AHMED YESEVÎ - kainatingunesi.com

AHMED YESEVÎ

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultân, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim’in nesebi Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye’ye ulaşır. Soyu, Hazreti Fâtıma validemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Mûsâ isimli bir zâtın kerîmesi olup, sâliha, müttekî ve afîf bir hâtûn idi. Ahmed Yesevî (r.a.) daha yedi yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Doğum târihi kesin olarak bilinememektedir. 562 (m. 1166) senesinde Yesi’de vefât etti. Kabri oradadır. Timur Hân, onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.

Ahmed Yesevî (r.a.), daha çocuk iken kendisinde garib hâller, yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler meydana geliyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyordu. Çok küçükken annesinin, yedi yaşında iken de babasının vefâtı ile, Gevher Şehnaz adındaki ablasının yanında yetişti.

Bu sırada meydana gelen bir hâdise, Hâce Ahmed’in şöhretinin bütün Türkistan’a yayılmasına vesile olur. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan’da Yesevî adında bir hükümdar hüküm sürmekte idi. İdaresi altındaki topraklarda yaşayan bütün velîleri toplatıp, onların duâlarının bereketi ile önemli bir mes’eleyi halletmeyi düşünmüş. Toplanan velîlerin duâ ve niyazları neticesiz kalınca, acaba katılmayan velî var mı, diye tahkik ettirmiş. Tahkik neticesinde Hâce İbrâhim’in oğlu Ahmed’in, henüz çocuk denecek yaşta olduğu için çağırılmadığı anlaşılmış. Bunun üzerine, haberci gönderilip gelmesi istenmiş. Çocuk bu durumu ablasına danışınca ablası, “Babamızın vasiyeti var, senin tanınma zamanının gelip gelmediğini, babamızın türbesi içinde bulunan ekmek sofrası ta’yin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamanm geldi demektir, var git!” demiş. Türbeye giden Hâce Ahmed, sofrayı bulup açmış, oradan hükümdarın istediği yere gelmiş. Velîler kendisini orada hazır beklemekte imişler. Hâce Ahmed sofrada bulunan bir parça ekmeği, duâ etmeleri için gösterince, velîler Fatiha okumuşlar. O da ekmeği hazır bulunanlara taksim etmiş, hepsine kâfi gelmiş. O toplantıda velîlerden, maiyet ve ordu erkânından dokuz bin kişi bulunmakta imiş. Bu kerameti görenler, Hâce Ahmed’in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anlamışlar. Hâce Ahmed ise, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsınm neticesini beklemekte imiş. Birdenbire gök yüzünden seller boşanarak, her yer suya garkolmuş, velîlerin seccadeleri su üstünde yüzmeye başlamış. Ahmed hırkasından başını çıkarınca, seller durmuş, güneş çıkmış. Hazır bulunanlar baktıklarında, Karaçuk dağının ortadan kalktığını görmüşler. Bu keramete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmed’den, kendi adının kıyamete kadar bakî kalması için niyazda bulunmasını dilemiş. Hâce Ahmed hazretleri de, “Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin” demiş. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, “Ahmed Yesevî” şeklinde anılır olmuş.

Hâce Ahmed, Yesi’li olduğundan, Yesevî diye meşhur olduğu kabul edilmektedir.

