AlîM – MÜCEDDîD - kainatingunesi.com

Alim – Müceddid

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşı­lır.”

Yine buyurdular ki: “Bir âlimin sakınması gereken en önemli husus; Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak durması ve dünyâya gönül bağlamamasıdır.”

Tâbiîn devri velîlerinden Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine, ilim sâhipleri sorulduğunda: “Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun ilmiyle amel ederler. Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı da ilmiyle kendisi amel etmediği gibi insanlar da amel etmez.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsafir (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine “Âlim kimdir?” denildi. Cevaben buyurdular ki: “İnsan- lara doğru yolu gösteren âlim şu kimsedir ki; kendi huzûrunda iken senin kalbini derleyip toparlayan, yokluğunda seni her türlü kötülüklerden ha­ram, günah ve çirkin şeylerden koruyan, sâhib olduğu en güzel ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla ahlâklanmanı sağlayan, kendine mahsus terbiye usûlleriyle terbiye eden, kendi îmân nûrunun parlaklığıyla talebe­sinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir.

Anadolu evliyâsından Ahıskalı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şöyle anlattı:

Fıkıh âlimi Ebü’l-Leys Semerkandî buyurdu ki: “Âlimle berâber otu- rup, onun anlattıklarından bir şey hâtırında tutamayan kimse için böyle olmasına rağmen yedi fayda vardır: 1. İlim öğrenenlerin fazîletine kavu- şur. 2. Âlimin meclisinde bulunduğu müddetçe günahlardan korunmuş olur. 3. Evinden ilim öğrenmek için çıktığı zaman üzerine rahmet iner. 4. İlim meclisine oturduğunda meclise inen rahmetten o da nasibini alır. 5. Orada anlatılanları dinledikçe, kendisine sevap yazılır. 6. Dersi dinler de anlayamadığı zaman üzülür, gamlanır, kalbi kırık olur. Bu hâli Allahü teâlânın hadîs-i kutsîde; “Ben, benim için kalbi kırık olanların yanında­yım.” buyurduklarından olmasına vesîle olur. 7. Âlimin üstün, fâsıkın, günâh işleyenlerin aşağı tutulduğunu görüp kalbini fıskdan, günâh ve kötü şeylerden çevirir. Bunun içindir ki, Resûlullah efendimiz sâlihlerle, iyi kimselerle berâber olmayı emretmiştir.”

“İnsan niyetini düzeltemese de, ilim öğrenmek, terketmekten daha fazîletlidir. Çünkü ilim öğrenince, o ilmin onun niyetini düzeltmesi umulur. Mücâhid rahmetullahi aleyh buyurdu ki: “Biz ilim öğrenirken niyetimiz tam olarak düzgün değildi. Sonra Allahü teâlâ bize niyetimizi düzeltmeyi nasîb etti.” Yine bâzı âlimler şöyle buyurdu: “Biz ilk önce ilmi Allah rızâ­sını niyet ederek öğrenmedik. Fakat ilim bu hâlimizi kabûl etmedi. Onu, Allah için öğrenmemize vesîle oldu.”

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine sık sık şöyle nasihat ederdi: Âlimlere karşı hür­metli olmalı onların huzûrunda edebi muhafaza etmeli ve az konuş­malı­dır. Onların hizmetiyle şereflenmeyi büyük kazanç bilmelidir.

Hayırdan bir şey öğrenirseniz onu insanlara öğretiniz. Böylece bu hayrın meyvelerinden istifâde edersiniz. buyurdular.

Anadolu’da yetişen Türk şâir ve mutasavvıflarının meşhurlarından Âşık Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) dîni, âlimlerden öğrenmeyi her za-man tavsiye ederdi. Üstâddan öğrenilmeyen ilmin, insana faydası olma­yacağını anlatırdı.

Bu şerîatdur kim üstâd öğredür,

Resm-ü erkân-ü nişân ad öğredür.

 

Farz-u sünnet bildürür nefse ayân,

Dâvet eyler tâata bellü beyân.

 

Pes bilün üstâd âlimler durur,

Kim şerîat neydüğüni bildürür.

 

Eyle olsa anda key izzet gerek,

Hem edeb erkân u hem hizmet gerek.

 

Kimse kim üstâdına hizmet kıla,

Hiç güman dutman kim ol alkış ala.

 

Hem Çalap hoşnûd ola andan ayân,

Kirtü bilgil bu sözü bellü beyân.

