1.CİLD 221.MEKTÛB - kainatingunesi.com

 

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMEDÎ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

1.CİLD

221.MEKTÛB

 

Bu mektûb, seyyid Hüseyn-i Mankpûrîye yazılmıştır. Tesavvuf yolunun üstünlüğünü bildirmektedir:

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve temiz olan Âline ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun! Kıymetli kardeşim seyyid mîr Hüseyn, bu garîbleri unutmamışsınız. Başka yollardan birçok bakımlardan ayrılmış olan bu yüksek yolun edeblerini gözetmeği elden bırakmamışsınız. Hâlbuki sizinle görüşmek, pek az nasip olmuştu. Bunları düşünerek, bu yüksek yolun birkaç üstünlüğünü ve ince bilgilerini ve yüksek marifetlerini yazıyorum. Evet, bu ince bilgilerin ve yüksek marifetlerin işitmekle anlaşılmıyacağını biliyorum. Fakat, bu marifetleri, iki düşünce ile açıklıyorum: Biri, yazılan kimse, bu işlerden uzak ise de, yaradılışta isti’dâdı vardır. İkincisi, mektûb görünüşte belli bir kişiye yazılmış ise de, gerçekte, bu işe yakîn olan herkese yazılmış demektir. (Kılınç kullanan içindir) sözü meşhûrdur.

Kardeşim! Bu yüksek yol, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîktan gelmektedir “radıyallahü anh”. Kendisi, Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünüdür. Bunun içindir ki, bu yolun büyükleri, kitaplarında, (Bizim bağlantımız, bütün bağlantılardan üstündür) buyurmuşlardır. Çünki, bu nisbet yâni bağlantı, huzur ve âgâhîdir. Yâni, Allahü teâlâdan başka birşey düşünmemek demektir. Bu nisbet ve huzur da, hazret-i Ebû Bekrin nisbeti ve huzurudur. Onun huzuru, bütün huzurların üstünüdür.

Bu yolda, nihâyet başlangıcda yerleştirilmiştir. Hâce Behâüddîn-i Buhârî, (Biz nihâyeti bidâyete yerleştirdik) buyurdu. Fârisî mısra’ tercemesi:

Gül bağçemi gör de, behârımı anla!

 

Süâl: Başka yolların sonu, bunların başlangıcı olursa, bunların sonu ne olur? Her yolun sonu, Hak teâlâya kavuşmak olunca, bunlar Haktan nereye ilerlerler? (Abâdândan ötede şehr yoktur) sözü meşhûrdur.

Cevâb: Bu yolun sonu nasip olursa, (Vasl-ı uryânî)dir. Buna kavuşan, ye’se düşer. Matlûba kavuşmaktan ümmîdsiz olur. Bunu iyi anlamalı. Çünki sözümüz, ancak işarettir. Bunu, yükseklerden az kimse anlıyabilir. Hattâ, en yükseklerin seçilmişleri anlıyabilir. Bu büyük devlete kavuşmanın alâmetini, işaretini onun için bildirdim ki, bu yolun yolcularından (Vasl-ı uryânî)yi söyliyenler var. Matlûba kavuşmaktan me’yûs olanları da var. Fakat, bu iki sözün birlikte olduğu söylenirse, nerde ise, böyle şey olamaz diyecekler. Vasl-ı uryânî diyenlere göre, (Ye’s), kavuşamamaktır. Ye’se düşenler de, (Vasl) ayrılıktır demektedir. Böyle sözler, hep, o yüksek makama varamamış olmak alâmetidir. Olsa olsa, kalblerine o yüksek makamdan bir ışık gelmiştir. Birçoğu, bunu vasl, kavuşmak sanmış, birçoğu da, ye’se kapılmıştır. Böyle ayrı anlamalarının sebebi, isti’dâdlarının, yaradılışlarının başka olmasıdır. Birçoğunun yaradılışına uygun olan, vasldır. Başkalarının yaradılışlarına da, ye’s uygundur. Bu fakire göre, yaradılışlarına ye’s uygun olanlar daha iyidir. Bununla berâber, o makamda kavuşmak ve kavuşmaktan ümmîdsiz olmak, birbirinden ayrı değildir. İkinci süâlin cevâbı da, buradan anlaşılmış oldu. Çünki, hiçbirşeye bağlı olmıyan vasl başkadır. Vasl-ı uryânî başkadır. Vasl-ı uryânî demek, bütün perdelerin kalkması ve bütün mânilerin yok olmasıdır. Perdelerin en büyüğü ve mânilerin en kuvvetlisi çeşidli tecellîler ve başka başka görünüşler olduğundan, bu tecellîlerin ve zuhûrların temâm olması, bitmeleri lâzımdır. Bu tecellîler ve zuhûrlar, isterse mahlûklarda görünsünler, isterse vücûb aynalarında görünsünler, perde olmakta ayrılıkları yoktur. Aralarında şeref ve rütbe bakımından ayrılık varsa da, bu sâlik bu farkı görmez.