Ahmed Yesevî (r.a.), Bâbâ Arslan hazretlerinin talebesidir. Onun kalblere hayat ve huzur veren sohbetlerine ve teveccühlerine kavuşmakla, kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere kavuştu. Bâbâ Arslan hazretlerinin vefâtından sonra, onun ma’nevî işareti ile, Buhârâ’ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî’den ma’nevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icazet (diploma) aldı. O büyük zâtın halîfelerinden oldu. Onun vefâtından sonra bir miktar Buhârâ’da kaldı. Talebeleri yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra bu talebelerin terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî’nin en büyük talebesi olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine havale edip, kendisi tekrar Yesi’ye döndü. Burada talebe yetiştirmeğe başladı. Talebeleri her geçen gün çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm’e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlıyan evliyâlık hâlleri ve dereceleri her geçen gün artıyordu. Zamanında bulunan âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefi mezhebinde idi. Zahirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim idi. Yüksek babası ve diğer velîler gibi, o da devamlı olarak Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi. Büyüklüğü ve kerametleri herkes tarafından bilinirdi. Dîvân-ı hikmet isimli eserinde, yedi yaşından elli yaşına kadar geçen zaman içinde kavuştuğu ilâhî tecellîler ve çok yüksek dereceleri gayet edib bir lisân ile çok güzel anlatmıştır.

Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerinin bir çoğunu Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmekle, talebelerine zahirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle geçirirdi. Çok kısa bir zaman ayırarak, kaşık ve kepçe yapardı. Bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyardı. Bu öküz pazara çıkar, istiyenler kaşık veya kepçe alırlar, ücretlerini yine heybeye koyarlardı. Ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Aldığı şeyin ücretini heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi, öküz, akşam olunca Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hâce hazretleri heybedeki paraları talebelerinin ihtiyaçları için sarfederdi.

Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerametleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşmca, kendisini çekemeyenler, Allahü teâlânm evliyâsına düşman olanlar, bu zâta iftira edip, sohbet meclislerinde örtüsüz kadınlar da geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar dediler ve bunu kendilerine ma’rifet sayarak etrafa yaydılar. Bu şâyi’ayı duyan makam sahipleri, ba’zı müfettişler vazifelendirerek bu durumu araştırmalarını emrettiler. Bu müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclise gelip, gizlice araştırmalar yaptılar. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir şeyin bulunmadığını gördüler. Söylenilenlerin tamamen asılsız olduğunu, bu zâta iftira etmek için uydurulduğunu bildirdiler.

Hâce Ahmed Yesevî (r.a.), kendisine iftira edenlere bir ders vermek istedi. Bunların bulunduğu bir meclise geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Orada bulunanlara hitaben: “Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî zât istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim” buyurdu. Hiç kimse çıkamadı. O sırada, Ahmed Yesevî’nin (r.a.) talebelerinden, Hâce Atâ isimli zât oraya geldi. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu bu talebeye verip, bu kutuyu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftira edenler geldiler. Herkes, bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde bir miktar ateş ve bir miktar da pamuk vardı. Ateş kıpkırmızı olarak duruyor, pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldılar. Hâce hazretlerinin bu kerameti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muarız olanlar da hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hazreti Hâceye hediyeler gönderip kendisinden özür dilediler. Bunların çoğu Hâce hazretlerinin talebesi oldular.

Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi ki, Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini (güya) imtihan etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, ma’iyyetine dörtyüz müşavir ve kırk tane de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. “Ben üçbin mes’ele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim” diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânekâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend’e “Bakar mısın, bize kimler geliyor?” buyurdu. Mervezî’nin ma’iyyetiyle birlikte hafızasında üç bin mes’ele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üçbin mes’eleden binini, Mervezî’nin hafızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakim Atâ’ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hafızasında sâdece bin mes’ele kalmış olarek Yesi’ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, “Allahın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?” dedi. Hazreti Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misafirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz” buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ’ya tekrar emredip, o bin mes’eleyi Mervezî’nin hafızasından silmesini emretti. Hakim Atâ da öyle yaptı. Mervezî, kürsü üstünde birşeyler konuşmak istedi. Fakat hafızasında hiçbir mes’elenin bulunmadığını anladı. Nihayet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silinmiş olduğunu gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusurunu anlayıp hemen orada tövbe etti. Bütün ma’iyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (r.a.) bunu, yanında beş kişi ile beraber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan’a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa’deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd ettiler (r.aleyhim).

