bir avuç arpa sadaka vermekle kazandıkları dereceler, başkalarının dağ kadar altın vererek kazandıkları dereceden katkat daha yüksektir. Eshâb-ı kirâmın hepsinin yüksekliği böyledir. Hepsini büyük bilmemiz lâzımdır. Hepsine iyi gözle bakmalı, hepsini sevmeli, övmeliyiz. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın hepsi âdildir. İslâmiyeti bildirmekte, hepsi ortaktır. Birinin bildirdiği, ötekinin bildirdiğinden daha kıymetli değildir. Kur’an-ı kerimi onlar topladı. Âyet-i kerimeler, herbirinin adaletine güvenerek, hepsinden, birer ikişer alınarak, bir araya getirildi. Bir kimse, Eshâb-ı kirâmdan birini kötülerse, bu sözü Kur’an-ı kerime dokunur. Çünkü, birkaç âyet-i kerime, ondan alınmış olabilir. Bu büyüklerin aralarında olan çekişmelerin, muhârebelerin iyi sebeplerle yapıldığını söylemeliyiz. Nefse uymakla, kin ve inat ile olmadığına inanmalıyız. İmâm-ı Şâfi’î hazretleri, Eshâb-ı kirâmı çok iyi tanıyordu. Bu büyük âlim buyurdu ki: (Allahü teâlâ, o kanlara ellerimizi bulaştırmadı. Biz de, onlara dilimizi karıştırmıyalım!). İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinin de böyle söylediği haber verilmiştir. Vesselâmü evvelen ve âhıren.