Süâl: Yukarıdaki yazıdan, tecellîlerin sonu olduğu anlaşılıyor. Hâlbuki tarîkat büyükleri, tecellîlerin sonsuz olduğunu bildirmişlerdir.

Cevâb: Tecellîlerin sonsuz olması, ismlerde ve sıfatlarda, ayrı ayrı, birer birer seyr olunduğu zamandır. Böyle olan seyrde, Zat-i teâlâya kavuşulamaz. Vasl-ı uryânî olamaz. Zat-i teâlâya kavuşabilmek için, ismleri ve sıfatları kısaca ve toptan geçmek lâzımdır. Böyle olan seyrde, tecellîlerin sonu vardır.

Süâl: Zat-i ilâhînin tecellîleri sonsuzdur demişlerdir. Molla Câmî hazretleri (Leme’ât) kitabını açıklarken böyle buyurmuştur. Böyle olunca, tecellîlerin sonu vardır demek nasıl doğru olur?

Cevâb: Zat-i ilâhînin o tecellîleri, şü’ûn ve îtibarlardan ayrılmış değildir. Bunlardan ayrı olan tecellîlerin olduğu düşünülemez. Bizim anlatmak istediğimiz şey, ister sıfatlı olsun, ister sıfatsız yalnız zatî olsun, bütün tecellîlerin bulunmadığı birşeydir. Çünki o makamda, herhangi bir tecellî sözünü söylemek câiz değildir. Çünki (Tecellî) demek, birşeyin, ikinci veya üçüncü veya… sonsuz olan mertebelerde görünmesi demektir. Burada ise, hiçbir mertebe yoktur. Uzaklık, uzunluk diye birşey yoktur.

Süâl: Bu tecellîlere niçin zatî denilmiştir?

Cevâb: Tecellîlerde başka manâlar düşünülürse, tecellî-i sıfât denir. Başka olmıyan manâlar düşünülürse, tecellî-i zat denir. Bunun için, te’ayyün-i evvel olan ve zattan başka olmıyan Vahdetin görünmesine, tecellî-i zat demişlerdir. Biz ise, Zat-i teâlâyı söylüyoruz. Bu makamda, başka olsun, başka olmasın, hiçbir manâyı düşünmek, hiç olamaz. Çünki bütün manâlar, kısaca ve toptan geçilmiş, Zat-i teâlâ hazretlerine kavuşulmuştur. Bu mertebede, kavuşmak sözü de, kavuşulan gibi anlaşılamıyan birşeydir. Akıl ile, düşünce ile anlaşılan kavuşmanın burada yeri yoktur. O mukaddes hazrete bu manâ yakışmaz. Çünki akla, düşünceye dayanan insan, aklın ermediği şeyleri anlıyamaz. Sultânın eşyasını, ancak onun vâsıtaları taşıyabilir. Fârisî beyt tercemesi:

Anlaşılamıyan bir bağlılık hep,

Rabla insan arasında var elbet!

