CELÛLÂ ZAFERİ - kainatingunesi.com

Halîfe hazret-i Ömer-ül-Fârûk’un emriyle İran’ın fethine gönderilen Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin, Farslılara karşı Celûlâ’da kazandığı zafer. Hendek gazasında Peygamber efendimiz, Medîne’nin etrafına hendek kazarak müdâfaa savaşı yapmayı arzu buyurmuşlar ve hemen hendeği kazmaya başlamışlardı. Selmân-ı Fârisî hazretleri, arkadaşlarıyla, kendisine ayrılan yeri kazarlarken, çok sert ve büyük bir beyaz kaya ile karşılaştılar. Ne kadar uğraştılarsa da kıramadılar. Bunun üzerine hazret-i Selmân, sevgili Peygamberimizin huzuruna varıp; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlalları! Hendeği kazarken sert bir kayaya rastladık. Demirden yapılmış bütün âletlerimiz kırıldığı hâlde, yerinden bile oynatamadık” diyerek, durumu arzetmişti. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, saadetle oraya gelip balyoz istediler ve aşağı indiler. “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek, balyozu kaldırıp, üç defa vurmuşlar ve her vuruşta Medine’yi aydınlatan şimşekler çakmıştı. Sevgili Peygamberimiz taşın her parçalanışında tekbir getirmiş, bunu Eshâbının göklere çıkan sesi tâkib etmiştir. Sonunda taş paramparça olmuş ve Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh), elini uzatarak, sevgili Peygamberimizin çıkmalarına yardımcı olmuşlardı. Selmân-ı Fârisî; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! ömrümde hiç görmediğim bir şeyi şimdi gördüm. Bunun hikmeti nedir?” deyince, Peygamber efendimiz, Eshâbına dönüp; “Selmân’in gördüğünü sizler de gördünüz mü?” buyurdular. Onlar da; “Evet yâ Resûlallah! Balyozu kayaya vurduğunuz zaman, şiddetli bir şimşeğin çaktığını gördük. Sen tekbîr getirince biz de tekbîr getirdik” dediler. Peygamber efendimiz de; “Önceki darbenin ışığında Kisrânın (Medâyin’deki) köşkleri bana göründü. Cebrail (aleyhisselâm) gelip; “Ümmetin, o beldelere sahih olurlar” diye haber verdi. İkinci darbede, Rum vilâyetinin (Şam’ın) kızıl köşkleri göründü. Cebrail(aleyhisselâm) gelip; “Ümmetin, o diyara da sahih olur” dedi. Üçüncüsünde, San’a’nın(Yemen’in) köşkleri göründü. Cebrail (aleyhisselâm); “O yere de ümmetin mâlik olur” diye haber verdi” buyurmuştu.

Sonra Kâinatın sultânı, Acem kisrâsının Medâyin’deki sarayını tarif edince, oralı olan hazret-i Selmân; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni, hak din ve Kitâb’la gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o köşkler aynen anlattığınız gibidir. Senin, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şehâdet ederim” demiş, Peygamber efendimiz de; “Ey Selmân! Şam, muhakkak feth edilecektir. Herakliüs, memleketinin en ücra yerine kaçacaktır. Siz, Şam’ın her tarafına hâkim olacaksınız. Size, hiç kimse karşı koyamayacaktır. Yemen, muhakkak feth edilecektir. Şu Diyâr-ı Meşrik’de muhakkak feth edilecek ve Kisrâ öldürülecektir. Allahü teâlâ bu fetihleri benden sonra size nasîb edecektir” buyurmuşlardı.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz âhırete irtihâl ettikten sonra, halîfe seçilen hazret-i Ebû Bekr, İslâm’ı yaymak üzere Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretlerini başkumandan tâyin ederek, Şam, Filistin, Ürdün taraflarını fethe göndermişti. Nice’kahramanlıklar gösterilerek o beldeler fethedilmiş, Resûlullah efendimizin seneler önce mucize ile haber verdiği fetih gerekleşmişti.