 

Bu dînin emir ve yasaklarını üstâddan öğrenmek lâzımdır. O üstâd; âdet, usûl ve esasları öğretir. Allahü teâlânın emrettiği farzları ve Resû- lullah’ın sünnetini bildirir. Nefsi ibâdet etmeye açıkça dâvet eder. Şunu iyi biliniz ki, İslâmiyeti en doğru olarak anlatan, âlim olan üstâdlardır. Bu sebeple onlara karşı çok edepli olmalı, izzet, ikrâm ve hizmette bulun­malıdır. Bir talebe hocasına hizmet ederse, şüphesiz çok duâ alır. Onun duâsı bereketiyle cenâb-ı Hak da, o talebeyi sever. Bu sözümüzün hakî­kat olduğunu kabûl etmelidir.

Âlemin mûteber bir kitap olduğunu gör. O kitap ki, mânâ hazînesin- den dâimâ haber verir. O öyle bir kitaptır ki, içinde lügat, nahiv, sarf ve mârifetler, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bilgiler vardır. Âlemde bulunan bütün zerreler harf harf yazılıdır. Bu âlem, görebilenlerin gör­mesi, aklı olanların anlayıp hayrette kalmaları için mânâlar ve hünerlerle dolu olarak yaratıldı.

 

Dünyâya girmekliğün pes aybı yok,

Gam değil bu dünyâlık olursa çok.

 

İlle dünyâ gönüle yol bulmasun,

Key sakın kim gemiye su dolmasın.

 

Dünyâ ile meşgûl olmak ayıp değildir. Dünyâ malının çok olması ü- züntüye sebeb olmamalıdır. Ancak dünyâ sevgisini gönle doldurmak doğru değildir. Kalbi öldüren sevgiden çok sakınmalıdır.

Büyük velîlerden ve fıkıh âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şöyle buyurdular: “Her beldeye tabîb-i hâzık olan bir âlim lâzımdır. Bu âlim sebebiyle insanlar tedâvî olup, dert- lerine derman bulur. Bu âlimi terk edenler, ilacı terk etmişler demektir. Böyle kimselere lâyık olan, hastalık içinde bulunmaktır. Enfâl sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Eğer Allahü teâlâ, ezelî ilminde onlarda hayır ve saâdet takdîr etmiş olsaydı, onlara hakkı işittirirdi.” Yâni Allahü teâlâ onları hayırlı eyleseydi onlara hayrı işittirirdi.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbe­tinde buyurdular ki: “Âlimin sözü doğru, yediği helâl ve dünyâ malına karşı sevgisi yok ise, zühdü, dünyâya düşkün olmaması çok olur. Ne ya­zık ki, bugün bu üç hasletten birini bile onların birinde göremiyoruz. Bu durum­larıyla onlara nasıl gülelim ve nasıl yüz verelim. Bu vasıfları ken­dinde bulundurmayanlar, ilim sâhibi olduklarını, nasıl söylerler. Onlar dünyâya sarılır, dünyâyı birbirinden kıskanırlar. Dünyâlık için birbirine hased ederler. Devlet adamlarının yanında birbirlerini çekiştirir ve gıybet eder­ler. Maksadları, ellerine geçen dünyâlığı, başkalarına kaptırmamak ve fânî şeyleri ellerinden kaçırmamaktır. Yazıklar olsun ey âlimler! Siz pey­gamberlerin vârisleriydiniz. İlmi alırken birçok vazîfe yüklenmiş oldu­nuz. Şimdi o vazîfeleri yapmıyorsunuz. İlminizi şeref vesilesi yapıp onunla dünyâlık kazanmaya bakıyorsunuz. Âhirette, Cehennem’e ilk atılan zümre olmaktan nasıl korkmuyorsunuz, anlamıyorum!”

“Bugün ilim, onu vâsıta yapıp karnını doyuranların eline geçti.”

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmiyle amel etmeyen âlim, itâ­atte bulunmayan bilgisizden beterdir. Hiç olmazsa ilmi olmayan; “Bilsey­dim böyle bir iş yapmazdım.” der.”

Evliyânın büyüklerinden Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mâlik bin Dînâr’dan naklederek buyurdular ki: “İlmiyle amel etmeyen âlimin sözleri, düz bir taşın üstünde suyun durmadığı gibi, akıp gider, karşısındakine tesir etmez, kayar gider.”