 

Bu yolun büyüklerinden hiçbiri, kendi yolunun sonundan haber vermemiştir. Yolun başlangıcını bildirmişlerdir ki, yolun sonu burada, yerleştirilmiştir. Yollarının başında, sonu karışmış olunca, sonunun da, bu başlangıca uygun olması lâzım olur. Bu da, yalnız bu fakirin bildirmekle şereflendiği bir sondur. Fârisî beyt tercemesi:

Pâdişâh, koca-karı kapısına,

gelirse, ey yeğit, sen buna şaşma!

 

Bundan dolayı, Allahü teâlâya sonsuz hamd ve şükrler olsun!

Kardeşim! Yâ bu yoldan veya başka yollardan, bu son mertebeye erişen pekazdır. Eğer sayıları bildirilirse, bize yakîn olanlar belki dağılmaya başlarlar. Uzak olanların inanmamalarına hiç şaşılır mı? Bütün bu ilerlemeler ve en son kavuşmalar, Allahü teâlânın sevgilisinin sadakası olarak ihsân olunmaktadır.

Bu yüksek yola mahsûs olan şeylerden biri:

1- (SEFER DER VATAN)dır. Vatanda ilerlemektir. (Seyr-i enfüsî) de denir. Seyr-i enfüsî bütün tarîkatlerde de var ise de, bu seyr, yâni ilerlemek, yolun sonunda olur. Seyr-i âfâkînin konaklarını geçdikten sonra, bu seyre başlarlar. Bu yolda ise, işe seyr-i enfüsî ile başlanır. Bu seyr ile, seyr-i âfâkî de, birlikte gidilir. İşte, bu seyrin başlangıçda yapılması, nihâyetin başlangıca yerleştirilmesidir. Bu yola mahsûs olanlardan başka biri de:

2- (HALVET DER ENCÜMEN)dir. Başkaları arasında, yalnız imiş gibi olmak demektir. Sefer der vatandan hâsıl olur. Sefer der vatan nasip olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da, vatan gibi olan yalnızlığa sefer eder, gider. Dışardaki zihn dağınıklığı, kalbe sızamaz. Bu yalnızlık, başka tarîkatlerde, sona varanlarda da hâsıl olur. Fakat, bu yolda başlangıcda hâsıl olduğundan, bu tarîka mahsûs sayılmıştır. Halvet der encümen demek, vatan gibi olan yalnızlığın kapılarını kapamak, pencerelerini örtmek demektir. Yâni, herkesin arasında, hiçbirini düşünmemek, kimse ile konuşmamaktır. Yoksa gözleri yummak, kıpırdamamak değildir. Bu yolda, bunlar yoktur. Kardeşim! Kendini bunları yapmaya zorlamak, yolun başında ve ortasındadır. Sona varanların, bunlar için kendini zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken kalbini toparlamış, gaflet arasında iken, huzurdadır. Bunu yanlış anlamamalı. Sona varanlar için, herkesin arasında olmakla, yalnız olmak birdir sanmamalıdır. Doğrusu şöyledir ki, kalbinin huzurda olmasında yalnızlık ve galabalık birdir. Böyle olmakla berâber, zâhirini de, kalbi gibi yaparak, zâhirini de tefrikadan, galabalıktan kurtarırsa, elbet, daha iyi olur. Allahü teâlâ, Müzzemmil sûresinin sekizinci âyetinde, sevgili Peygamberine meâlen, (Rabbinin esmâ-i hüsnâsını söyle ve insanlardan ayrıl, Onunla ol! Ondan başka hiçbir şeyi kalbinde bulundurma!) buyurdu.

