2. Kısm (Nebi ve Mürsel (Resûl) kelimelerine bağlı şeylerin açıklanması) - kainatingunesi.com

2. Kısm

İstidrâcın kısmları

Nebî ve Mürsel [Resûl] kelimelerinin ma’nâları ve bunlara bağlı şeylerin açıklanması hakkındadır. (2.Bölüm)

1– Mekr: Allahü teâlâ, [A’râf sûresi 99.cu âyetinde meâlen], (… Hüsrâna uğrayan kimselerden başkası, Allahın mühlet vermesinden emîn olamaz.) ve [Neml sûresi 50.ci âyetinde meâlen] (Böyle bir hîle kurdular. Biz de onların haberi olmadan, hîlelerinin cezâsını verdik!) buyurdu. Mekr, bir kimseyi aldatmak, hîle yapmak demekdir.

2– Keyd: Allahü teâlâ [A’râf sûresi 183.cü âyetinde meâlen], (… İhsân görünüşünde, helâk ve perîşan edişim pek çetindir!) buyurdu. Mekr ma’nâsına yakındır.

3– Hıdâ’: Allahü teâlâ [Nisâ sûresi 142.ci âyetinde meâlen], (Münâfıklar zanlarınca, Allaha hîle yaparlar. Allah da hîlelerini başlarına geçirir..) ve [Bekara sûresi 9.cu âyetinde meâlen], (Onlar (akllarınca) Allahı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar. Ve bunun farkında değildirler.) buyurdu. Hıdâ’; bir kimseye tahmîn etmediği tarafdan zarar vermekdir.

4– İmlâ: Allahü teâlâ, [Âl-i İmrân sûresi 178.ci âyetinde meâlen], (İnkâr edenler, kendilerine ömr ve mühlet verişimizi, sakın kendileri için hayrlı sanmasın. Biz onları sâdece günâhlarını artdırsınlar diye bırakıyoruz) buyurdu. Bu âyet-i kerîmede nümlî kelimesi, mühlet verdik demekdir.

5– İhlâk: Allahü teâlâ, [En’âm sûresi 44.cü âyetinde meâlen], (… Nihâyet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam ferâhlandıkları sırada onları ansızın yakaladık) ve [Kasâs sûresi 39 ve 40.cı âyetlerinde Fir’avn hakkında meâlen], (O Fir’avn ve askerleri yeryüzünde (Mısrda) hakları olmıyarak büyüklük tasladılar. Ve zan etdiler ki, bize döndürülmiyecekler. Biz de hem Fir’avnı, hem askerlerini yakaladık da onları denize atıverdik..) buyurdu. İhlâk, çok kerre ni’met olarak verilen birşeyi sonunda azâb olarak gönderip, aldatmakdır.

O hâlde bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldı ki, arzû edilen şeylerin ele geçmesi, se’âdete kavuşmaya, olgunluğa ve hayra delâlet etmez.

Kerâmet ile istidrâc arasındaki fark şöyledir: Kerâmet sâhibi olan kimse, unsûru latîf ve cevheri şerîf olan kerâmet ile meşgûl olmaz ve onunla öğünmez. Bilâkis, kendisinden kerâmet zuhûr edince, kendisinden meydâna gelen bu hâlin istidrâc olabileceği endîşesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Onun kahrından sakınması son derece fazlalaşır. Yâhud da, bu amellerinin dünyâda cezâsı olabilir diye düşünür. Fekat istidrâc sâhibi olan kimse, bu durum, güzel hâller ve ameller ve bu amellerin netîceleridir diye zan eder. Bunlar mekr, aldatma ve sapdırma değildir diyebilir. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayâli ile insanlara hakâret nazarı ile bakar. Kendini ikâb-ı ilâhîden emîn bulur. Kötü akîbetden sakınmaz. Bu sebebden kâmil ve derin âlimler buyurmuşlardır ki; Allahü teâlâdan uzaklaşanların, ya’nî dalâlete düşenlerin ekserîsi, kerâmet gösterme makâmında düşmüşlerdir.