İskenderiye’de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlimler, zâhirî ve bâtınî âlimler olarak ikiye ayrılır. Zâhirî âlim; ilmi arttıkça, zuhûru, ortaya çıkması, ta­nınması artan kimsedir. Fakat bâtınî âlim bunun zıddıdır. O gizlidir. Mâ­nâlar âle- minde ilerledikçe, kendisi, kendisini ve ilmini anlamaktan, idrâk etmekten âciz kalır. İlmi de kendisi ile birlikte gizlidir. Zâhirde, görünüşte onun il- minin ve kendi hâlinin bir belirtisi olmaz. Ancak ehli olanlar tara­fından tanınabilirler.”

Yine buyurdular ki: “Âlimler ve velîler, dünyâ hayâtında hakîkî hâlleri ile zuhûr eyleyip meydana çıkmazlar. Ancak ilmî hüviyeti ile zuhûr eyler. Ama Allahü teâlâ, âhirette onları hakîkî hâllerinde gösterecektir.”

Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde yetişen âlim ve velîlerden Dâvûd-i Kayserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; enerjitizm yâni ta- biatta var olan her şeyin esâsını ve bütün tabiat olaylarını enerji ve enerji deği­şimiyle açıklayan bir fizik doktrininin kurucusudur. Enerjitizmin kuru- cusu olduğu iddiâ edilen Alman kimyâcısı Wilhem Ostwald’dan yaklaşık altı asır önce yaşayan Dâvûd-i Kayserî; âlemi, görünür ve görünmez, maddî ve rûhî, her türlü varlıkların toplamı olarak târif etmiştir. Âlemdeki bütün varlıklar, Allahü teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının tecellîsi, akisle- ridir. Tabiattaki her şey, atomlardan ve moleküllerden meydana gelmiş- tir. Ona göre tabiat, kendi özünde enerjiden başka bir şey değildir. İlk enerji olan ve Kur’ân-ı kerîmin Fussilet sûresi on birinci âyetinde bildirilen “Duhan”, Allahü teâlânın izni ile birçok şekiller aldı ve varlıkların şeklini belirleyen su, hava, ateş ve toprak gibi ilk dört unsura dönüştü. Varlık- ların, atom­lardan (cevher) ve moleküllerden teşekkül ettiğini, onların farklılıklarının, atomların sayı ve diziliş farklarından kaynaklandığını söy- leyen Dâvûd-i Kayserî, kendinden önceki Yunanlı atomculardan farklı olarak, ilk defâ atomların enerji yüklü olduğunu söylemektedir. Suyu, be- yaz atom ve ha­yat sırrı olarak nitelemiş, belki de ondaki statik ve dina- mik enerjinin önemini ilk defâ anlatmak istemiştir.

İlim ve fazîlette yüksek, güzel ahlâk sâhibi, çok ibâdet eden, dün­yâya önem vermeyen ve çok merhametli bir zât olan Dâvûd-i Kayserî, başta tasavvuf olmak üzere kelâm sâhasında eserler vermiş ve felsefeyi tenkit eden eserler yazmıştır.

Velîlerden ve meşhûr tefsîr âlimi Dehhâk bin Müzâhim (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Ben âhiret âlimlerine yetiştim. On­lar birbirlerinden ancak takvâ ve verâ, haram ve şüphelileri ve onlar- dan sakınmayı öğrenirlerdi. Şimdiki âlimler ise, kelâm mücâde­lelerini öğren­mekle meşgûl oluyorlar.”

Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri ilim ehline ve ilim öğreten hocaya çok önem verirdi. Hocanın talebeye göre ana ve babasından daha kıy­metli ve değer li olduğunu bildirirdi. Ona; “İnsan nasıl oluyor da hocasının emirle- rine anne ve babasınınkinden daha fazla uyuyor?” diye sorulunca; “Anne ve baba, insan oğlunun fâni hayâtının sebebidir. Yâni onun bu dünyâya- gelmesine sebeb olmuşlardır. Hocası ise, onun bâkî, sonsuz hayâtının sebebidir. Çünkü onun hem bu dünyâda hem de sonsuz olan âhiret ha-yâtında saâdete kavuşmasına sebeptir.” buyurdu.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlimler bozulunca din ortadan kalkar, çünkü âlimler dînin bağıdır. Bağ çürüyünce neyi bağlayabilir?”

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hakîki âlim, suâli cevaplandırırken, kıyâmette; “Bu cevâbı nereden buldun?” diye sorulacağından korkan kimsedir.”