Çok zaman olur ki, insanların arasında bulunmak lâzım olur. Çünki, insanlara karşı olan haklar, vazîfeler vardır. Bunları yapmak lâzımdır. Bunları yapmak için, insan arasına karışmak iyi olur. Fakat, kalbin Allahdan başka şeyleri düşünmesi hiçbir zaman câiz değildir. Çünki kalb, yalnız Allahü teâlâ için yaratılmıştır. İnsanın kalbini ve zâhirini ikişer kısma ayırırsak, bu dört parçadan üçü, Allah içindir. Yâni kalbin iki kısmı da ve zâhirin bir kısmı, Allah içindir. Zâhirin ikinci yarısı, insanların haklarını ödemek içindir. Bu hakları öderken de, Allahü teâlânın emrlerine uymak lâzım olduğundan, bu yarım da, Allahü teâlâ için olur. Her iş, Onun içindir. Öyle ise, Ona ibâdet etmelidir. Ona sığınmalıdır. İnsanların yaptıklarının hepsini Allahü teâlâ bilir.

3- Bu yolda, cezbe sülûkten öncedir. Seyre yâni yolculuğa, Âlem-i emrden başlanır. Âlem-i halktan başlanmaz. Başka yolların çoğunda böyle değildir. Bu yolda, cezbe makamlarında ilerlerken, sülûk konakları da, geçilmiş olur. Âlem-i emrde ilerlerken, Âlem-i halk da geçilmiş olur. Bu bakımdan da, bu yolun sonu, başlangıcında yerleştirilmiştir denilirse yeri vardır. Bu yolda, ilk ilerlemeler, son ilerlemelerle birlikte olur. Yoksa, ilk seyri yapmak için, sondan tekrar başa gelinmez. Sondaki seyr bitince, baştaki seyr yapılır sanmamalıdır. Bundan anlaşılıyor ki, bu yolun sonu, başka yolların başıdır sanmak yanlıştır.

Süâl: Bu yolun büyükleri arasında, şöyle diyenler vardır: (İsmlerde ve sıfatlarda seyrimiz, nisbetimiz temâm olduktan sonra başlıyor). Bundan anlaşılıyor ki, bu yolun sonu, başka yolların başı olmaktadır. Çünki, ismlerde ve sıfatlarda seyrleri, tecelliyât-i zâtiyyeden önce olmaktadır.

Cevâb: Bunların ismlerde ve sıfatlarda seyrleri, tecelliyât-i zatiyyede seyrden sonra değildir. Bu seyr ile birlikte, o seyr de yapılmaktadır. Böyle olmakla berâber, ismlerde ve sıfatlarda seyr, bazı sebeblerden dolayı belli olmakta, Tecelliyât-i zatîde seyr, gizli kalmaktadır. Bundan dolayı bu seyr biterek, ismlerde ve sıfatlarda seyr başladı sanılmaktadır. Böyle sanmak doğru değildir. Evet, vilâyet mertebelerinde seyr temâm olduktan sonra, insanları Hak teâlâya çağırmak için, âleme geri inmek başlar. Bu dönüşü, onların sonu bilerek, kendi başlangıcları olarak düşünebilirler. Fakat, onun üstâdları da, sonunda, böyle geri dönmektedirler. Bundan başka, başlangıç ve son demek, vilâyetin başlangıcı ve sonu demektir. Bu geri dönüş ise, vilâyet seyri değildir. Davet ve teblîg mertebesindendir.

Bu yol, yolların en kısasıdır. Elbette kavuşturucudur. Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki, (Yolumuz, yolların en kısasıdır). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâdan, elbette kavuşturan bir yol istedim). Bu düâsı, kabûl buyuruldu. Böyle olduğunu, hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin haber verdiği, (Reşehât) kitabında yazılıdır. Nasıl kısa olmasın ve neden elbette kavuşturmasın? Çünki yolun sonu, başında yerleştirilmiştir. Bu yola girip de, doğru ilerlemeyip, birşey kazanamayana yazıklar olsun! Fârisî mısra’ tercemesi:

Bir kimse kör ise, güneşin suçu ne?

 

Evet, bir kimse, noksân olan birinin eline düşerse, tarîkın günâhı nedir ve o zevallı kimsenin suçu var mıdır? Çünki sözün doğrusu, bu yolun yol göstereni kavuşturucudur. Yoksa kavuşturan, yol değildir.