Horasan’da bulunan evliyâ, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya da’vet etmek için, evliyâdan birini Yesi’ye gönderdiler. Allahü teâlâ, evliyâsını çok sevdiği için, onlara diğer insanların yapmaktan âciz olduklan birçok şeyleri kolay kılmıştır. Meselâ, bir anda bir yerde, biraz sonra oraya çok uzak olan başka bir yerde bulunabilirler. Veya aynı anda başka başka yerlerde görülebilirler. Bu, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. İşte, Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya da’vet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın iznî ile turna misâli uçarak Yesi’ye doğru geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden ba’zılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihayet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanlan suya gitti. Bu tüccar, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezretti (adadı). Hâce Ahmed Yesevî (r.a.), Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere olan tüccan çekip sahile çıkardı. Sonra turna şeklinden, normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb edep tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti ve malının yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman oradakilerle sohbet edip, sonra memleketine döndü. Nehirden kurtardığı tüccarın verdiği parayı da, talebelerinin ihtiyaçlarına sarfetti.

Ahmed Yesevî (r.a.), daha çocukluğundan itibaren, Resûlullah efendimizin sünnetine tam tâbi olmakta hiç gevşeklik göstermemişti. 63 yaşına geldiği zaman, Resûlullah efendimiz o sene âhırete teşrif ettiklerinden, 63 yaşından sonra yeryüzünde bulunmayı kendisine münâsip görmeyip yer altında kendisine mahsus bir hücre yaptırdı. Oraya merdiven ile inilirdi. Mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı surette, ibâdet ve tâat ile ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgul oldu. Talebelerine ilim öğretmeye de orada devam etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşu’ ile ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından, vefât ettiği 125 veya 133 yaşlarına kadar, orada ibâdet etti.

Zamanın hükümdarı Kazan Hân, Ahmed Yesevî hazretlerinin Cum’a namazını nerede kıldığını merak edip, Hâce’nin talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend’i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cum’a namazı için ezan okuyorlardı. Talebe, Hâce’nin huzuruna vardığında henüz bir şey söylemeden, “Gel elimden tut! Cum’a namazına, bugün seninle beraber gidelim” buyurdu. Talebe “Peki efendim” deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir cami içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasmı ne kadar aradıysa da bulamadı. Caminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona “Ey derviş! Burası Mısır’dır ve bu cami Câmi-i Ezher’dir. Senin hocan, nice zamandır Cum’a namazlarını burada kılar” dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cum’a namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi’ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hân’a anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hân’ın yanma gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Halbuki Kazan Hân’ın kendisini Hâce hazretlerine gönderdiği sırada başlıyan ezan, henüz bitmemişti. Kazan Hân ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerameti karşısında birşey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.

Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahalisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerametleri etrafa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayılan her geçen gün arttıkça, Sarbanlılar daha çok rahatsız oluyorlar Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.

Birgün Hazreti Hâce’ye iftira etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler, öküzlerinin çalındığını, mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini ta’kib ettiklerini, öküzlerinin Ahmed Yesevî’nin (r.a.) tekkesine girdiğini anladıklarını bildirdiler. Kadı izin verip, Hâce’nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerini bildirmesi üzerine, gelip durumu bildirdiler. Hazreti Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftiracıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihayet içeri girmelerine izin verildi, iftiracılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı ki, Hâce hazretlerinin kerameti tecellî edip, iftiracıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücum edip hemen bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlamış oldu.

Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce’yi hırsızlıkla itham etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce’nin hânekâhının bir yerine bıraktılar. Hazreti Hâceden başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmediler. Ertesi gün bu sığırı aramak behânesi ile, o kasaba halkından bir çok kimse tekkenin önünde toplandılar. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri çok müteessir olup, bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü ve “Girin köpekler! Girin itler!” diye söyledi. Gelenler, hep birden içeri girdiler. Hâce hazretlerini üzmenin dünyâdaki çok ufak bir cezası olarak, hepsi birer köpek şekline girip, parçalanmış sığır etine hücum ettiler. O eti yiyip bitirdiler. Bu hâle düştüklerine çok üzülüp, mahcûb ve pişman olduklarını bildirdiler. Hâce hazretleri merhamet edip, bunları eski hâline çevirdi. Fakat bu hainliklerine bir alâmet olmak üzere, vücûdlarında bir belirti kaldı. Hattâ bu belirti hâli, onlardan çocuklarına dahi intikâl etti.