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Hakîkî âlim, yol gösterici zât; güzel ahlâkı ile sana doğru yolu gösteren, gidişâtı ile seni kuvvetlen­diren, nûrları ile senin bâtınını aydınlatan zâttır.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Âlim kimdir?” diye sordular. Cevaben; “Âhireti iste­yen, dünyâdan, dünyevî meşgûliyetlerden yüz çevirendir.” buyurdular.

Yemen’in büyük velîlerinden Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) zamanında Zebid şehrinde bir karışıklık oldu. Sul- tan şehirden çıktı. Herkes malını ve kıymetli şeylerini bir yere sakladı. Ebû Muhammed Talhâ o vakitte hasta idi. Talebesi gelip durumu anla­tınca; “Bu insanlara bir şey olmayacak. Ancak bir âlim vefât edecek. Âli­min ölümü, âlemin ölümü demektir.” buyurdu. Çok geçmeden kendisi vefât etti. Vefâtından sonra da kerâmetleri görüldü.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlim o- lan, karşısındakinin anlayışına göre konuşur.”

Irak velîlerinin büyüklerinden Ebü’l-Hasan Cûsukî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlimlerin bozulmasının alâmeti ikidir: “Biri, bil­diklerini yapmazlar, bilmedikleriyle amel ederler. İkincisi, yapmamaları emredilen şeyleri yaparlar.”

“Faydasız söz söylemek ve herkesle haşir-neşir olmak, Allahtan yüz çevirmenin alâmetidir.”

Bağdât’ın büyük velîlerinden Ebü’l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilmiyle âmil olduğu gibi, ilmiyle amel eden âlimleri çok severdi. Zamânının insanlarına bakarak; “Zamânımızda yok denecek ka- dar az, fakat değeri fazla olan iki zümre vardır. Birincisi ilmiyle amel eden âlimler ve ikincisi hakîkatı söyleyen âriflerdir.” buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim sâhibi bir kimsenin dünyâ peşinde koşmasını iyi görmez ve ona a- cırdı. Bu hususta; “Bir âlimin dünyânın oyuncağı olduğunu gördüğüm zaman, kendisine acır ve ağlarım. “Nafakası falanca tüccara âid olmak üzere hacca gitti. ” denilmesi ne kadar acıdır.” buyurdular.

Fudayl bin İyâd hazretlerine kötü âlimlerden soruldu. Buyurdular ki: “Ümmetlerin herbiri, Rahmânın yolu üzerine oturmuş kötü âlimler yüzün­den helâk olurlar. Onlar habis amelleri ile Allahü teâlânın yolunu kesmiş, insanlara engel olmuş olurlar.”

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâ- m-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl edip fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müd­det son- ra Cürcân’a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den ders alıp, ilim okudu. Üç sene kadar Cürcân’da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olan Tûs’a dönmek üzere yola çıktı. Yolculuk sırasında, katıldığı kerva­nın önünü yol kesiciler çevirdi. Kervanda bulunan kıymetli şeyleri aldık­ları gibi, ilim tahsîlinden dönen Muhammed Gazâlî’nin üç sene boyunca tuttuğu not- ları ve kitaplarını da aldılar.

Muhammed Gazâlî hazretleri, yol kesicilerin arkasından gidip kitap- la­rını ve notlarını vermeleri için yalvardı. “Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin.” dedi. Eşkıyâ çetesinin reisi; “Nedir onlar? Na­sıl şeylerdir?” dedi. Muhammed Gazâlî hazretleri; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim. Gurbetlere gittim. Benim öğrendiğim bilgiler o notların içindedir.” dedi. Eşkıyâ reisi küçümser bir ifâdeyle gülerek; “Sen onları bildiğini nasıl iddia ediyorsun. Biz onları senden alınca ilimsiz kalı­yorsun.” dedi ve ders notlarını geri verdi. Zâten ilim âşığı olan Muham- med Gazâlî eşkıyâ reisinin sözlerinin de tesirinde kalarak kendi kendine; “Allahü teâlâ yol kesiciyi beni îkaz için o şekilde söyletti.” dedi.

Tûs’a gelince, üç yıl bütün gayretiyle çalışarak Cürcân’da tuttuğu notların hepsini ezberledi. O hâle geldi ki, yol kesiciler o notların hepsini alsa ona zararı olmazdı.

Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitâbü Fedâih-il-Bâtıniyye ve Fedâil-il-Müstehzeriyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koy-mak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üzerinde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnâsında ve netice­sinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül-Felâsife kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı.

