DEVLET İDARESİ VE SİYASET - kainatingunesi.com

Devlet İdaresi ve Siyaset

Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamâ­nın- da, Osmanlı Devleti içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset hakkında gö­rüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu gö­rüşleri şöyle özetlenebilir:

1. Saltanat ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.

2. Ordunun görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan gazâda ölmektir. (Nitekim şiirinde de;

 

“Ölümden kurtuluş yoktur cihânda

O derdi çekmez olmaz ins-ü canda

Kişinin ömri çünkim âhir ola

Yeg olur kim gazâ yolunda öle”

 

demek sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken öl­menin ehemmiyetini çok güzel anlatmaktadır.)

3. İdâreci güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.

4. Düşmanı hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.

5. Siyâset yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu ya­pamaz. Bâzı kâbiliyetler doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.

6. Bir memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve saygılı olmalıdır.

7. İdâreci, adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa avlayabilmelidir.

8. İdâreci kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.

Ahmed ibni Kemâl, İslâm dînini yaymak, düşmanın vatana el uzat­masına mâni olmak ve adâleti ayakta tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sahib olmasını şart koşmaktadır. Ayrıca o dâimâ devlet po­litikasını, devlet-millet bütünlüğünü önde tutmakta ve bunu kimde görü­yorsa onu desteklemektedir. Nitekim o, Bâyezîd Hanın oğlu Selîm lehine tahttan ferâgatı üzerine diğer kardeşlere karşılık Selîm’i destekledi.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Mûsâ el-Acîl (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) insanlardan çok hürmet ve îtibâr gördü. Devlet adamları ge­lir ziyâret eder meselelerini sorup duâsını alırlardı. Lâkin o makam sâ­hip- lerinin yanına gitmez mühim bir iş çıkınca mektup yazarak, yapacak­ları işleri bildirir, hayırlı ve doğru işlere teşvik ederdi.

Bir defâsında Sultan Muzaffer haber gönderip, Fakîh İsmâil Hadra- mî, Fakih Muhammed Hermel ve Ahmed bin Acîl hazretlerini sara­yına dâvet etti. Maksadı onlardan birini kâdıların, hâkimlerin başkanı yapmak- tı. Haber Fakih İsmâil ve İbn-ü Hermel’e ulaşınca bunlar acele hazırlanıp yola çıktılar. Giderken Ahmed bin Acîl hazretlerine de uğradı­lar. Onu da berâberlerinde götürmek istediler. Ahmed bin Acîl haz­retleri; “Sultana mı gidiyorsunuz?” deyince, “Evet.” dediler. Ahmed bin Acîl haz­retleri; “Be- nim kanâatim, haberi işitince böyle yapmayıp yeri­nizde kal­manız, hiz- metlerinize devâm etmenizdi. Mâdemki yola çıkmış­sınız gitti­ğinizde Sultâna benden bahsetmeyiniz. Şâyet konu açılıp mec­bur kalır­sanız; o kendi hâlinde yaşayan biridir. Eğer zorlarsanız bu di­yârdan Ha­beşistan’a gider, deyiniz.” buyurdu. Onlar varınca öyle yaptı­lar. Sultan da onun hâlini anlayıp daha çok takdîr etti.

Velî ve büyük mücâhîd Şeyh Ahmed es-Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tarsûs Gazetesi muhabirine memleketin içine düştüğü durumun sebeplerini ve kurtuluş çârelerini şöyle belirtmiştir.

“Bu memleketin istikbâli her şeyden evvel ve her şeyin üstünde İs­lâmiyet’in ahlâkî prensiplerine dayanmaktadır. Bu prensipler üzerindedir ki şanlı yarının, geleceğin binâsını kuracağız. Evet bu memleketin istik­bâli, dînimizin hükümlerine uymakta yasaklarından sakınmaktadır. Bu din en yüksek medeniyet, fikir ve ahlâk dînidir. Bize saâdet evini, yur­du- nu bağışlayan ancak bu dindir. Dînimiz bize adâleti, iyiliği, icâdı, ictihâdı, vatan muhabbetini, çalışmayı ve izzet-i îmânımızın muhâfaza­sını emre- diyor. Dînimiz en ahlâkî ve ictimâî bir dindir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderil­dim.” buyuruyorlar. Dînimiz fuhşiyâttan, müskirâttan, sefâhetten, tefrika­dan, tembel- likten, cehâletten ve bütün kötü ahlâklardan nehyediyor. Gö­rülüyor ki din, bütün hakîkatıyla güzel ahlâkla amel etmektir.

Bizim gücümüzü kıran ve şevketimizi yıkan, düşmanlarımızı üstün eyleyen en büyük sebep, hiç şüphesiz ki dînimizi ihmâl etmekliğimizdir. Hissiyâtımıza mağlûb olmaklığımızdır. Bu durum işlerimizin ve ihmalle­rimizin neticesi olarak bize acı bir ders oldu. Artık şimdi kendimizi ıslah etmek bize vazifedir. Yoksa büyük zaferin bize hazırladığı gâyeye ulaş­mak müyesser olmaz. Din neyimizdir? Din hayatımızdır, onsuz hayat olamaz.”

İstanbul’un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşem- seddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra, ziyârete gitmişti. Sohbet esnâsında; “Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımları­nızla İstanbul’u fethet- tik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabûl buyurma­nızı istirhâm ediyo- rum.” dedi.

Akşemseddîn hazretleri; “Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti ta­dacak olursan, saltanâtı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşı- yabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle pâdişâh­lığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişân olabilir. Bunun vebâli büyüktür. Allahü teâ- lânın gazâbına mâruz kalabiliriz.” diyerek, teklifini reddetti. Bu­nun üze- rine Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasına iki bin altın hediye et­mek iste- miş ise de, bunu da kabûl etmedi.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Sultan Dördüncü Ahmed Han çok severdi. Zaman zaman saraya dâvet eder, vâz ve nasîhatlerinden isti­fâ- de ederdi. Sultan bilemediği takıldığı mevzuları ona sorar, istişâre eder- di. Hattâ Ramazân-ı şerîfte, iftarda Seyyid Osman Fadlı’nın önün­den artan yemeklerinden bereketlenmek için ister, iftârını onunla ya­pardı.