Şübhesiz ki, kerâmetlerin ve hârikul’âde hâllerin zuhûrundan ve çeşidli belâlardan sakınıp, korkanlar, mâsivâya nazâr etmiyenler mekre düşmezler ve Allahü teâlâdan uzaklaşmazlar. Onlar yakîn ehli ve âlemlerin Rabbinin makbûlüdürler. Sahîh nakllerde gelmişdir ki, Bel’am bin Bâura, Bersîsa ve bunlar gibi kimseler; zemânlarında çok ibâdet ve ağır riyâzetler yapmaları sebebi ile çeşidli hârikalar, keşf ve kerâmet sâhibi olmuşlardı. Lâkin, bu hâllerin meydâna gelmesinden mağrûr oldular. Bu sebeb ile mekr-i ilâhîye düşdüler. Nihâyet köpek ve domuz mertebesine düşdüler. [İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh”, (Mektûbât) kitâbının 2.cild 92.ci mektûbunda; hârikaları ve kerâmetleri ve Velî olmak için bunlara ihtiyâc olmadığını, kerâmet ve istidrâc sâhiblerinin nasıl ayırd edileceğini bildirmekdedir. Bu mektûbun tercemesi (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında 749.cu sahîfede vardır.]

Rivâyet olunur ki, Fir’avn bir zemân Nil nehrinin yanına gelmişdi. O yürüdükce Nil akar, durdukca da dururdu. Şübhesiz ki, bu gibi hâller kerâmet değildir. Mekr-i ilâhîdir [aldatmadır]. Sâhibinin perîşan olmasına, Hakdan son derece uzaklaşmasına ve mahrûmîyetine sebeb olur. [Bekara sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen], (… Bir çoğunu şaşırtıp, sapdırır ve yine onun ile bir çoğunu hidâyete erdirir…) buyuruldu.

Hazret-i Îsâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim” âhır zemânda, kıyâmete yakın, gökden inip, bizim Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dîni ile, ya’nî islâmiyyet ile amel edecekdir. Salîbi [haçı] kırıp, içki ve domuza harâmdır, diyecekdir. Her ne kadar Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, âlem-i şehâdetde, bütün Peygamberlerden sonra ise de, âlem-i ervâhda onların evveli ve birincisidir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Âdem aleyhisselâm su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim!) buyurmuşdur. Arabî beyt tercemesi:

Her ne kadar sûretde isem de ibni Âdem,

Benim için onda babalığımı gösteren bir ma’nâ vardır.

Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı şöyledir: Allahü teâlâ zâtından başka bir şeyin bulunmadığı sonsuz öncelerde, önce kendi zât-ı mukaddesine, arada vâsıta olmaksızın yapdığı ilk tecellîde, herşeyin aslı önce Allahü teâlânın kendisinde idi. Bu mertebede, mevcûdâtın hakîkatleri zât-ı ilâhîden ayrı olmadıkları gibi, birbirinden de farklı değil idi. Bu mertebeye te’ayyün-i evvel veyâ Hakîkat-i Muhammedî denir. Diğer mevcûdâtın hakîkatleri, o hakîkatin cüz’leri ve tafsilâtıdır. Onların sûreti ile vâki’ olan tecellîler, gayb âleminde, o hakîkatin sûretindeki tecellîden yayılmışdır. O hakîkatin varlık sûreti, önce rûhlar mertebesinde mücerret bir cevherdir ki, Şâri’ [Resûlullah] “sallallahü aleyhi ve sellem” buna ba’zen akl, ba’zen kalem, ba’zen rûh veyâ nûr buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîflerde; (Allahü teâlâ önce aklı yaratdı.) (Allahü teâlâ önce kalemi yaratdı.) (Allahü teâlâ ilk önce benim rûhumu veyâ nûrumu yaratdı.) buyurulmuşdur. Farklı ifâdeler, değişik i’tibârat sebebi iledir. Zîrâ ilk cevher olma mertebesi birşeyden başkası için olamaz. Diğer hakîkatlerin varlık sûreti o hakîkatin varlık sûretinden dolayıdır. Bu, mertebe mertebe aşağı inmişdir. Cismânî sûretde insan unsurundaki ferdlerin ilki Âdem aleyhisselâmdır. Onda nihâyet buldu. Hakîkat-i insanî, önce mertebe-i kalem-i a’lâdaki akl-ı evveldir. Müteayyin olur. İkinci olarak, levh-i mahfûz mertebesindeki nefs-i küllîdir, te’ayyün bulur. Üçüncü olarak, Arşı azîmdeki muhadded-i cihât-ı mekân ve müstevây-ı ism-i rahmândır. Dördüncü olarak, mertebe-i kürsiyyi kerîmdeki müstevây-ı ism-i rahîmdir. Beşinci olarak, yedinci gökdeki felek-i zühal ve müstevây-ı ism-i Rabdır. Altıncı olarak, altıncı gökdeki felek-i müşterî ve mazhar-ı ism-i alîmdir. Yedinci olarak, beşinci gökdeki, felek-i merîh ve sûret-i ism-i kahhârdır. Sekizinci olarak, dördüncü gökdeki, felek-i şems ve âyine-i ism-i muhyîdir. Dokuzuncu olarak, üçüncü gökdeki felek-i zühre ve mir’at-ı ism-i musavverdir. Onuncu olarak, ikinci gökdeki, felek-i utârîd ve sırr-ı ism-i Bârîdir. Ondan sonra birinci gökdeki felek-i kamer ve masdâr-ı ism-i Hâlıkdır. Ondan sonraki âlem-i anâsırda ve mevâlid-i selâseden, baba sulbüne varınca, gelip, ta’yîn ve temyîz gösterir. Bu mertebelere mertebe-i istîdâ’ derler. Yanî mertebe-i vedî’atdır. Baba sulbünden ana rahmine düşüp, karar kılar. Bu mertebeye mertebe-i istikrâr denir. Allahü teâlâ [En’âm sûresi 98.ci âyetinde meâlen] (Sizi tek bir nefsden yaratan Odur) buyurmuşdur. O nefs küllî nefsdir. Onlar için ana rahminde istikrâr ve ata [baba] sulbünde ve sâir zikr olunan mertebelerde istidâ’ vardır.

Âdem ve diğer Enbiyâ “aleyhimüsselâm” âlem-i şehâdetde [dünyâda] cism sûretinde ortaya çıkmadıkça, Peygamberlik sıfatı ile sıfatlanmazlar. Fekat Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” böyle değildir. Onun mubârek rûhu yaratılınca, Peygamberlik ile müjdelendi. Nitekim; (Âdem “aleyhisselâm” su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim) hadîs-i şerîfi buna işâretdir. Bütün Peygamberlerin dinlerinde icrâ olunan ahkâm, Muhammed aleyhisselâmın dîninden alınmışdır. Hakîkatde diğer Nebîler ve Resûller Onun dîninin ahkâmını teblîg için gönderilmiş olan vekîlleridir. Nitekim, Emîr-il mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ve Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh”, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vekîl olarak, ahkâmı teblîg için [dîni anlatmak için] Yemen diyârına gitdiler. Hakîkatde bütün Peygamberlerin dinleri Onun dînidir ki, nâibleri [vekîlleri] vâsıtası ile mahlûkâta ulaşmışdır. Muhammed aleyhisselâmın mubârek vücûdunun yaratılması ile bu din zâhir oldu. Allahü teâlânın hikmeti ile bütün dinler nesh edilip, başka bir din ile başka hükmler teblîg edildi. Zîrâ insanların kâbiliyyetlerinin ve istidâtlarının değişik olması, dinlerin de değişik olmasını îcâb etdirir. Nitekim, bir tabîb-i hâzık, bir hastada sarılık görse, ona göre ilâc verir. Sonra bu hastada öksürük olsa, öksürük ilâcı verir. Velhâsıl hastalığa göre ilâc verir. Hastalık değişdikce ilâc da değişir. Kalbleri hasta olan insanlara, Peygamberlerden müşfik tabîb-i hâzık olmaz. Allahü teâlâ onlar hakkında [Bekara sûresi 10.cu âyetinde meâlen], (Onların kalblerinde nifâk ve hased hastalığı vardır…) buyurdu. [Ahzâb sûresi 6.cı âyetinde meâlen] (Peygamberler mü’minlere (her husûsda) nefslerinden evlâdır…) buyurdu. Peygamber aleyhisselâm hastalıklara göre ilâc, çâre bildirir. Buna uyarlar ise, sıhhat ve se’âdete kavuşurlar.