Hazret-i Ebû Bekr’in vefatı ile halîfe seçilen hazret-i Ömer, İran’ın fethi için Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerini vazifelendirerek; “Ey Sa’d! Sana Resûlullah’ın dayısı ve Eshâbı dediklerine bakıp da gururlanma. Allahü teâlâ kötülüğü ancak iyilik ile yok eder. Allahü teâlâ ile insanlar arasında kulluktan başka bir bağ yoktur. Allahü teâlâ onların Rabbi, insanlar da kullarıdır, insanlar, Allahü teâlânın huzurunda eşittirler. Ancak kullukla Allahü teâlâ katında karşılık bulur, sevâb kazanırlar. Bak, Allah’ın Resûlü ne yapıyor idiyse, sen de öyle yap ve sabrı elden bırakma” buyurarak nasîhat etti. Sonra Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin emrine dört bin askerverdi. Hazret-i Sa’d bu askerlerle Medine’den çıktı. İran topraklarında bulunan İslâm askerleri ile birleşti. Hedefi İran’ın başşehri Medâyin idi. Hazret;! Sa’d, otuz bin kişiye tamamlanan ordusu ile meşhûr Kadisiye’ye geldi. Burada İran kisrâsı Yezd-i Cürd’ün gönderdiği Rüstem kumandasındaki yüz bin kişilik İran ordusu ile karşılaştı. Otuz bin mücâhidin hücûmu koca İran ordusunu perişan etmiş, tam bir hezîmet vuku bulmuştu. Kumandanları Rüstem öldürülmüş, bu gaza dillere destan olmuştu.

Kadisiye meydan muharebesinde mağlûb olan İran ordusu, Dicle nehrinin doğusunda kurulan başşehirleri Medâyin’e çekildi.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, 637 (H. 16) yılında düşmanın peşini bırakmamış, Dicle nehrinin batısına Medâyin’in karşısına gelmişti. O sene çok yağmur yağdığından Dicle nehri taşmıştı, İranlılar, islâm ordusunun geçmesini önlemek için köprüleri yıktırmış, derin olan Dicle nehrinden geçmek imkânsız hâle gelmişti. O günlerde Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, rüyasında, müslüman atlılarını Dicle’yi geçmiş olarak görmüştü.

Sabahleyin komutanlarını toplayıp; “Yiğitlerim! Düşmanlarımız bu nehir ile kendilerini korumaktadır. B’u nehir burada bulundukça, yanlarına varamazsınız. Hâlbuki, onlar, istedikleri zaman gemilerle yanımıza gelip bizimle çarpışabilirler. Bizim, arkamızdan gelecek bir tehlike yoktur. Ölüm bizi yakalamadan önce, biz Allahü teâlânın rızâsı için O’nun dînini yaymak niyetiyle cihâd edelim. Bunun için ben, bu nehri geçip düşman üzerine yürümeye karar vermiş bulunuyorum. Bu konuda siz de fikirlerinizi söyleyin!” buyurdu. Orada bulunanlar; “Allahü teâlânın yolunda, düşündüğünü yapmak üzere yürü. Bizi arkanda göreceksin” dediler.