Bir zaman İstanbul’da isyân oldu. Zorbalar her tarafı darma-dağın edip yağmaladılar. Seyyid Osman Fadlı, hiç çekinmeden talebeleri ile birlikte zorbaları yakalayarak adâlete teslim etti. Böylece din ve devlete büyük hizmetlerde bulundu. Sultan İkinci Süleymân pâdişâh olunca, bü­yük bir kargaşa oldu. Seyyid Osman bu kargaşalığın ortadan kalkması için duâ etti. Bu duâ bereketi ile Allahü teâlâ belâyı kaldırdı. Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden sonra, devlet işlerini düzeltme husûsunda en çok şöhret sâhibi Seyyid Osmân oldu.

Devlet işlerindeki tesiri gittikçe artan Seyyid Osman Fadlı’yı, devletin ileri gelenlerinden bâzıları çekemediler. Sultana, verdiği bir vâz yüzün­den şikâyet ettiler. Çeşitli entrikalar çevirerek Magosa’ya gönderilmesini sağladılar. Kendisi; “Bu hâdise, dört ay önce Allahü teâlâ tarafından kal­bime ilhâm edildi. Fakat; “Makâmından ayrılma, yerinde kal. Çünkü bunda Allahü teâlânın çeşitli hikmetleri var.” dendi. Biz de bu emre uyup, yerimizden ayrılmadık.” Dedi

Büyük İslâm âlimi ve velî olan Bâkıllânî el-Eş’arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, zamânın hükümdarı Adudüddevle Bizans’a elçi olarak gönderdi. Bizans hükümdârı, kendisine meşhûr bir âlimin elçi olarak gel­diğini duyunca, onu makâmına çağırdı. Yalnız, kendisine müslüman ol­madığı için elçinin hürmet etmeyeceğini bildiğinden, bir hîle düşündü. Gelen elçinin huzûruna girerken, kendi tebeasının yaptığı gibi yerlere kadar eğilerek girmesini istiyordu. Bunun için, ancak eğilerek geçilebile­cek üstü kapalı bir yer yaptırdı.

Bâkıllânî’nin bu dehliz gibi yoldan makâmına getirilmesini emretti. Bâkıllânî’ye, hükümdâr seni huzûruna çağırıyor diyerek, hazırlanan yer­den geçirmek istediler. Bâkıllânî bu yeri görünce, öne eğilerek girmedi. Ters dönüp, eğildi ve Bizans hükümdârının odasına arka arka yürüyüp girdi. Girince doğrulup, yönünü hükümdâra döndü. Bu hareketi gören Bi­zans hükümdârı çok şaşırıp, heybeti ve vakarı karşısında ezildi.

Bâkıllânî hazretleri bir gün, Bizans hükümdârının sarayında, impa­rator meclisinde papazlarla münâzaraya oturmuştu. Papazlar hazret-i Âişe ile ilgili olan ifk hâdisesini konuşmaya başlayınca, Bâkıllânî, hazret-i Meryem’i ve hazret-i Âişe’yi kasdederek; “Biri kocasız çocuklu, biri kocalı çocuksuz iki mübârek kadının temiz oldukları vahiy ile bildirilmiştir.” diye­rek karşılık verdi ve papazları susturdu.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini, devlet memurlarından bir kimse, zaman za- man ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizme­tiyle şeref- lenmek istediğini bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini bırakmama­sını ister, o- na nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: “Ab­bâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ et- ti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başı- na ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, göz­yaşı döktü, tövbe istigfâr et- ti. Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı gö­rüp yalvardı. “Ey vefâlı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamla- rından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız ba­şıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Hâl­buki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâli­nize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?..” gibi söz­lerle yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna da­yanamayan Hızır aleyhisse- lâm; “Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâ- detler, hayır hasenât ile değildi. Se­nin o mühim vazîfeni yapıp müslü- manların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli va­zîfeyi bırakıp, müslümanlara hiz- meti terkettin. Hattâ onları adâleti olma­yan biriyle başbaşa bıraktın. Sâ- dece kendi menfâatin için bir köşeye çe­kildin. Kendi menfaatini müslü- manlara tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin, müslümanların umûmî menfaatleri ya­nında bir kıymeti yoktur. Çünkü uz- lete çekilip abdest almayı, namaz kıl­mayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi her- kes yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes ya- pamaz. Bunun için artık senin yanına gelmiyorum.” dedi. Zâbıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; “Çok doğru… Çok doğru…” de- di. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah o- lunca derhal hükümdârın huzû­runa çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mü­himdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâ­zımdır. Böylece onlar da huzur ve refah içinde ya- şasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize hizmette bulunmana as- lâ rızâmız yoktur.”

Osmanlı Devletinin ilk vezir ve kâdılarından Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve meşhûr velî Candarlı Kara Halil Hayreddîn Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren devrin ulemâsından dersler almaya başladı. Ancak onun Bilecik ve İznik kâdılıklarına tâyinine kadar geçen zaman hakkında mâlûmat, bilgi yok denecek kadar azdır. Yalnız onun Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda mühim rolü olan ahî teşkîlatı içinde yer aldığı ve Osman Gâzi’nin kayınpederi ahî reislerinden Şeyh Edebâlî’nin akrabâsından olduğu bilinmektedir.

Candarlı Kara Halil, İznik’te Orhan Gâzi tarafından açılan Orhâniye Medresesi talebeleri arasında idi. Orhan Gâzi, 1331 yılında İznik’i fethe­dince, orada bir medrese yapıp, bir imâret inşâ etti. İmârette ilk olarak bizzat kendisi aş dağıtıp, kandil yaktı. Zamânın büyük âlimlerini medre­sede ders vermeye dâvet etti. İlk önce Dâvûd-i Kayserî’yi baş müderris tâyin etti. Sonra Tâcüddîn Kürdî baş müderris oldu. Üçüncü olarak baş müderris olan Alâüddîn Esved Ali bin Ömer isminde, Kara Hoca diye bi­linen bir mübârek zât idi. Candarlı Kara Halil, bu medresede ilim öğrenip, zamânın din ve fen bilgilerine sâhib oldu.

Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir büyük bey idi. O mübârek kimse, bir gün Alâüddîn-i Esved hazretlerini ziyârete gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzi ve orada bulunan Alâüddîn-i Esved’in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, talebeler arasında bulunan Kara Halil imâmete geçti. Hazır olan cemâate namaz kıldırdı. Alâüddîn-i Esved de odasından çıkıp geldi. Bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeple dinledikten sonra başını kaldırıp; “Seferde ve hazerde, ahâli ara­sında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer’î, dînî hükümleri beyân etmek için bir hoca efendi, âlim lâzımdır. Talebenizden birini benimle sefere gitmek için tâyin etseniz.” deyip, arzu ve isteğini arzetti. Alâüddîn-i Esved hazretleri Orhan Gâzi’nin bu arzusunu kabûl et­tikten sonra, talebelerine baktı. Her birinin; “Ne olur beni gönderme!” diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanla berâber olan ulemâyı, dünyâya düşkün biliyorlardı. Sultanın kötülüklerine ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak Sultan Orhan, öyle bir kimse de­ğildi. Yanına ulemâyı emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına kaymaktan sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sul­tana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâüd- dîn-i Esved namlı Kara Hocanın talebelerinden birinin de bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca da en gözde talebesi Candarlı Kara Halil’i, Sultan Orhan Gâziye verdi. Kara Halil de; “Memur mâzur- dur.” hükmünce, hocasının emrine tâbi olup, Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasakları­nın tatbîkinin, Devlet-i aliyye-i Osmâniye içerisinde Ehl-i sünnet âlimleri­nin bildirdiği şekilde icrâsına, yapılmasına gayret eyledi.

Bu arada sırasıyla Bilecik, İznik ve Bursa kâdılıklarında bulundu. Hocası Tâceddîn Kürdî’nin kızı ile evlendi. Orhan Gâzinin vefâtı ile Murâ- d-ı Hüdâvendigâr sultan olunca, Osmanlılarda ilk olarak kâdıaskerlik makâmını ihdâs edip, Kara Halil’i de ilk kazasker olarak tâ­yin etti. Kara Halil Efendi bundan sonra bütün bilgi ve tecrübesini, genç Osmanlı devletinin teşkilâtlanmasında seferber etti. O, Orhan Bey za­mânında, ilk muntazam askerî teşkilâtın teşkilinde mühim vazîfeler gör­müş, yaya ve müsellem adları ile müslüman Türk cengâverlerinden pi­yâde ve süvâri kuvvetlerini teşkilatlandırmıştı. Bu ocak, daha sonra, yine Kara Halil’in himmet ve gayreti ile Birinci Murâd zamânında Yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devletinin yegâne muntazam or­dusu olarak kaldı.

Candarlı Kara Halil Hayreddîn Paşa yine Molla Rüstem ile birlikte bir devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilâtını kurup, çeşitli düzenlemeler yaptı. Daha sonra Halil Hayreddîn Paşa ünvânıyla vezîr oldu. Candar- lı’ya kadar, Osmanlılarda vezîrler, yalnız idârî ve mâlî işlere ba­karlardı. Candarlı’ya, bunlar yanında askerî kumandanlık da verildi. Devletin bütün idârî, mâlî ve askerî işlerini elinde topladı. 1385 yılında ordunun başında Rumeli’ye sefere çıktı. Karaferye, Serez ve Selânik’i aldı. Tesal- ya ve Manastır’a girdi. Arnavutluk içlerine kadar ilerledi. Or­dusu ile berâ- ber Vardar Yenicesi’nde fetih hareketlerine devâm etmekte iken hasta- lanıp, Serez’e nakledildi. H.789 yılında orada vefât etti. Vefâtı sırasında yanında; Ali, İlyâs ve İbrâhim adlarında üç oğlu vardı. Oğlu Ali Paşa, babasının yerine vezir oldu. Yaklaşık yüz elli sene, Candarlı so­yundan gelen kimseler, Osmanlı Devletine en üst seviyede hizmet ettiler.

Candarlı Halil Hayreddîn Paşa, ilim ve amelde eşsiz, verâ ve tak­vâda nâdirdi. Devlet idâresinde muktedir, kumandanlıkta üstündü. Te­vâzu ve cömertlik sâhibi bir kimse olup, işlerini yalnız Allahü teâlânın rı­zâsı için yapardı. Dünyâya düşkün değildi. Dünyâ malına bağlılığı zarû­ret mikdârı idi. O, yalnız âhireti kazanmanın yollarını arar, dünyâ işleri ile çok az ilgi- lenirdi. Bütün fakir fukarânın yükü onun üzerinde idi. Yolda ağlayan bir çocuk, cenkte tökezleyen bir at ondan sorulurdu. Âhiret günü bunların hesâbını nasıl vereceğini düşünür, elinden geldiğince hatâ yapmamaya, kimsenin kalbini kırmamaya çalışırdı. Nitekim, kendisine sultânın emrine girmesi teklif edilince geri durmuş, ancak hocası emre­dince, itâat etmişti. Sultânın hizmetine de, Allahü teâlânın dînine hizmet edip, O’nun rızâsını kazanabilmek arzusuyla hocasının emriyle girmişti. Bütün ömrü boyunca bu niyetle hizmet ve gayret etti. Sultan Orhan ve Murâd Hanların takdir- lerini kazandı ve duâlarını aldı.

İbrâhim bin Mûsâ el-Ebnâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mısır’da yeti­şen velîlerden olup, Şâfiî mezhebi fıkıh âlimidir. Bir ara Mısır diyârının kâdılığına tâyin olunan Ebnâsî, mesûliyetinin ağırlığından korkarak kabûl etmek istemedi ve bir yere gizlendi. Gizlendiği sırada Kur’ân-ı kerîmi aç- tı. Açınca, ilk olarak; “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni yap­maya çağırdıkları işten daha hayırlıdır.” (Yûsuf sûresi: 33) meâlindeki âyet-i kerî- meyi okudu. Bundan, kâdılığı istememesinin isâbetli olduğunu anladı. Kur’ân-ı kerîmi kapayıp, doğruca Münyet-ül-Mi’râc diye bilinen yere gitti. Orada günlerce saklandı. Kimseye görünmedi. Onu bulama­yınca, kâdılı- ğa İbn-i Ebi’l-Bekâ isminde birini tâyin ettiler. Ebnâsî, bundan sonra ortaya çıktı ve beldesine döndü.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyurdular ki: “Sultanlara akılsızca hizmet eden kimsenin câhil- liği, kendisini ölüme götürür.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında evliyânın önderi ve hidâyet güneşiydi. Nizâm-ül-Mülk’ün makâmına ge­lince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makâmına oturturdu. Halbuki, başkaları geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terketmezdi. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorduklarında; “Ebû Ali Fârmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni îkâz ediyor. Diğerleri ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum.” derdi.