(Fasl-ül hitâb) kitâbında şöyle buyurulmakdadır: (Her asrda gönderilen Peygambere, o asrdaki insanların istidâtlarını içine alan bir istidât verilmişdir. Peygamberin bu istidâdı, o asr için ta’yîn edilen istidâda ve mizâca denkdir. Her asrda gönderilen Peygamberler, gönderildikleri asrda yaşıyan insanların kâbiliyyetlerine ve istidâtlarına gönderilir. Bu sebeble, her asrda gelen insanların kâbiliyyetlerinin farklı olmasından dolayı, dinleri de farklı oldu. Bu farklılık, dinlerin aslının bir din olmasına mâni’ değildir. Nitekim, güneşin ışığının farklı yerlerde, farklı şeklde görünmesi, bu ışıkların hepsinin aynı güneşin ışığı olmasına mâni’ değildir.)

Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Peygamberliği bildirilince, Onun istidâdı bütün Peygamberlerin istidâtlarından dahâ mükemmel ve dahâ mu’azzam ve bütün âfetlerden sâlim oldu. Şübhesiz Onun ümmetinin istidâtları da, diğer ümmetlere nisbetle dahâ mükemmel oldu. Muhakkak ki, bütün Peygamberlerin dinleri, zuhûruna ve zemâna göre sırât-ı müstekîm-i Muhammedîde ve dîn-i mardıyye-i Mahmûde-i Ahmedîde münderic ve dâhil oldu, toplandı. Allahü teâlâ [Âl-i İmrân sûresi 85.ci âyetinde meâlen], (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği islâm dîninden başka din istiyenlerin dinlerini, Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhıretde ziyân edecek, Cehenneme girecekdir!) buyurdu. Sırat-ı müstekîm olan tevhîd yolunda bütün Enbiyâ ve asfiyâ birleşmişlerdir. Allahü teâlâ [Âl-i İmrân sûresi 64.cü âyetinde meâlen], ((Resûlüm), de ki: Ey kitâb ehli (Hıristiyan ve yehûdîler)! Bizimle sizin aranızda müsavî bir kelimeye gelin. Allahdan başkasına tapmayalım, Ona hiç birşeyi ortak koşmayalım…) buyurdu. Ya’nî, ey ehl-i Tevrât ve İncîl, geliniz bir kelime ile azm; kabûl ve amel edelim. Bu husûs hakkında Tevrât, İncîl ve Kur’ânda ihtilâf yokdur. Muhkemât kabilinden olanlar nesh kabûl etmez. Aramızdaki o kelime şudur: Allahdan başkasına tapmayalım ve Ona şerîk tutmayalım. Zîrâ tarîk-ı tevhîdden gayrısına tâbi’ olmak azgınlık ve dalâlete sebeb olur. Allahü teâlâ [En’âm sûresi 153.cü âyetinde meâlen] (… Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki, sizi Onun yolundan saptırıp parçalamasınlar…) buyurdu. Tevhîdin kemâli de şöyledir ki, kul Allahü teâlânın tasarrufu karşısında bütün arzû ve isteklerden uzak olmalıdır. Nitekim Seyyidüttâife hazret-i Cüneyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle buyurmuşdur: “Tevhîd, kulun, Allahü teâlânın huzûrunda, Onun takdîr ve tasarrufları, kulun üzerinde cereyân edinceye kadar zikr etmiş olmasıdır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fenâ fillâh mertebesinde cümle Enbiyâdan dahâ yüksek mertebede ve tevhîdde efdaldir. Şübhesiz ki, Allahü teâlâ Ondan sâdır olan fiili Ona nisbet etmeyip, kendi zât-ı mukaddesine izâfet edip [Enfâl sûresi 17.ci âyetinde meâlen], (Ey Resûlüm, kâfirlere atdığını sen atmadın, onları Allahü teâlâ atdı) buyurdu. Bu cins iş hazret-i Dâvüd aleyhisselâmdan sâdır olduğu vakt, Allahü teâlâ [Bekara sûresi 251.ci âyetinde meâlen] (Dâvüd “aleyhisselâm” da düşmân hükümdârı Câlûtu öldürdü) buyurdu. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Tûr dağına tecellî kıldığını görünce, bayılıp, yere düşdü. Allahü teâlâ [A’râf sûresi 143.cü âyetinde meâlen] (Nihâyet Rabbi, o dağa tecellî edince, onu yer ile bir etdi. Mûsâ da bayılarak yere düşdü) buyurdu. Hazret-i Seyyidil mürselin Muhammed aleyhisselâma bütün ni’metler ve azâblar gösterildi, hâlinde bir zerre değişiklik olmadı. Allahü teâlâ [Necm sûresi 17.ci âyetinde meâlen] (Gözü ne kaydı, ne de aşdı) buyurdu. O hâlde, O Sultân-ı Enbiyânın “sallallahü aleyhi ve sellem” cümle Enbiyâya bağlı olması, bütün dinler Onun dîninin tûfeylisi olması tabi’îdir. Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde (Sen olmasaydın mahlûkâtı yaratmazdım) ve [Duhâ sûresi 5.ci âyetinde meâlen] (İleride (kıyâmet günü), Rabbin sana (şefâ’at makâmını) verecek de hoşnûd olacaksın) buyurdu. Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde demişlerdir ki; (Cümle mahlûkât benim rızâmı isterler ve biz senin rızânı isteriz. Havas her ne kadar havas ise de senin makâmın yanında âmilerdir. Hâsdan da hâs olan sensin yâ Muhammed. Hakîkat şudur ki, O hazretin mertebesinin kemâlini ve yüksekliğini hakkıyla kimse idrâk edemez.) Beyt:

Nebîyi nebî tanıyabilir,

Mustafâyı da Alî tanıyabilir.

[Çün aşk denizi dalgalandı,

ol dürr-i yetîm, zâhir oldu.

Şânında buyurdu, Hâlıkı pâk

(levlâ ke lemâ halaktül eflâk).

Mahmûdu Muhammedü mübeccel,

mahbûb-i Hudâ, nebiyyi mürsel.

Doğdukda, o şemsin ziyâsı,

doldurdu bütün kâinatı.

Gördü Onu, basîr olanlar,

görmiyor, yalnız, kör olanlar.

O gonca, Mekkede açıldı,

kokusu dünyâya saçıldı.

Zerredir, O güneşden el’ân,

âlemdeki ilm ile irfân.

Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,

ilmler, O gülün bir filizi,

Ol güneşin olmasa berkı,

kim parlatırdı şark-ı garbı?

Olmasa, Endülüs okulu açık,

kim Avrupaya tutardı ışık?

İlm merkezi Semerkand, Bağdâd,

etdi, yer yüzün cehlden âzâd.

Böylece, kapladı her yeri,

hızla envâr-ı Muhammedî.

İnsâf et, ey inadcı insâf,

meydânda değil mi, ilm-i eslâf?

Kim eyledi Mustafâ gibi,

tevhîd-i Cenâbı ezelî?

Verdi mi, öyle dersi irfân,

Hitit ve Âsûr, Roma, Yunân?

Ölçülse, Tevrât, Zebûr, İncîl,

üstün elbet, Kitâb-ı tenzîl.