4- Bu yolda, başlangıcda, zevk ve buluşlar vardır. Sonunda tatsızlık, kavuşamamak vardır. Ye’s, böyle olur. Başka yollarda, başlarken tatsız ve başarısızdır. Sonunda tatlı ve kazançlı olurlar. Bunun gibi, bu yolun başında, kurb, yakînlik ve şühûd vardır. Sonu ise, uzaklık ve mahrumluktur. Başka tarîklerde ise tersinedir. Yolların başkalığını buradan ölçmelidir ve bu yüksek yolun büyüklüğünü anlamalıdır! Çünki kurb ve şühûd ve tatlılık ve kazanç, uzaklığı ve ayrılığı gösterir. Uzaklık, başarısızlık, tatsızlık ve kavuşamamak ise, yakînliğin çokluğunu bildirir. Anlıyan anlar. Bu gizli bilgi, şu kadar açılabilir ki, hiç kimseye kendinden daha yakîn birşey yoktur. Kendisine karşı, kurb, şühûd, lezzet, birşey bulmak gibi kazançları yoktur. Bunları başkasına karşı kendinde bulur. Aklı olana, bu kadar işaret yetişir.

5- Bu yolun büyükleri, ahvâli ve mevâcîdi, ahkâm-ı şer’ıyyeye uydurmuşlardır. Zevkleri, marifetleri, din bilgilerinin hizmetçileri yapmışlardır. İslâmiyyetin nefîs cevherlerini, çocuklar gibi, vecd ve hâl, ceviz ve cam parçaları ile bir tutmazlar. Tesavvufcuların, aslı olmıyan sözlerine aldanmazlar. İslâmiyyete uymıyan ve sünnet-i seniyyeye sarılmıyan kimselerde hâsıl olan, âdet dışı hâlleri beğenmezler ve istemezler. Bunun için şarkı, çalgı ve raks, dans için izn vermezler. Yüksek sesle zikr etmeğe bile cevâz vermezler. Hâlleri, kazançları devamlıdır. Vaktleri değişmez. Başkalarına şimşek gibi çakıp geçen, Zat-i ilâhînin tecellîleri, bunlara her ândır. Çabuk yok olan huzura hiç kıymet vermezler. Onların makamları, kazançları, huzurların, tecellîlerin çok üstündedir. Buna yukarıda işaret etmiştik. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki, (Bu silsile-i aliyyenin büyükleri gösteriş yapanlara, hoplayıp zıplayanlara benzemezler. Onların kazançları büyüktür).

6- Bu yolda, yol göstermek, bilmek ve öğretmekle olur. Külâh vermekle ve babadan oğula kalmakla olmaz. Başka tarîklerde böyle olmaktadır. Hattâ son zamanlarda pîrlik ve mürîdlik yalnız külâh giydirmekle ve babadan kalmakla olur diyorlar. Bunun içindir ki, birden ziyâde üstâd olmaz diyorlar ve yolu öğretene mürşid diyorlar. Onu pîr, yâni şeyh bilmiyorlar. Pîre lâzım olan edebi, saygıyı ona göstermiyorlar. Böyle yapmaları, çok câhil oldukları ve yetişmemiş oldukları içindir. Bilmiyorlar ki, onların büyükleri, yolu öğretene de, sohbetle yetiştirene de üstâd demişlerdir ve birden çok üstâd olabilir demişlerdir. Hattâ, kendi üstâdı hayatta iken de, başka yerden daha çok istifâde edeceğini anlıyan bir kimse, ikinci bir üstâda gidebilir. Fakat, birincisini kötülememek şarttır. Behâüddîn-i Buhârî, bunun câiz olduğunu göstermek için, Buhâra âlimlerinden, doğru fetvâ almıştır. Evet, birinden irâdet hırkası almış ise, başkasından irâdet hırkası almaz. İkincisinden, bereketlenmek için hırka alabilir. Fakat buradan, ikincisine hiç gidemiyeceği anlaşılmaz. Birinci hırka-i irâdet alması yâni yoluna girmesi, başkasından öğrenmesi, üçüncüsünün de sohbetinde yetişmesi câiz olur. Bu nîmetim üçüne de bir yerde kavuşursa büyük kazanç olur. Öğrenmesi ve sohbette yetişmesi, birçok yerden olması da câizdir.