Meşhûr âlim ve velîlerden Ebû İshâk-ı Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri zamânında büyük Şâfiî âlimi ve Kâdı’l-kudât olan Ebû Abdullah Hüseyin bin Câfer bin Mâkûlâ, H. 447 senesinde vefât edince, halîfe Kâim bi-emrillâh’ın görevlileri gelip, ha­lîfenin kendisini Kâdı’l-kudât yâni Temyiz reisi tâyin etmek istediğini bil­dirdiklerinde râzı olmadı. Ge- lenler kabûle zorlamaya çalıştı. O, yine bu mesûliyeti ağır işten kaçındı. Gelenler, onun bu vazifeyi kabûl etmesine kadar ısrâr edilmesi husû- sunda, halîfeden kat’î tâlimât almışlardı. Isrâr çok olunca, Ebû İshâk, ha- lîfeye bir mektup yazarak; “Kendini helâk et­men, sana kâfî gelmedi mi? Hattâ kendinle berâber beni de mi helâk et­mek istiyorsun?” dedi. Halîfe buna çok üzüldü ve: “İşte âlimler böyle ol­malıdır! Çok şükür, zamânımız- da kendisine kâdılık vazîfesi verilebilecek ve bundan yüz çeviren birisi var. O, bunu istemedi ve biz de affettik.” dedi.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) devlet ve siyâset işlerine karışmaz, kendi hâ­linde yaşardı. Fitne ve fesat durumu olursa, bulaşmamak îcâb ettiğini bildirir, böyle bir durum ile karşılaşılması hâlinde nasıl davranılacağına işâretle; “Ne tanın, ne de tanı.” buyururdular.

Endülüste’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mez­hebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında bir ihtiyâcı olup, bunun devlet adamları tarafından görülebi­leceğini bilen kimseler, Ebü’l-Abbâs’a gelerek, bu hâcetinin görülmesi için devlet adamlarına bir mektup yazmasını istirhâm ettikleri zaman, mektup yazmaz; “Ben, senin bu işinin hallolmasını Allahü teâlâdan isti­yorum. O’na duâ ediyorum.” buyururdu.

Anadolu’da yetişen velîlerden Hacı Muharrem Hilmi Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) 1906’da askerlik vazîfesine başladı. Açılan im­tihanı kazanarak tabur imâmı oldu. Çeşitli yerlerde tabur imâmlığı yapan Mu- harrem Hilmi, Bitlis’te Muhammed Kufrevîrin sohbetlerinde bulunrak on- dan icâzet aldı. Sonra Yemen’e gönderildi. Yemen’de tabur imâmlığı yanında, Yemenli çocuklara Türkçe öğretmenliği de yaptı ve iki sene ka­dar kaldı.

Muharrem Hilmi Efendi Yemen’deyken yağmur yağmıyordu. Yağmur duâsına çıktılarsa da bir damla bile düşmedi. Taburun komutanı Muhar­rem Hilmi Efendiyi huzûruna çağırarak; “Sen iyi bir adamsın. Bir de senin yağmur duâsına çıkmanı istiyorum.” deyince, Muharrem Hilmi Efendi; “Olur Komutanım! Yalnız Allahü teâlânın huzûruna hep dost olarak çık­malıyız. Askeri silahtan tecrid edeceksiniz.” dedi. Komutan; “Olur mu? Bizi vururlar.” deyince; “Onu bana bırakınız.” dedi. Yemen Şerîfinin hu­zûruna çıkıp, vaziyetini anlattı. Namaza silâhsız çıkacaklarını, şâyet yerli halktan askere bir saldırı olursa, Resûlullah efendimizin huzûrunda ken­disinin yakasını tutacağını söyledi. Yemen Şerîfi, yerlilerden askere bir kötülük gelmeyeceği hususunda teminât verdi.

Muharrem Efendi, Evlâd-ı Resûlden olan şerîfin oğlunu da berâbe­rine alarak namazgâha çıktı. Önce Araplara ve Türklere kendi lisanla­rında öğütler verdikten sonra, Allahü teâlâya, Evlâd-ı Resûl olan bu ço­cuk yüzü suyu hürmetine yağmur yağdırması için yalvardı. Duâ bitme­den Allahü teâlânın izni ile bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Bu duâyı üç gün tekrarladı ve yağmur üç gün yağdı.

Muharrem Hilmi Efendi Yemen’den döndükten sonra Mekke ve Me­dîne’ye tâyin edildi. Sonra Erzurum’a döndü ve Birinci Dünyâ Harbine iş­tirak etti. Aynı zamanda ilim tahsîlini de bırakmadı. 1925’te emekliye ay­rılarak doğum yeri olan Elazığ’a döndü. Bundan sonra kendini tamâmen ilme verdi ve pek evinden dışarı çıkmaz oldu.