Bir mu’cizedir, nûr-i Kur’ân,

değişmez hiç, durdukca cihân.

Kıyâmete dek, olur mer’i,

şübhe edene, (Fe’tû) emri.

Yehûd, mason, komünist şimdi,

Kur’âna, hep, hücûma geçdi.

Her asrda böyle çatdı a’dâ,

biri zafer bulmadı aslâ.

Çünki, onu Cenâb-ı Bârî,

değişikliklerden kıldı ârî.

Şer’ ile yaydı, o Nebî,

Yer yüzüne ilmi, edebi.

Kim giderse onun izinde,

iyilik bulur her işinde.

Her kim ki, bu yola özenir,

güzel sıfatlarla bezenir.

Ümmîdir, eğerçi, o Nebî,

ilm ile doldurdu heryeri.

Ümmî ki, sözlerinde parlar,

her mahlûka âid haklar.

Ümmî idi, hocası yokdu,

fenne uygun âyet okudu.

Seçilmiş, sevgili iken o,

dâim beğenirdi yokluğu.

Emrine geçmişken memâlik,

üç gömleğe değildi mâlik.

Askeri olurken muzaffer,

açlığı sever idi ekser.

Çok mal bulunmazdı evinde,

fevtinde, görüldü, zırhı rehinde.

Vârını fakîre verirdi,

yoksul olunca, sevinirdi.

Ekser zemân gördüğü şeyler,

yanında, dünyâ neye değer?

İhsânları, herkese çokdu,

birşey yok demek, onda yokdu.

Ba’zan, o kadar çok verirdi,

düşmânları hep, eğilirdi.

Şefkati boldu, her leîme,

müşfik babaydı, her yetîme.

Her işinde vardı, çok hikmet,

hiç etmedi kimseye minnet.

Hastayı ziyâret ederdi,

derdliyi şifâyâb ederdi.

Teheccüdü hiç bırakmazdı,

Allah korkusundan yatmazdı.

Tutardı herkesi, Peygamber,

hep kendi nefsîle berâber.

İftihâr ederdi, kullukla,

huylu idi, ilâhi hulkla.

Bir mektebe oldu, müdâvim,

Allahdı, zâtına muallim.

Anlatmak için Rahman, anı,

Kur’ânda hoş etdi beyânı.

Haşra dek, Şâh-ı enbiyâya,

olsun salevât, bî nihâye!

Olsun Âline, Eshâbına,

salât, selâmı âcizâne!]

Enbiyâ “aleyhimüsselâm” bütün insanlardan efdaldir. Evliyâdan ve sıddîklardan hiçbir kimse, ne kadar yüksek olursa olsun, Enbiyâ derecesine erişemez. Sultân-ül ârifîn hazret-i Ebû Yezîd Bistâmî “kaddesallahü sirrehül’azîz” buyurmuşdur ki: “Sıddîkların yükseldiği en son makâm, Enbiyânın hâllerinin başladığı ilk makâmdır.” İbni Attâr “rahimehullah” buyurmuşdur ki: (Resûllerin en aşağı derecesi Nebîlerin en yüksek mertebesidir. Nebîlerin en aşağı mertebesi, sıddîkların en yüksek mertebesidir. Sıddîkların en aşağı mertebesi, şehîdlerin en yüksek mertebesidir. Şehîdlerin en aşağı mertebesi, sâlihlerin en yüksek mertebesidir. Sâlihlerin en aşağı mertebesi, mü’minlerin en yüksek mertebesidir.) Geçmiş evliyânın ba’zılarından şöyle nakl edilmişdir: Vilâyet nübüvvetden efdaldir. Şuna mebnîdir ki, Nebînin iki yönü vardır. Birisi vilâyet yönüdür ki, bâtını nübüvvetdir. Diğeri, nübüvvet yönüdür ki, zâhiri vilâyetdir. Her Nebî vilâyet cihetiyle Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden ihsân ve feyz alıp, nübüvveti cihetiyle mahlûkâta verir. Şübhesiz ki o yönüyle onunla mu’âmele-i hak edib cem’iyyet huzûru hâsıl olur. Şu cihetden efdal ve şereflidir ki, onunla mahlûkâta iltifât olunup, mihnet ve zahmet yükü çekilir. Gerçi Enbiyâya “aleyhimüsselâm” her çeşid belâ ve mihnet, safâ ve râhat cem’iyyetin artması, kurbetin ziyâdeleşmesi içindir.