Bu karârı tatbik etmek üzere önce altı yüz yiğit seçildi. Âsım bin Amr hazretlerinin komutasındaki bu kahramanlar, arkadaşlarıyla helâlleşip komutanlarının duasını aldıktan sonra atlarına bindiler “Allahü ekber” tekbirleri ile kendilerini Dicle’nin sularına bırakıp karşıya geçmeye başladılar. Bunu gören İranlılar müslüman fedailerine karşı yürüdüler. İki birlik, Dicle’nin ortasında karşılaştı. Nehrin ortasında kanlı bir mücâdele başladı. Kısa zamanda mücâhidler galip gelip karşı kıyıya ulaştılar. Bunu gören başkumandan Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, askerlerine; “Hasbünallahü ve ni’mel vekîl (yardımı yalnız Allahü teâlâdan diler, O’na tevekkül ederiz. Allahü. teâlâ bize yeter. O ne güzel vekildir) deyiniz. Vallahi, Allahü teâlâ, kendisine dost olan kimselere zafer nasîb edecek, düşmanlarını da hezîmete uğratacaktır. Allahü teâlâ, kuvvet vermedikçe hiç kimse hiç bir şey yapamaz. Yürüyün!” buyurarak, atını Dicle’ye sürdü. Bir anda binlerce atlı, “Hasbünallah…” diyerek nehri geçmek üzere suya atladı. O âna kadar hiç suya girmemiş olan atlar, rahatlıkla Dicle’yi geçiyorlardı. Başkumandan Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, yanında giden Selmân-ı Fârisî hazretlerine; “Rabbimiz ne güzel vekildir. O bize yeter. Yemîn ederim ki, dostlarına zafer ihsan edecek, düşmanlarını hezîmete uğratacaktır. Yeter ki, askerlerimizde bir serkeşlik, günah işleme hâli olmasın. Muhakkak iyilikler galip gelecektir” dedi. Hazret-i Selmân, İslâm askerlerinin nehri geçmek için gösterdiği gayreti görünce, gözleri doldu. Allahü teâlâya şükrettikten sonra; “İslâm dîni yenidir. Karalar, bu dîne sâhib olanların emrine verildiği gibi, denizler de verilmiştir. Selmân’ın nefsini yed-i kudretinde bulunduran Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu mübarek islâm askerleri Dicle’ye nasıl dalmışsa, yine o şekilde çıkacaktır” diyerek, inandığı bu ulvî düşünceyi açıkladı. Nehri geçerken sâdece bir asker atından düşmüş, yakınında bulunan Ka’kâ bin Amr hazretleri onu yakalayıp sudan çıkarmıştı.

Mücâhidlerin karşıya geçmesine mâni olamayan Farslılaryâni İran askerleri, Kadisiye meydan muharebesinde uğradıkları müthiş hezîmetin verdiği korku ile başşehir Medâyin’i bırakıp selâmeti kaçmakta bulmuşlardı. Kralları Yezd-i Cürd dahi, hazînelerini, tahtını, çocuklarını acele hazırlayıp Hulvan’a doğru yol almıştı. Halk, gücüne göre yükte hafif, pahada ağır olan ne varsa alıp kisrâları Yezd-i Cürd’ün peşine düşmüştü.

İslâm askerleri fedaî birliği, Asım bin Amr hazretlerinin öncülüğünde Medâyin’e girdiler. Sokaklarda kaçamayan, korkulu gözlerle bekleşip emân dileyen halktan başka kimse görülmüyordu. Mücâhidler, hiç bir direnmeyle karşılaşmadan Kisrâ’nın beyaz sarayına vardılar. Sarayı, bir alay saray muhafızı bekliyordu. Onlar da emân dileyerek teslim oldular.

Medâyin fethedilmiş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin seneler önceki mucizesi ile haber verdiği fetih gerçekleşmiş, Kisrâ’nın sarayı müslümanların eline geçmişti. O kadar ganîmet ele geçti ki, altmış bin süvarinin her birine on iki bin dirhem isabet etti. Yüz seksen milyon dirhem de müslümanlara dağıtılmak üzere, Emîr-el-mü’minîn hazret-i Ömer’e gönderildi.