Muharrem Hilmi Efendi, riyâdan çok sakınırdı. Nafile ibâdetlerini giz- lerdi. Çok mütevâzi olup, kapısına gelen talebeyi geri çevirmezdi. Yaz- dığı tasavvufî şiirlerinde Sırrî mahlasın kullanırdı. Ömrünün sonla­rında dört-beş ay hasta yattı. Hâlinden hiç şikâyet etmezdi. Sorulduğu zaman; “Elhamdülillah iyiyim, hiçbir şeyim yok, dolaşıp ne yapacağım? Yatmak hoşuma gidiyor, yatıyorum işte.” dedi ve; “Dünyâ lâşedir, onu isteyenler köpeklerdir. Her gün bir melek; “Doğun ki ölesiniz, yapın ki yı­kılsın, der” mânâsında Arapça bir şiir okurdu.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânın ileri gelen devlet adamlarına nasîhat eder, mektuplar gönde­rirdi. Muhammed bin Hasan, Rukbe’ye vâli tâyin edilmişti. Ona yazdığı mektupta: “Her hâlinde takvâ üzere ol, haramlardan sakın, Allahü teâlâ- nın nîmetlerine şükret ve O’ndan kork. Nîmete şükretmek; günâh işleme- mekle olur. Muhakkak her nîmette bir delil, hüccet ve mesûliyet vardır. Hüccet, delil, o nîmetin Allahü teâlâ tarafından verilmiş olmasıdır. Mesû- liyetine gelince; o, nîmet olduğu halde günah işlememektir. Allahü teâlâ sana âfiyet versin. İşlediğin günahları ve yaptığın kusurları affet­sin.” buyurdu.

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyâ­nın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazi- feye tâyin edilip, Basra’ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiye­lerde bu- lunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yak- laş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçüm­seme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildi­ğin hiç bir şeye ülfet etme!..

Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen mu­hâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulun­duğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler…

Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğ­ret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurla­rını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster, hiç bir kim­seye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran.”

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) Halîfelerle, idârecilerle münâsebetini kesmedi. Onlara vâz ve nasîhatlarda bulunup, hayır tavsiye etti. Âlimleri de halîfeleri ve idârecileri doğru yolu anlatmaları için teşvik etti. Onlara buyurdu ki: “Allahü teâlânın, kalbine ilim ve fıkıh koyduğu her müslüma- na ve her kişiye, elinde kuvvet olan idârecilerin yanına gelip onlara hayrı tavsiye etmesi, onları kötülükten sakındırması borçtur. Çünkü onlara bu vazîfenin yapılmasıyla dünyânın yüzü değişir ve fazîletli bir dünyâ do- ğar.”

Talebelerinden biri ona; “İnsanlar senin devlet adamlarıyla çok sık görüştüğünü söylüyorlar, sana yakıştıramıyorlar.” deyince, Mâlik bin Enes hazretleri; “Bunu bilerek yapıyorum. Çünkü bunu yapmasam lâyık olmayan biriyle görüşür, işleri danışırlar. Eğer onlarla gidip görüşmesem, bu şehirde Peygamberimizin sünnetlerinden işlenip, tutulan kalmaz.” bu­yurdu.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu bir toplulukta, Beytülmâlın gelirlerinden biri olan vergiler hususunda konuşuluyordu. Hazret-i Meymûn bin Mihrân şöyle söyledi. “Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) zamanında Irak taraflarından toplanan vergilerin tamamı bir milyon ukiyye olurdu. Vergiler toplanıp, halifeye arzedildikten sonra, hazret-i Ömer, Basra ve Kûfe’den 10’ar kişi çağırır, bunlardan, vergi olarak alı­nan bu malların helâl olduğuna, bir müslüman veya zımmîden zulüm ile haksız olarak alınmadığına dâir, şâhidlik isterdi. Bütün şâhidler, bütün vergilerin adâletle, kimseye zulüm ve haksızlık edilmeden toplanıldığını bildirirlerse, getirilen vergileri kabûl eder, aksi halde kabûl etmezdi.”

Büyük âlim ve velî, hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kûfe’de iken, iki defâ hac yapmak istedi ise de siyâsî karışıklıklar sebebi ile yapamadı. İkinci defâ da hac yapamayınca çok sayıda kimse etrafında toplanıp; “Biz sizin emrinizdeyiz. Eğer emre­derseniz harb bile yaparız.” dediklerinde, İbn-i Hanefiyye, onlara çok gü­zel nasihat ve tavsiyelerde bulunup, hepsini sakinleştirdi. Daha sonra Abdülmelik bin Mervân duruma hâkim olup, herkes kendisine bîat etti. Muhammed bin Ömer, İbn-i Hanefiyye’ye bir mektup yazarak buyurdu ki: “Ben Abdülmelik’e bîat ettim. Siz de bîat edin. Çünkü bîat edilmiyecek hiçbir sebeb kalmamıştır. Bütün ümmet Abdülmelik’e bîat etti.” Bunun ü- zerine Muhammed bin Hanefiyye, Abdülmelik’e bir mektup yazdı. Mektu- bunda buyurdu ki: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektup, Muhammed bin Ali’den müminlerin emiri Abdülmelik’e. Ben bu ümmetin içinde mey- dana gelen ihtilaflardan uzak durdum ve hiç kimseye bîat et­memiştim. Artık bu ihtilâflar bitti ve herkes sana bîat etti. Biliniz ki ben de bu ümmet- ten biriyim. Sulh ve iyilik isterim. Ben de sana bîat ettim. Gör­düm ki, in- sanlar sizin etrâfınızda toplandı. İsterim ki siz de vefâkârlık ya­parsınız. Eğer haksızlık ve zulüm yaparsanız hiçbir hayrınız kalmaz. Buna rağ- men bize haksızlık yaparsanız ve bîatımızı kabul etmezseniz, biliniz ki yeryüzü geniştir.”