O sırada dünyânın tepsi gibi düz oduğunu iddiâ eden ve bu tür saç- malıkları ilim adı altında insanlara vermeye çalışan Avrupalı filozofların bu fikirlerinin yanlışlıklarını ortaya koydu. Dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın temizlendiğini, safranın, lenfin ve zararlı madde eri- yiklerinin burada kandan ayrıldığını, bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde mikdârlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında olduğu gibi anlattı. Bu bilgileri kuvvetli delillerle isbât ederek Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgileri kitaplarında yazdı.

İmâm-ı Gazâlî’nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve îtikâdlarına felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışma­sını işiten bâzı kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân da odur. Işık olmayınca göz göreme­diği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olamaz. İs­lâm âlimi olur. İslâm dîninde, felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.

Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlim, ilmi onunla amel etmek, ilme uy- mak için öğrenir. Sözü dinlenilen ve yaşayışı büyüklerin yaşayışına uy- gun olan kimsedir. Âlimler huşû sâhibidirler. Süsleri verâ ve takvâ, söz- leri Allahü teâlâyı zikir ve O’nun emir ve yasaklarını insanlara bildirmek, susmaları Allahü teâlânın nîmetlerini tefekkürdür. İnsanlara çok nasihat ederler. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmazlar. Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirirler. Hepsi âhirete yarayan işlerle meşgûl olurlar.

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki; “Kıymetli kardeşim! Kötü âlimler insanlar için çok tehlikelidir. Onlar dünyâya düşkündürler. Dünyâyı âhirete tercih ederler. Sonra şunu iyi bil. Dünyâyı âhirete tercih edenler, râhat ve huzur içeri­sinde de değildirler. Onların neşe ve sevinçlerine, keder ve sıkıntılar ka­rışmıştır. Bunların sonu felâkettir. Aslında böyle kimselerin dünyâsı da âhireti de harâbtır. İki dünyâları da perişândır.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlerin ve ilmin fazîletiyle ilgili olarak da bu- yurdular ki: Kıyâmet günü şehîdlerin kanı âlimlerin mürekkebi ile tartı- lacak, şehîdler diyecekler ki: “Âlimler zamanlarının ışık kaynağıdır. Her âlim zamânının lambasıdır. İnsanlar âlimler vâsıtası ile aydınlanırlar.”

Hakîkî fakîh, dünyâya kıymet vermeyip, âhirete rağbet eden, hatâla- rını görebilen, Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran, başkalarının bir şeyine zarar vermekten sakınan âlim kimsedir.

Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “İnsanlara ilim öğretip, insanlar ondan öğrendikleri ilim ile amel ettikleri halde kendisi amel etmeyen kimse, kıyâmet günü pişman- lığı en çok olan kimsedir.”

Osmanlı evliyâ ve âlimlerinin büyüklerinden Hızır Çelebi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Fâtih Sultan Mehmed Han haz- retleri; Tahta geçtiği ilk günlerden îtibâren fırsat buldukça sarayda çeşitli âlimleri toplayıp onlarla ilmî sohbetler yapıyordu. Bu toplantılara zaman zaman orada bulunan yabancı ilim adamları da iştirâk ediyordu. Yine böyle bir ilim meclisi teşkil edildiğinde, Kuzey Afrika ülkelerinden birinden gelen ve gizli ilimlerde mahâret sâhibi bir âlim de katılmıştı. O âlim, Sultânın katında Türk âlimlerini, sorduğu zor ve çözülmesi güç sorularla epeyce bunalttı. Onları ce­vap veremez gördükçe de yeni yeni sorular yöneltti ve üstünlük gösteri­sinde bulundu. Osmanlı ulemâsının böyle acz içinde kalması, cihân pâ­dişâhı olan Fâtih’i son derece rahatsız etti. Bütün beyleri, paşaları ve ve­zirleri toplayıp; “Ülkemde bu adama cevap verecek bir âlim yok mudur? Çabuk olun, araştırın ve bana derhal müs- bet bir cevap getirin!” dedi. Vatan topraklarını iyi bilen vezirler, dü- şündüler ve Sivrihisar Medrese­sinde görev yapan Hızır Beyi hatırladılar. Fâtih’e; “Sultânım! Ülkemizde Hızır Bey adında değerli bir âlimimiz var, emir buyurursanız, haberci gönderip buraya çağıralım.” dediler. Sultan, “Durmayın, kim varsa derhal dâvet edin, hemen gelsin.” buyurdu. Bunun üzerine, Hızır Beyi çağırmak üzere Sivrihisar’a üç kişilik bir heyet gön- derdiler. Hızır Bey, bu heyetle Edir­ne’ye geldi. Hızır Bey, o zaman daha otuz yaşlarında ve asker kıyâ­fe­tinde bulunduğundan, yaş ve kıyâfeti, meşhûr âlimlere meydan okuyan zâtın alay edercesine gülmesine sebeb oldu.