Fârisî beyt tercemesi:

Dost altın gibi, belâ da ateş gibidir,

Hâlis altın gönülde hoş bir ateş gibidir.

Vilâyet nübüvvetden efdaldir demeleri Nebînin vilâyet yönü nübüvvet yönünden efdaldir demekdir. Yoksa Velînin vilâyeti, tâbi’ olduğu Nebînin nübüvvetinden efdaldir demek değildir. Zîrâ Nebînin vilâyet ciheti evliyâullahın vilâyet cihetinden ekmel ve etemm oldukdan sonra nübüvvet ciheti fazladır. Âriflerin büyüklerinden ba’zıları şöyle buyurmuşdur: Ehlullahdan birinin, (Vilâyet nübüvvetden dahâ yüksekdir), dediğini işitirsen veyâ ondan sana böyle bir söz nakl edilirse, o bununla Nebînin vilâyetinin nübüvvetinden dahâ yüksek olduğunu kast etmekdedir. Veyâ böyle bir zât, velî, nebî ve resûlden üstün derse, o bu sözüyle bir peygamberin vilâyetinin nübüvvetinden üstün olduğunu kast etmekdedir.

Eğer bir kimse vilâyet ve nübüvvet cihetlerinin temâmına nübüvvet diye ad verse, o zemân nübüvvet vilâyetden efdâl olur. Zîrâ bir bütün parçalarından efdâldir. Hâce Muhammed bin Alî “kaddesellahü teâlâ sirruhümâ” buyurmuşlardır ki: (Enbiyânın nihâyeti evliyânın bidâyetidir. Bu ilmde azîmete ve tarîkatın parlaklığına işâretdir. Ya’nî Enbiyânın şerî’atde nihâyeti evliyânın tarîkat sülûkunda bidâyetidir. Zîrâ Enbiyâ “aleyhimüsselâmın” dinleri zemânlarının sonunda kemâle erişir. Nitekim hazret-i Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ [Mâide sûresi 3.cü âyetinde meâlen], (Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim ve sizin üzerinize ni’metlerimi temâmladım) buyurdu. O hâlde velî kemâli şerî’atle sülûke başlamayınca velîlik vilâyetine adım atamaz. Mekkede nâzil olan ahkâm ile amel edip, Medînede nâzil olan ile amel etmese aslâ vilâyet sırrına ermek mümkin değildir. Belki inkâr eylese, Allahü teâlâ korusun, kâfir olur. Ma’lûm oldu ki velînin vilâyetinin başlangıcı nebînin şerî’atinin nihâyetinde vâki’ olan hükmleri kabûl edip, ittibâ eylemekdir. [Nübüvvetin kemâlâtı yanında, vilâyetin kemâlâtı hiç gibidir. Vilâyet nübüvvetden efdaldir diyen tesavvuf erbâbı, henüz yolu temâmlamamış sekr hâlinde olanlardır. Sekrden sahva gelince, Nübüvvet kemâlâtının, vilâyet kemâlâtından üstün olduğunu, hattâ bir Peygamberin vilâyetinin, nübüvvetine ulaşamıyacağını anlarlar. Vilâyet kemâlâtı, nübüvvet kemâlâtı yanında denize nazaran bir damla su gibidir. Nübüvvetin ve vilâyetin kemâlâtını açıklamakda, İmâm-ı Rabbânînin “radıyallahü anh” (Mektûbât)ı kadar kıymetli bir kitâb dahâ yazılmamışdır.]

Doğru yola kavuşduran Allahü teâlâdır. Ni’mel mevlâ ve ni’meddelîl.