Abdülmelik bin Mervân mektubu okuyup etrafındakilerle istişâre et­tikten sonra yazdığı cevabî mektûbda şöyle dedi: “Ey Muhammed bin Ali, siz bize yakınsınız. Akrabâmsınız. Mâdem ki siz bize bîat ettiniz, bili­niz ki, sizin bîatınızı kabûl ettim. Size vâd ediyorum ki, bundan sonra Allahü teâlânın ve Resûlünün emânındasınız. Bizden size ve arkadaşla­rınıza hiçbir zarar gelmez. Şehrinize dönüp, istediğiniz gibi hareket edi­niz. Ben sağ oldukça size hiç kimse bir zarar veremez.” Abdülmelik bin Mervân daha sonra, Hicâz ve Irak’ın valisi olan Haccâc bin Yûsuf’a mek- tup yazarak Muhammed bin Hanefiyye’ye hiç zarar vermemesini, ona karışmamasını, iyilik ve ikrâmda bulunmasını emretti. Bunun üzerine Muhammed bin Hanefiyye, Medîne-i Münevvere’ye döndü. Bâki mevki­inde bir ev yaptırıp, oraya yerleşmek arzûsunda olduğunu Halife Abdül- melik’e bildirdi. Halîfe derhal izin verip evi kendisi yaptırdı. Muhammed bin Hanefiyye âilesi ile berâber o eve yerleşti.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Hânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine bir kimse, kendisine yapılan haksızlığı şikâyet etmek üzere gelmişti. Bu sırada Muhammed Hânî’nin yanında Şam vâlisini gördü. Vâli gitmek için kalkınca, Muhammed Hânî onu uğurlamak için kalktı. O zaman o şahsın hatırına; “Muhammed Hânî, vâliye, vâli olduğu için hürmette bulunuyor.” düşüncesi geldi. Bu sırada Muhammed Hânî o şahsa dönerek; “Senin işin için kalkıp, vâliyi uğurladım.” dedi. O şahıs hatırından geçirdiği o düşüncelerden dolayı çok utandı. Muhammed Hâ­nî’den kendisini affetmesini ricâ etti.

Hindistan’da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin dergâhının saraya yakın olmasından dolayı, saray mensubları, şehzâdeler, komutan ve subayların çoğu Nizâmeddîn Evliyâ’ya talebe oldu. Onun mânevî te­siri ve dînî eğitimi altında, onların ahlâkî ve içtimâî huyları çok değişti. Hepsi de Allahü teâlâdan korkan, yaşayışı intizamlı insanlar hâline gel­diler. Bir mıknatıs gibi etkisi olan bu tesirden Dehli halkı da istifâde etti. Binlerce insan, yaşayış tarzlarını ve huylarını tamâmen değiştirdiler. O bölgede, kumar, dedikodu ve iftirâ, içki içme, yalancılık ve tefecilik en düşük seviyeye indi. Binlerce insan, namaz, oruç ve diğer ibâdetlerini ti­tizlikle yapar hâle geldiler. Bu hususla ilgili olarak, Siyer-ül-Evliyâ’nın müellifi şöyle demektedir: “O, içki, sefâhet ve günah içine dalmış saray erkânı, şehzâdeler ve zenginler, Nizâmeddîn Evliyâ’nın mânevî sözlerin­den ve ahlâkî derslerinden o kadar etkilendiler ki, günahkâr hâllerini terk edip, yeni ve tertemiz bir hayâta başladılar. Onların çoğu, ömürlerinin geri kalan kısmını Nizâmeddîn Evliyâ’nın hizmetine vakfettiler.”

Sultan Celâleddîn Hilcî’yi öldürerek tahta çıkan Alâeddîn Hilcî, din bilgisi az olmasına rağmen, zekî ve becerikli bir idâreciydi. Saray erkâ­nından bâzıları, yeni sultânı Nizâmeddîn Evliyâ hazretlerine karşı yanlış yola sevk etmeye çalıştılar. Onlar, sultâna; “Nizâmeddîn Evliyâ’nın tesiri hergün hızla artıyor. Böyle giderse, bir gün sizin makâmınıza el koyar.” dediler. Fakat, zekî ve akıllı Sultân Alâeddîn, acele karar vermeyi iste- medi. Sultan, Nizâmeddîn Evliyâ’ya; “Sultanlığımda halli îcâbeden zor meseleler ortaya çıktığı zaman, zât-ı âlinizle müşâvere etmek istiyorum.” diye bir pusula yazdı. Nizâmeddîn Evliyâ, bu pusulayı okuduğuna piş­mân oldu ve cevap olarak şöyle yazdı: “Yolumuzun mukaddes an’aneleri sebebiyle ve böyle bir müşâvere, dînî vazifelerimin îfâsını güçleştirece­ğinden, teklifinize rızâ gösterecek bir hâli kendimde göremiyorum. Ne kendimi memleketin siyâsî hâdiselerine karıştırmak, ne de ilâhî gâyeye hizmetten başka bir şey yapmak istiyorum.” Bu açık cevap, Sultan Alâeddîn’i memnun etti ve zihnindeki bütün yanlış anlama ve şüpheleri yok etti. Bilakis, o büyüğe karşı içinde bir aşk ve bağlılık hâsıl oldu.

Sultân Alâeddîn’in, Nizâmeddîn Evliyâ’ya karşı beslediği sevginin çok arttığını gören Kara Beğ, sultâna; “Zât-ı âlileriniz, ona karşı bu kadar hürmet ve muhabbet beslediği hâlde, henüz onunla görüşmemiş olmanız hayret vericidir.” dedi. Buna karşılık sultân; “Ey Kara Beğ! Bizim işimiz sultanlıktır. Biz, baştan ayağa kadar günâha batmışız. Bu yüzden o bü­yükten utanıyorum. O büyük zâtla nasıl görüşebilirim?” dedi ve arkasın­dan, oğulları Hızır Hân ve Şâdi Hân ile Nizâmeddîn Evliyâ’ya iki yüz bin gümüş para gönderdi ve talebeliğe kabûl edilmesini ricâ etti. Bu muaz­zam para, fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine dağıtıldı. Sonra Nizâmeddîn Evliyâ’nın huzûrunda bulunmak husûsunda ısrâr edince, Nizâmeddîn Evliyâ; “Sultânın buraya gelmesine lüzum yok. Ben devamlı onun mu­vaffakiyeti için duâ ediyorum. Fakat buna rağmen hâlâ buraya gelmekte ısrâr ederse, bu fakirin evinde iki kapı vardır. Sultan birinden girerse, biz diğerinden çıkarız.” buyurdu.