Onun bu tavrı üzerine Hızır Çelebi; “Gereksiz yere gülenler, hoşa gi­denlerden sayılmaz. Soracağın her ne ise hemen bildir. Sözün gelişi beni de başarısızlığa uğrayacaklardan biri say.” Bunun üzerine misâfir âlim, pâdişâhın huzûrunda ve kendinden son derece emin bir şekilde Hı­zır Çelebiye sorularını yöneltti. O sorarken Hızır Çelebi mütevâzi bir şe­kilde önüne bakıp gülümseyerek notlarını tuttu. Sonra sorulan suâllerin hepsine teker teker ve gâyet güzel cevaplar verdi. Çözülecek hiç bir me­seleyi ortada bırakmadı. Misâfir âlim hiç beklemediği bu durum karşı­sında bir hayli şaşırdı ve tedirgin oldu.

Sonra soru sorma sırası Hızır Beye geldi. Fâtih Sultan Mehmed’den izin istedikten sonra o âlime dönerek on altı değişik ilimden çözümü güç birer mesele sordu. Misâfirin bu konulardan haberi bulunmadığından dili tutuldu ve pekçok ilim adamının ortasında utanç içinde kaldı. Sonra; “Hı- zır Bey, İslâm âleminde benzeri pek az bulunan ilim adamlarınızdan biri­dir. Kendisinde öylesine bir hâfıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir.” diye itirafta bulundu.

Kerem ve ihsân sâhibi yüce Pâdişâh sonuçtan çok memnun oldu. Sevinç ve heyecânından yerinden kalkıp yeniden oturdu. Hızır Beyi ha- râretle tebrik ederek; “Yüzümüzü ak eyledin. Cenâb-ı Hak da iki cihânda senin yüzünü ak eyleyip, ilmini ve fazlını arttırsın.” dedi. Sonra sırtındaki kürkü çıkarıp, Hızır Beyin sırtına geçirdi. Yine bu memnuniyetinin karşı- lığı olarak Hızır Beyi atalarının inşâ ettiği Bursa’daki Sultâniye Medresesi müderrisliğine tâyin etti.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Esas âlim, ilmi ile amel edendir.”

Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka’b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlim mümin, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.”

Yine buyurdular ki: “Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) dâvet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları kor­kutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak; insanla­rın, makam mevki sâhiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar; sözleri ile dünyâyı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Kadınların erkeklere karşı gelmesi gibi, bildiklerine aykırı hareket ede­cekler, yakınlarını başkalarının yanında görseler, darılacaklardır. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.”

Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi, vâz ve nasîhatı gönüllerden silinir gider.”

Büyük velîlerden Ma’rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: “İlim sâhibi, ilmiyle âmil olduğu takdirde, bütün müminlerin kalbi onun olur” (yâni bütün müminler onu sever).

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dinde âlim olduktan sonra, dünyâlık bir menfaat alırım düşüncesiyle zarûret olmadan pâdişâh ve sultanların yanına gidip, yaltaklık edenler, attıkları adımlar kadar, Cehennem’in de- rinliklerine, dalmış olurlar.”

Yine buyurdular ki: “Âlimler bozuluncaya kadar, insanlara Allahü teâlânın azâbı gelmez.”

En büyük velîlerden, on iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmi ile insanlara faydalı bir âlim, bin âbidden daha efdaldir. Böyle bir âlimin vefâtına, şeytan, yetmiş âbidin vefâtına sevindiğinden daha fazla sevinir.”

Horasan taraflarında yaşayan büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve ha­dîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin medfun bulunduğu yerin yanındaki mescidde, evliyânın büyükle­rinden Ebû Alî Fârmedî hazretleri vâz veriyordu. Bir ara kendisine; “Âlim- ler, Peygamberlerin vârisleridir.” hadîs-i şerîfinde bildirilen âlimler, kimleri işâret ediyor?” diye sordular. Cevâbında; “Bu âlimler çok az bulu­nur. Onlardan bir tânesi mescidin yanında yatmaktadır.” deyip, Muhammed bin Eslem’in kabrini gösterdi.