Kisrâ, acele ite yanına alabildiği hazîneleriyle birlikte Hulvan’a giderken, Celûlâ’ya uğradı. Burada askerlerini toplayan Yezd-i Cürd, onlara, saltanatının sona erdiğini, kızının esir düştüğünü, hazîne ve mallarının elinden çıktığını anlattıktan sonra, dedi ki: “Ey Parstılar! Dünyâ pek alçak, ömür sür’atle tükeniyor, göç edip gitmek çok yakındır. Bizden öncekiler hep toprağa girdiler. Mülkümüz elimizden çıktı, izzet ve şerefimiz yok oldu. Memleketimiz müslümanların eline geçti. Atlarının; Hemedan, Rey ve Horasan’da koşacağı günler yakındır. Dikkatli olunuz, fırsatları değerlendiriniz, öyle ümîd ediyorum ki, tanrılarımız ateş ile güneş, bize yardım edecektir. Toplanınız. Ayrılacak olursanız bir daha ebediyyen bir araya gelemezsiniz. Burada Arablarla yapacağımız savaşta zafer elde edersek istediğimize kavuşmuş, edemezsek üzerimizdeki görevi yerine getirmiş oluruz.”

Mihrân ismindeki kumandanı buraya tâyin edip, kendisi Hulvan’a gitti. Mihran, Celûlâ’nın etrafına hendekler kazdırdı ve dikenli demirlerle çevirtti. Surları sağlamlaştırıp mancınıklar yerleştirdi. Şehirde bulunan herkesi canla başla çalıştırıp, eksikleri tamamlattı. Sonra da kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarına, hiç bir zaman kaçmayacaklarına dâir söz alıp, yemîn ettirdi. Gelen yardımlarla birlikte yüz bini geçen İran askeri, müslümanların gelmesini bekliyorlardı.

Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Musulluların Tekrit şehrinde, Mihrân’ın da Celûlâ’da ordugâhını kurduğu, hendekler kazıp, surlara mancınıklar yerleştirdiği, hezîmete uğramamak için yemîn ettikleri haberini aldı. Durumu hazret-i Ömer’e bildirdi. Halîfe’den gelen mektupda; “Ey Sa’d! Şunu iyi bil ki, Allahü teâlâ vadini gerçekleştirecektir. Hâşim bin Utbe’ye, Ensâr ve Muhacirden iki bin, diğerlerinden on bin asker vererek Celûlâ’ya gönder, öncü kuvvetlerin başına Ka’kâ bin Amr’ı tâyin et. Allahü teâlâ zafer ihsan ederse, Ka’kâ’yı, Sevâd bölgesi ile dağlık bölge arasında görevlendir…” buyruluyordu.

Bunun üzerine Hâşim bin Utbe hazretleri, askerlerinin başında Farslıların üzerine yürüdü. Hazret-i Ka’kâ, cihâd-ı fî sebîlillah, Allahü teâlânın dînini yaymak için fedâileriyle en önde gidiyordu. “Allahü ekber, Allahü ekber!” tekbîr sedaları ile Celûlâ’ya ulaştılar. Şehrin pek muhkem surlarla çevrildiğini gördüler.

Surların üzerinde ateşler yakılmıştı. İranlı askerler, ateşe ve güneşe karşı secdeye kapanıyor ve yardım için yalvarıyorlardı.

Şanlı İslâm ordusu, kalenin bir ok atımı kadar yakınına gelip ordugâhlarını kurdular. Kumandan Hâşim hazretleri, sünnet-i şerîfe uygun olarak kaleye elçiler gönderdi. Elçi hey’eti, kalenin karınca sürüsü gibi askerle dolu olduğunu gördüler. Surları çok muhkem yapmışlar, askerleri zamanın en iyi silâhlarıyla donatmışlardı. Kumandanları Mihrân’ın yanına varan elçi hey’eti, onlara islâmiyet’i anlattıktan sonra; “Müslüman olmalarını, olmazlarsa cizye vererek islâm’ın te’minâtı altında, mallarını, mülklerini, ırzlarını ve dinlerini korumalarını, bunu da kabul etmezlerse harbe hazır olmalarını” bildirdiler. Ateşe ve güneşe tapan Mihrân ve yanındakiler, bu teklifi kabul etmediler.