Sultan Alâeddîn’in yerine, kardeşlerini öldürerek geçen Kutbeddîn Hilcî, Nizâmeddîn Evliyâ’ya aptalca bir kin beslemeye başladı. Bu kin, daha sonra açık bir düşmanlığa dönüştü. O zaman Nizâmeddîn Evli- yâ’nın dergâhında günlük masraf; fakir, dul kadınlara, yetimlere ve muh- taç kimselere verilen sadakalar hâriç, iki bin gümüştü. Bu durumu kıskanan bâzı kişiler, sultâna; “Nizâmeddîn Evliyâ, bu sadaka olarak da­ğıttığı ve harcadığı servetini, onu sık sık ziyâret eden şehzâdelerden ve devletin resmî vazifelilerinden topluyor.” diye şikâyette bulundular. Ay­rıca sultânı, herkesin Nizâmeddîn Evliyâ’yı ziyâret etmemesi için bir emir çıkarmak üzere iknâ ettiler. Bu durumu duyan Nizâmeddîn Evliyâ, der­gâhındaki harcamalarını iki katına çıkardı ve buradan istifâde edenlerin sayısı on binden, on altı bine yükseldi. Bu yüzden sultânın çıkardığı em­rin bir zararı olmadı. Sultan bu durumu işittiği zaman; “Yanılmışım! Şeyh, Allah’tan destek alıyor.” demekten kendini alamadı. Bu kerâmete rağ­men, sultânın, Nizâmeddîn Evliyâ’ya düşmanlığı devâm etti. Bir gün sultan, onu huzûruna çağırdı. Buna cevap olarak, Nizâmeddîn Evliyâ şöyle dedi: “Ben, sûfî bir kişiyim, dergâhımdan dışarı çıkmam. Daha da önem­lisi her sûfî silsilesinin kendine mahsus değişmeyen an’aneleri var­dır. Bi­zim büyüklerimizden hiçbiri saraya gitmemişler ve herhangi bir sultânın maiyetinde bulunmamışlardır. Bu bakımdan, sultânın arzusunu yerine getiremeyeceğim. Lütfen beni kendi hâlime bırakınız.”

Mağrur sultan, bu cevapla tatmin olmadı ve Nizâmeddîn Evliyâ’nın her hafta iki defâ huzûruna gelmesi için yeni emirler gönderdi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ, sultânın hocası olan Ziyâeddîn Rûmî’ye ha­ber göndererek, talebesini, “Hiçbir dînin, velîlere ve mâsum talebelerine zulmedilmesine izin vermeyeceği.” husûsunda îkâz etmesini istedi. Fakat bu haber Ziyâeddîn Rûmî’ye ulaşmadan, o vefât etti. Sultan, Ziyâeddîn Rûmî’nin dergâhında “Fâtiha” merâsimi için bütün saray erkânı ile birlikte bulunuyordu. Nizâmeddîn Evliyâ da birkaç talebesi ile bu merâsime ka­tıldı. Dergâha girer girmez, orada bulunanların hepsi, ona saygı göster­mek için ayağa kalktılar. Nizâmeddîn Evliyâ, sultana selâm verdiğinde, sultan selâmı almadı. Kendisinden fazla Nizâmeddîn Evliyâ’ya saygı gösterilmesine çok kızdı ve merâsimden sonra bir karar alarak, bunu e- mir olarak Nizâmeddîn Evliyâ’ya gönderdi. Bu emire göre; Nizâmeddîn Evliyâ’nın da, diğer bütün saray erkânı ve devlet görevlileri gibi, her ayın ilk günü, “Selâm” için sultânın dîvânında bulunması isteniyordu. Bu emir, Nizâmeddîn Evliyâ’ya; Şeyh İmâmüddîn Tûsî, Şeyh Vahideddîn Kondû- zî, Mevlânâ Burhâneddîn ve başka âlimlerden kurulu bir heyetle gön- derildi. Onlar, Nizâmeddîn Evliyâ’nın huzûrunda, sultânın isteklerine râzı olarak bu ihtilâfa son vermesini, bunun yapılmamasının, hem halk, hem de saltanat için tehlikeli neticelere sebebiyet vereceğini, yalvararak istir- hâm ettiklerinde, Nizâmeddîn Evliyâ; “Bakalım, Allahü teâlânın bu iş için izni ne olacak.” diye cevap verdi ve onların yanından ayrılmalarını istedi. Heyet sultânın yanına dönünce, ona; “Nizâmeddîn Evliyâ istenen târihte huzûrda olacak.” dediler. Fakat birkaç gün sonra Nizâmeddîn Ev­liyâ ta- lebelerinin yanında; “Önce gelen büyüklerimizin âdetlerine aykırı düşen hiçbir şey yapmıyacağım. Selâm alayına katılmayacağım.” dedi. Bu du- rum gerginliği artırdı ve talebeleri de dehşete düşürdü. Kısa gö­rüşlü sul- tan, büyüklerin maneviyât gücünün ve onların duâsının red olunmaya- cağının farkında değildi. Hâlbuki Nizâmeddîn Evliyâ, hakîkatin yanında olduğundan emindi. Hakîkat, ama bugün, ama daha sonra dün­yânın ge- çici üstünlüklerine karşı şerefli bir şekilde gâlib gelecekti. Bu sebebten o, inanç ve sadâkatiyle tam bir sükûnet ve huzur içerisindeydi. Ayın yirmi dokuzuncu gecesi, mağrur Sultan Kutbeddîn, sarayında uyur­ken en gü- venilir adamlarından olan Hüsrev Hân tarafından başı kesile­rek öldürül- dü. Fârisi beyt tercemesi:

Zavallı korkak kedi niçin yerinde oturmuyorsun.

Gücünü aslana karşı deneyip cezâya lâyık oluyorsun.

 

Kutbeddîn Hilcî’nin yerine geçen Hüsrev Hânın ömrü çok kısa oldu. Hazînede bulunan paraları ulemâ ve dervişlere dağıttı. Nizâmeddîn Evli- yâ’ya da beş yüz bin gümüş para gönderdi. Her zaman olduğu gibi, o bü- yük zât, bütün bu parayı fakirlere dağıttı. Mültan vâlisi Gıyâseddîn Tuğ- lak, sultanın öldürülmesinden sonra hemen ordusuyla Dehli’ye gele­rek, Hüsrev Hânı öldürüp sultan oldu. Gıyâseddîn Tuğlak, hazîneye ba­kıp hiçbir şey olmadığını görünce, daha önceki sultanın dağıttığı bütün para- ları geri istedi. Herkes paraları sultâna gönderdi. Sâdece Nizâmeddîn Evliyâ, kendisine gönderilen paraları, yeni sultâna vermedi ve buyurdu ki: “O paralar, Allahü teâlânın malıydı. Allahü teâlâ yolunda gitti.” Bu ce- vap sultânın hoşuna gitmedi ve geri alma yollarını araştırdı.