Pîr, yâni şeyh ne demektir? Pîr, isteyene, Allahü teâlânın yolunu gösterendir. Bu iş, öğretmekle başlar. Tarîkati öğreten, hem de islâmiyeti öğreten bir üstâddır. Hırka veren, böyle değildir. Bunun için, öğreticiye karşı çok edebli olmak lâzımdır. Üstâd ismi, bunun hakkıdır.

7- Bu yolda, riyâzet çekmek ve nefs-i emmâre ile cihâd etmek, ahkâm-ı şer’ıyyeye uymakla ve sünnet-i seniyyeye yapışmakla olur. Çünki, Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi, hep nefs-i emmârenin isteklerini yok etmek içindir. Çünki, nefs-i emmâre, Allahü teâlâya düşmanlık etmektedir. Nefsin isteklerini yok etmek, ancak islâmiyete uymakla olur. Bir kimse islâmiyete ne kadar çok uyarsa, nefsin arzuları o kadar azalır. Bunun içindir ki, nefse en zor gelen şey, en ağır gelen yük, islâmiyetin emrlerine ve yasaklarına uymaktır. Nefsi ezmek için, islâmiyete uymaktan başka yol yoktur. Sünnet-i seniyyeye uymadan çekilen riyâzetlerin ve yapılan mücâhedelerin hiç kıymeti yoktur. Hindistândaki Cûkiyye ve Berehmen denilen din adamları ve eski Yunan felesofları böyle idiler. Çektikleri riyâzetler, sapıtmalarını arttırdı ve onları zarara soktu.

8- Bu yolda ilerlemek, üstâdın tesarrufu, kuvveti ile olur. O sevk ve idare etmedikçe, hiç ilerliyemez. Çünki nihâyetin, başlangıcda yerleştirilmesi, onun şerefli teveccühü, merhameti ile olur. Anlaşılamıyan, bilinmiyen hâllere, hep onun üstün, başarılı idaresi ile kavuşulur. Gizli yol dedikleri, kendinden geçme hâli, tâlibin elinde olmıyan birşeydir. Zamansız, cihetsiz olan teveccüh tâlibin anlıyabileceği şey değildir. Fârisî beyt tercemesi:

Öyle usta sürücüdür ki Nakşibendiyye;

yolcuları götürür gizli yoldan evlerine.

 

9- Bu büyükler , birisini, bu yola sokmaya ve tâlibe az zamanda huzur ve âgâhlık kazandırmaya güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da, çok güçlüdürler. Kalblerinin bir incinmesi, sâlikin bütün kazançlarını sıfıra indirir. Evet, vermesini bilen, geri almasını da bilir. Allahü teâlâyı gücendirmekten ve Onun Evliyâsını gücendirmekten, Allahü teâlâya sığınırız.

10- Bu yüksek yolda, fayda vermenin ve istifâde etmenin çoğu, sessizce olur. (Bizim susmamızdan faydalanmıyan, sözümüzden de birşey edinemez!) buyurmuşlardır. Kendilerini susmaya zorlamazlar. Belki bu sessizlik, bu yolda, kendiliğinden olmaktadır. Çünki daha başlangıcda, bu büyükler  Zat-i ilâhiyyeyi özlemektedirler. İsmleri, sıfatları bırakıp, Zatı isterler. Böyle olanların, elbette sesi çıkmaz. (Allahü teâlâyı tanıyanın, dili tutulur) sözü de, bunu göstermektedir.

Allahü teâlâya hamd ederek ve sevgili Peygamberine  salât ve selâm söyliyerek, bu yazımı temâmlıyorum: Elhamdü lillahi rabbilâlemîn vessalâtü vesselâmü alâ seyyidilmürselîn ve âlihittâhirîn ve aleyhim ecma’în. Vesselâm.