Elçi hey’eti, hazret-i Hâşim’e durumu bildirince, Allahü teâlânın izniyle kaleyi dörtbir taraftan muhasaraya başladı. Mücâhidler ok atışları ile harbe giriştiler. İranlılar, ok ve mancıkla cevap veriyorlardı, islâm ordusu, namaz vakitlerinde iki gruba ayrılıyor, biri namaz kılarken, diğer grup muhasaraya devam ediyordu. Kalenin etrafında hendekler ve dikenli demir engeller olduğu için fazla yaklaşılamıyor, yaklaşsalar da pek faydası olmuyordu. Farslılar yüz binden fazla olmalarına rağmen, korkularından meydana çıkıp da göğüs göğüse çarpışamıyorlardı. Günler böyle muhasara ile geçerken, biraz cesaretlenen Fars askerleri, kumandanları Mihrân’a; “Niçin böyle surların arkasında saklanıp duruyoruz?!… Meydana çıkalım, müslümanlarla göğüs göğüse çarpışarak hadlerini bildirelim!… Burada durmaktan sıkıldık. Tepemizde parlayan güneş bize yardım edecek, düşmanlarımıza karşı muzaffer kılacaktır! Ateş de bize yardımlarını esirgemeyecektir!…” dediler. Mihrân, askerlerinin bu arzu ve hevesini görünce, surdan çıkmalarına izin verdi. Çıkanların başına Cevzân bin Cehrân’ı kumandan tâyin etti.

Farslıların, şehrin kapılarını açıp Dışarı çıkmalarına mücâhidlerçok sevindiler. Onların hücûma kalktığını gören mücâhidlerin serdârı hazret-i Hâşim; “Yiğidlerim, bahadırlarım! Ey mücâhid gazilerim! Cennet ne güzel! Ona kavuşmak ne güzel!… Allahü teâlâ, îmânınız ve güzel amelleriniz karşılığında sizlere rahmet eder, ihsanlarda bulunur. O hâlde kalblerimizden şu fânî dünyâda kalma meylini ve düşman korkusunu atınız. Genişliği yerler ve gökler kadar olan Cennet’e girmek için hep birlikte cihâd ediniz” dedikten sonra, kahraman askerlerini şefkatle süzdü ve; “Kardeşlerim! Onların kalabalık oluşu kalbinize bir korku getirmesin. Vallahi Resûlullah efendimiz, Bedr muharebesinde 313 kişi ile düşmanla çarpıştı. Allahü teâlâ onlara yardım edip muzaffer eyledi. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Nice az bir cemâat vardır ki, Allahü. teâlânın izni ile kalabalık bir topluluğa galip gelmiştir. Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir” buyruluyor. (Bekara sûresi: 249) Siz de sabrediniz ki, muzaffer olasınız” dedi. Gün terdir fırsat bekleyen mücâhidler, komutanlarının bu hitâbıyla şevke geldiler. Üzerlerine hücûma kalkan Farslılarla göğüs göğüse gelince, yalın kılıçla kanlı bir çarpışma başladı. İranlılar, ok ve mızrak atışlarıyla yarı yarıya kırılmışlardı. Daha ilk anda maneviyâtı bozulan düşman, ümitsiz bir çarpışmaya girmişti. Mücâhidler, aşk ve şevk ile hücûm ediyorlar, her kılıç savruşunda bir İranlıyı yere deviriyorlardı. Ka’kâ bin Amr hazretleri ve onun fedaileri; “Allah Allah” nidaları ile vuruşuyorlardı. Çarpışa çarpışa surlara kadar ulaştılar. Nihayet şiddetli bir fırtına koptu. Her taraf toz duman içinde kaldı. Kimse kimseyi görecek hâlde değildi. Farslı süvarilerin çoğu geri kaçarken, kendi kazdıkları hendeklere düştüler. Bu sırada Ka’kâ bin Amr hazretlerinin; “Ey müslümanlar! “Şu anda emîriniz, hendek içerisinde çarpışmaya devam ediyor ve orayı ele geçirmiş bulunuyor, önünüzdeki engelleri aşarak yardımına yetişiniz!” diye bağırdığı işitildi. Bunu işiten mücâhidlerin maneviyâtları yükseldi, önlerindeki düşmanı biranda geriye püskürtüp hendeğe ulaştılar ve Farslıları, hezimete uğrattılar. Düşman kaçmaya başlamıştı. Ka’ka bin Amr ve askerleri (radıyallahü anhüm), düşmanın peşinden kaleye daldılar. Diğer mücâhidler onlara yetişip hep birlikte kalenin içindeki Fars askerleriyle ölüm-kalım mücâdelesine giriştiler. Savaştan önce teslim olmayacaklarına dâir yemîn eden İranlılar, inatla çarpışıyorlar, bir türlü emân dilemiyorlardı. Bu sebeple İslâm askerlerinin kılıçlarından kurtulamıyor, ve karşı gelmenin cezasını canlarıyla ödüyorlardı. Kısa zamanda Farslılar yok edilmiş ve komutanları Mihrân, bir kısım askeriyle kaçmayı başarmıştı. Bunu gören Ka’kâ hazretleri, birkaç fedâisiyle peşlerine düştü. Hânikîn denilen yerde yakalayıp öldürdü.