İshâk bin Râheveyh buyuruyor ki: “Câhiller “sevâd-ı âzam” deyince, insanların cemâati “ehl-i cemâat” diye anlarlar. Halbuki, Sevâd-ı âzam, Peygamber efendimizin izinde ve yolunda giden, O’na tâbi olan ve O’- nunla berâber olan âlimlerin cemâatidir. Bunlara muhâlif olan, cemâati terk etmiş olur. Bu büyük âlimlerden birisi de Muhammed bin Eslem’dir.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmin tadından zevk alan, onsuz yapamaz. Devamlı ilimle meşgûl olur.”

Müctehid âlim ve velîlerden Muhammed Şeybânî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) zamânında Halîfe Hârûn Reşîd, Horasan seyâhatine çıkar­ken, İmâm-ı Muhammed ile büyük nahiv (dil) âlimi Kisâî’yi de berâbe­rinde götürdü. H.189’da Rey’de iken her iki âlim de vefât etti. Cenâze namaz­larında hazır bulunan Halîfe Hârûn Reşîd; “Bugün fıkıh ile Arabî’yi top­rağa verdim” diyerek üzüntüsünü bildirmişti.

Büyük velîlerden Radıyüddîn Kazvînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) müderris olarak Nizâmiye Medresesine tâyin edilince, müderrislik hil’ati (elbisesi) ile geldi. Yanında fıkıh âlimleri vardı. Orada kendisini diğer mü- derrisler, ileri gelenler, yüksek şahsiyetler karşıladılar. Tedris kürsü­süne oturunca duâ edildi. Tefsîr ilminden anlatacaktı. Derse başlamadan önce cemâate iltifât edip; “Tefsîr kitaplarının hangisinden anlatmamı istersi- niz?” diye sordu. Cemâat, tefsîr kitaplarından birini belirtti. Sonra; “Hangi sûreden anlatmamı istiyorsunuz?” diye sordu. Onu da tâyin etti­ler. Onla- rın istediği yerden anlattı. Fıkıh, usûl, hılâf ve diğer ilimlerde ders vere- ceği zaman, hep bu şekilde dinliyenlerin hangi meseleyi arzu ettiklerini sorar, neyi istiyorlarsa onu anlatırdı. Derslerinde bulunanlar onun ilminin çokluğuna hayret ederlerdi.

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ, gösteriş karıştırabilir? Çünkü o, Allah’ın rızâsı olmaksızın el- de edilen ilmin, başından bozuk olduğunu bilir. O halde bozuk, bâtıl o- lan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlimin üç ilmi var. Biri ilm-i zâhirîdir. Bunu herkese açıklar. Diğeri ilm-i bâtındır. Bunu ancak ehline açıklar. Üçüncüsü, kim- seye anlatılması câiz olmayan bir ilimdir ki, bu ancak kendisiyle Allahü teâlâ arasındadır.”

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlimde şu üç haslet (özellik) bulunur. Birincisi, kendisinden yukardakine karşı gelmemek. İkincisi, kendinden aşağıdakileri hor ve alçak görmemek. Üçüncüsü, ilmine karşı dünyâlık almamak.”

“İdârecilerin en hayırlısı, âlimleri sevendir.”

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa’bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Falanca şahıs âlimdir” dediler. Şa’bî bunu söy- leyene, “Onda ilmin güzelliğini göremedim” dedi. “İlmin süsü ve kıymeti nedir?” diye sorulunca, “Vekardır, âlim olan kişi, kibirli, sert ve kaba ol­maz” buyurdular.

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) Atâ Horasânî’ye dedi ki: “Bizden önceki âlim- ler, ilme sarılıp, dünyâya ehemmiyet vermezlerdi. O zamanki dünyâ ehli ise, ilme saygılı idiler. Onun için, âlimlere hürmet ederler, dünyâlıkların­dan onları da faydalandırırlardı. Şimdi ise, ilim sâhipleri, dünyâ ehli için ilimlerini sarf ediyorlar. Çünkü onların mallarında gözleri vardır. Belki onlardan, biraz dünyâlık koparabiliriz diye düşünüyorlar. Halbuki şimdi dünyâ ehli, onların ilimlerine bile rağbet edip kıymet vermiyorlar.

 

ÂLİMİN KIYMETİ

 

Vehb bin Münebbih ki, Tâbiîn-i kirâmdan,

Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan.

 

Buyurdu ki: “Aklı ve ilmi varsa bir zâtın,

Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın.