Emîr Timur Hân, Buhârâ’ya gitmek üzere yola çıktığında Türkistan’a uğradı. Hızır aleyhisselâm da beraberlerinde idi. Timur Hân, orada rü’yâsında Ahmed Yesevî’yi (r.a.) gördü. Kendisine; “Ey yiğit! Buhârâ’ya çabuk git! înşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oradaki insanlar da senin gelmeni bekliyorlar” buyurdu. Timur Hân uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî (r.a.) türbesi üzerine çok mükemmel bir türbe yaptırması için emir verdi. O da, hakîkaten çok güzel bir türbe yaptırdı. Bugün hâlâ bu türbe bütün haşmetiyle durmaktadır.

İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler’in yazdığı Türkistan seyahatnamesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî’nin (r.a.) camii ve Timur Hân tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki: “Bu büyük caminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, caminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapınm yanında penceresiz olarak, üstü çentikli olarak yükselen iki tane yuvarlak kule yükseliyor. Kapınm, büyük bir san’at eseri olarak işlenmiş iki katlı, tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kûfi yazılarla süslenmiş olan kubbe, binayı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler ve sâir sebeblerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harabe hâline gelmiş olduğu bu muazzam bina, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?

Caminin avlusunda çok güzel bir medrese var. Arka kısmında bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ’nın, Ahmed Yesevî’nin ve hanım efendisinin bulunduğu türbe var. Burada başka kimselerin bulunduğu da söylenilmektedir.”

Türkistan’ın her tarafından akın akın gelerek Hâce hazretlerinin türbesi ziyaret edilmekte, Câmi-i hazret isimli bu camide namaz kılınmaktadır.

Ahmed Yesevî (r.a.) halîfelerinden Seyyid Mensur Atâ (r.a.), Hâce hazretlerinin yer altında bulunan ve “Çilehâne” denilen hücresini görünce ilk defa çok üzüldü. Bu dar yerde, çok sıkıntılı bir hâldedir herhalde diye düşündü. Böyle düşünce içinde iken birdenbire gördü ki, o daracık zannettiği yerin bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine dedi ki; “Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakikatte onlar için bir ni’mettir. Bu saâdet sahibleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu mübarek velî kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Ma’nevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder ki, zahir olarak çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun ruhu, zevk ve neş’eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam…”

Hâce Ahmed Yesevî’nin (r.a.) yetiştirdiği talebelerin her biri bir memlekete giderek, İslâmiyeti doğru olarak öğretip yayıyorlardı. Hâce hazretlerinin talebelerinden bu şekilde olanlar ve Moğolların katliâmından kaçıp kurtulmak suretiyle Anadoluya gelenler çok olmuş, onun yolu Anadolu’da da tanınmış ve yayılmıştır.

Hâce hazretleri, herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimseye rahatsızlık gelmezdi. Bütün insanların saâdeti, rahatları için gayret ederdi. Dergâhı fakir ve yoksullar, yetim ve çaresizler için sığınak yeriydi.

Anadolu’nun, Türklere yurt olması için büyük gayretler gösterdi. Telkinleri ile, adetâ Alparslan’ın Malazgirt zaferini, Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olmasını daha önceden hazırlamış oldu.

Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların ba’zı bariz hususiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir müridin, riâyet etmeleri mecburi lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği üstadının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzurunda hergün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nafile namaz kılmaktan ve gündüzleri nafile oruç tutmaktan farksız hattâ daha fâideilidir. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet var. İkincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürid gayet uyanık, zekî ve dikkatli olmalı ki, hocasının sözlerinden, rumuzlarından ve işaretlerinden hemen anlıyabilsin. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden razı ve ona itaatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gayet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır, isteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve va’dinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü hususunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrana sebeb olur. 6) Ahde vefa ve hocasına olan tâbiiyyet ve teslimiyyetinde çok sağlam olmalıdır. 7) Hocasının ufak bir işareti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere feda etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüt hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşa etmekten çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasihatlerini dikkatle ta’kib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmalkâr davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesile, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığı yapmağa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalıdır. Onu sevmeyenlere, onun sevmediklerine ve istemedikleri şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.

Ahmed Yesevî hazretlerinin en mühim eseri, “Dîvân-ı hikmet’tir. Bu eserde, o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisân ile söylenmiş manzumeler vardır. Bu manzumelerin konuları umumiyetle şunlardır: İnsanları müslüman olmaya teşvik edici, Muhammed aleyhisselâmı öven, O’na tâbi olmakla çok yüksek derecelere kavuşmuş olan velîlerin hâllerinin anlatıldığı kısımlardır. Eserde, Muhammed aleyhisselâma ümmet olmanın büyük saâdet olduğu, insanı saâdet-i ebediyyeye kavuşturan İslâmiyet yolunda bulunmanın kıymeti, Allahü teâlâyı ve O’nun dostlarını herşeyden çok sevmenin lüzumu, âhırete, Cennet ve Cehenneme inanmanın ve onlara hazırlanmanın ehemmiyeti, dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere, zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldananların zavallılıkları çok güzel dile getirilmiştir. Herkes tarafından anlaşılması gayet kolay olan bu şiirler çok rağbet görmüş, kısa zamanda çok uzaklara kadar yayılmıştı. Ahmed Yesevî hazretleri, bu şiirleri ile îslâmiyete çok hizmet etmiş, binlerce insanın müslüman olup saâdete kavuşmasına vesile olmuştur.

Ahmed Yesevî (r.a.) buyurdu ki:

“Ey Dostlar! Sakın ola ki, câhil olanlarla dostluk kurmayınız.”

“Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya hiçbir zaman gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meyletmeni temin ederse, artık seni idaresi altına almış demektir. Bundan sonra seni felâketlerden felâketlere sürükler de haberin bile olmaz.”

“Himmet kuşağını çok kuvvetli bir şekilde beline sarmayan insan, dünyâya olan meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda hiç ilerleyemez.”

“İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşüncelerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakikat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk etmekten uzaktırlar.”

“Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yoğrularak, bu deryanın çok mahir bir dalgıcı olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdaniyet denizine giremez. Zîrâ ki, ona girmek için çok usta bir dalgıç olmak lâzımdır.”

“Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamamen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar.”

“Ahkâm-ı İslâmiyyeyi tam bilmeyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde ba’zı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hâllerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bilmezler ki, abdestte, namazda, alış-verişte öyle noksanları vardır ki, yediği içtiği haramdır. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idaresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar.”

“Çeşitli günahlar sebebiyle, paslanmış bir hâl alan gönüller için çâre şudur ki, Allahü teâlâya çok tövbe, istiğfar etmeli. Her zaman Allahü teâlâyı düşünmeli, O’nun razı olduğu, beğendiği işleri yapmalı, hiçbir zaman O’ndan gafil olmamalıdır.”

“Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, fâidesini göremedi. Nihayet toprak altında yok olup gitti.”

“Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir.”

“Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatarken, kalkarken onun yoldaşı şeytandır.”

“Gariblere merhamet etmek, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır.”

“Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı sen ol.”

 

  1. Reşehât sh. 14
  2. Cevâhir-ül-ebrâr sh. 74
  3. Dîvân-ı Hikmet
  4. Künh-ül-ahbâr cild-5, sh. 54
  5. Nefehât-ül-üns sh. 487
  6. Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 133