İran kisrâsı Yezd-i Cürd, haberi duyduğu zaman Hulvan’dan acele ayrılıp Rey şehrinin yolunu tutmuştu. Zafer, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerine ulaştırıldı. Hazret-i Sa’d, alınan ganimetlerin beşte dördünü askerlerine pay ettikten sonra, geri kalan birini de halîfe-i müslimîn hazret-i Ömer’e, zaferi müjdeleyen mektubu ve ganîmetlerin hesabını Ziyâd bin Ebîh ile gönderdi. Ziyâd hazretleri, kazanılan zaferi Halîfe’ye öyle beliğ, öyle fasîh, açık anlattı ki, hazret-i Ömer çok memnun oldu. “Bu şekilde, bütün müslümanların huzurunda bana anlattığın gibi anlatabilir misin?” buyurdu. O da; “Anlatırım” deyince, müslümanlar Mescid-i Nebî’de topladı. Aynı şekilde onlara da anlattı. O zaman hazret-i Ömer; “Hitabet ancak bu kadar olur” buyurarak, takdirlerini belirttiler.

Ganimetler” bir meydana indirildi. Yakutları, zebercedleri, elmas ve altınlar ile mücevherleri gören Halife ağlamaya başladı. Yanında bulunan Abdurrahmân bin Avf; “Niçin ağlıyorsun ey mü’minlerin emîri? Cenâb-ı Hakk’a yemîn ederim ki, buna ağlamak değil şükretmek lâzım değil mi?” diye suâl edince, hazret-i Ömer; “Yemîn ederim ki, ben bunun için ağlamıyorum. Allahü teâlâ hangi kavme bu hazîneleri verdiyse, onlar mutlaka birbirlerine hased etmişler, kıskanmalardır. Birbirlerine buğz edip kin beslemişlerdir. Böylece o kavim arasındaki birlik ve beraberlik ortadan kalkmış, kuvvetleri yok olmuştur” buyurdu. O gün, vakit akşama doğru yaklaşmıştı. Ganimetler çok olup paylaştırmak çok zaman alacağından, Abdullah bin Erkam ve Abdurrahmân bin Avf (radıyallahü anhümâ) nöbetçi bırakıldı. Ertesi gün dağıtım yapıldı.

Celûlâ zaferi ile Irak tamamen fethedilmiş, İranlı mecûsîler daha doğuya itilmiş oldu.