 

O, binlerce câhili, parmağında oynatır,

Âlimin karşısına gelince, âciz kalır.

 

Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana

Ve lâkin yaklaşamaz, böyle olgun insana.

 

Bir çâresini bulup, kaçar onun yanından,

Câhillere yanaşıp, saptırır yollarından.”

 

Dâvûd aleyhisselâm, buyurdu ki: “Ey Rabbim,

Seni aradığımda, nerde bulabilirim?”

 

Buyurdu: “Şu kulların, yanındayım ki her an,

Ürperir kalbleri hep, benden korkularından

 

Ey Dâvûd, şu kimsedir, en çok sevdiğim kişi,

Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.”

 

Dediler ki: “Ey Vehb, çok ibâdet eyleyen,

İki zâttan hangisi, üstündür diğerinden?”

 

Buyurdu: “Kimin çoksa, insanlara hizmeti,

Hak teâlâ indinde, onun çoktur kıymeti.

 

Hele uğraşıyorsa, âhiretleri için,

Daha da kıymetlidir, indinde Rabbimizin.”

 

Buyurdu: “Belâlara, uğrarsa insan eğer,

Bilsin ki sıkıntıyla, yaşadı her peygamber.

 

Aksine rahatlığa, kavuşursa o şâyet,

Bilsin ki o büyükler, etmedi buna rağbet.”

 

Buyurdu: “Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan,

Kimseleri çok kolay, aldatır la’în şeytan.

 

Bir kimse ki, dînini, bilir ve korur onu,

Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.”

 

Îsâ aleyhisselâm, bir köye geldi bir gün,

Gördü ki insanların, hepsi ölmüş topyekün,

 

Dönüp havârilere, buyurdu: “Bakın, bu halk,

Allah’ın gazâbına, uğramışlar muhakkak.

 

Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahî,

Birden gelmiş onlara, bu azâb-ı İlâhî.

 

Îsâ aleyhisselâm, nidâ etti o zaman,

Bir tânesi dirilip, ayağa kalktı heman.

 

Buyurdu ki: “Suçunuz, ne idi ki acabâ,

Böyle, toplu olarak, uğradınız azâba?”

 

Dedi ki: “Biz dünyâyı, fazla benimsemiştik,

Çocuğun annesini, sever gibi sevmiştik.

 

Girince kalbimize, dünyanın muhabbeti,

Gâfil olduk Allah’tan, unuttuk âhireti.

 

Îkâz da etmediler, bizi âlimlerimiz,

Ve bir sabah âniden, böyle oldu hâlimiz.”

 

Buyurdu: “Suâl ettim, tam yedi yüz âlime,

Kime denir akıllı, zekî ve zengin diye?

 

Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan,

Âhiret hazırlığı, içindedir durmadan.

 

Zekî de rağbet etmez, dünya mâl-ü mülküne,

Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine.

 

 

Zengin ise rızkına, kanâat eyliyendir,

Başkasının malına, aslâ göz dikmeyendir.”

.

Bu mübârek zâtların, hürmetine İlâhî,

Akıllı olanlardan, eyle sen bizi dahî.

 

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmi ile âmil olan âlimler, müslümanlara analarından ba­balarından daha şefkatli, daha merhametlidirler. Çünkü onlar, insanın âhiretini kurtarıp, Cehennem’e girmemelerini temin ederler. Ana-baba ise, insanı ancak dünyâ ateşinden ve felâketinden koruyabilir.”

Müceddidler, İslâm dînini kuvvetlendiren, bid’atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd’da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; “Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işleri- ni yeniler.” buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin beyânına göre; “Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene ba­şında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm peygamber (veya resûl) gönde­rildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini yapar.”

Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: “Rüyâmda Resûlullah efendimizi gör­düm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: “Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim ara­sında müceddîd kıldı.” (E. Ans. c.1, s. 12)

Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî haz- retleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî’nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî’dir. (E. Ans. c.1, s. 12)

Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: “Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs il­minde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet’in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir. (E. Ans. c.1, s. 12)

Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî’yi şöyle tanıtmaktadır: “İmâm-ı Rab­bânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur’- ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlim- lerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı. Resûlullah e- fendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî’yi se- venler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan kaçan­lardır. Sevme- yenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memle- ketleri, hazret-i Müceddîd’in feyz ve nûrları ile doldu. İn­sanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî haz- retlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygam­berlik makâmı kalmıştır.” (E. Ans. c.1, s. 13)