Nizâmeddîn Evliyâ’nın büyüklüğünü kıskanan, Sultân Kutbeddîn’in acı sonundan mesûl olan saray erkânı, bir kere daha Sultan Gıyâseddîn Tuğlak’ı o büyüğe karşı kışkırtarak, eski yaptıklarını denediler. Ona ol­mayacak şeyleri söylediler. Sultâna bağlı âlimler ile Nizâmeddîn Evliyâ arasında münâzara olması kararlaştırıldı. Yapılan münâzarada Nizâ- meddîn Evliyâ’nın naklettiği hadîs-i şerîfleri diğer âlimler kabûl et­medi. Bir kırgınlık oldu. Dergâhına geri dönen Nizâmeddîn Evliyâ, üzgün bir şekilde talebelerine şöyle dedi: “Dehli âlimlerinin ve saray adamları­nın, içi, bize karşı kıskançlık ve düşmanlıkla kaynıyor. Münâzarada bana karşı açıkca saldırmalarından bu anlaşılıyor. Ayrıca onlar, yüce Pey­gamberimizin hadîs-i şerîflerini dinlemeyi de reddettiler. Bunun gibi îtirâzı gayri kâbil olan şeylerle münâkaşa etmeye, ancak Peygamber efendimi­zin hadîsine inanmıyanlar cesâret edebilirler. Sultânın yanında bunlar, hadîslerin en sahîhini bile kabûl etmeyi reddederek mağrûr bir edâ ile konuştular. Resûl-i ekremin sahîh hadîslerini kabûl etmeyen bir âlimi ne görmüş, ne de duymuştum. İçinde, böyle mağrûrâne ve yanlış yollara sürükleyen münâzaraların yapıldığı şehir, nasıl parlak vaziyette kalabilir? Onun tuğlaları bir gün yıkılıp birbirine çarparsa şaşmamak gerekir. Sul­tan ve ona bağlı âlimler, hakkı söylemeyen kâdılar, bu şekilde Peygam­ber efendimizin hadîsine göre hareket etmeyecekleri işitildikten sonra, alelâde halk, Allah ve Peygambere olan îmânlarını nasıl sağlam bir şe­kilde muhâfaza edebilir? Bu şekildeki âlim ve dînî liderlerindeki inanç noksanlığı sebebiyle, Allahü teâlânın cezâsının; kıtlık, salgın hastalık ve sürgün şeklinde bu şehre gelmesinden korkarım.” Bir süre sonra, Deh- li’de büyük bir kıtlık oldu. Arkasından, salgın hastalık yayıldı. Halk çok zorluk çekti. Sultan ve yardakçılarının hepsi, bu hastalık ve kıtlıkta öl- düler.

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Enes bin Mâlik hazretleri: “İmâmlık yapmakta Resûlullah efendimize, Ömer bin Abdülazîz’den daha çok benzeyen kimse görmedim.” buyurdular.

Ünü her tarafa yayıldı. Pek çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi. Mescid-i Nebî’yi genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yap­tırmaya başladı. Genişletmede Mescid-i Nebî’nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları mescide katıldı. Hücre-i seâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açı­lırken hazreti Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etra­fına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç kapısı olmayan bu duvar beş köşe­liydi. Duvarlar, direkler ve tavan altın ile süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer bin Abdülazîz 711 se­nesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik iki oğlu olmasına rağmen ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin Abdül- azîz’i kendisine halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.

Halîfe Abdülmelik’in 717 târihinde vefâtı ile vezîri Recâ emirleri top­layıp mühürlü ahidnâmeyi açarak okudu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ahidnâmede kendi ismi okunduğu zaman şaşırıp kaldı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabûl edilmedi. Emirler, Ömer bin Abdülazîz’in İslâm ha­lîfeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ, halîfenin koluna girip, mimbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâdan sonra; “Ey in­sanlar! Bizimle berâber olacak kimsede şu beş şartı istiyorum. Bunlar: Bize hâlini bildiremeyecek olan halkımın hâlini anlatmak, hayırlı işlerde bize yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet etmemek ve boş şeyler ile meşgûl olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi. Böylece ikinci halîfe hazret-i Ömer bin Hattâb’ın yolunda olarak işe başladı. Ömer bin Abdülazîz’in hâllerini anlatmak için şâirler ve hatîbler hutbeler okudular. Onun medh ve senâsını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakihler dahi; “Biz bu zâtın sözüne aykırı fiilini görmedikçe ondan ay­rılmayız.” dediler.

Reyyâh bin Ubeyde anlatır: “Ömer bin Abdülazîz hazretleri Me­dî- ne’de vâli iken bir gün koluna girdiği zayıf bir ihtiyarla birlikte gördüm. Bu ihtiyarın onun yanında böyle durmasına hayret ettim. Sonra Ömer bin Abdülazîz’in yanına gidip ona; “Allahü teâlâ sana iyilikler versin. Yanı­nızdaki elinizden tutan ihtiyar kimdi?” dedim. Bunun üzerine bana; “Ey Reyyâh! Bu kardeşim Hızır aleyhisselâmdır. Bana ileride âdil bir idâreci olacağımı haber vermeye gelmiş.” diye cevap verdi.”

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra hilâfet konağına götürül­mek üzere alay atları getirdiklerinde; “Bunlar ne?” dedi. “Hilâfete mahsus bineklerdir.” cevâbını işitince; “Kendi atım, benim hâlime daha muvâfık­tır.” diyerek saltanat bineklerini geri çevirip, kendi hayvanına bindi. Hilâ­fet otağına gitmeyip; “Hilâfet otağında Süleyman’ın âilesi var. Ben onla­rın rahatsız olmalarını uygun görmem. Onlar yerleşinceye kadar, benim kıl çadırım bana yeter!” buyurdu. Bu sözleri, insafı ve ahlâkî büyüklü­ğü- nü ne güzel ifâde etmektedir. Evine gitti. Âzâdlı kölesi, onun pek ke­derli ve düşünceli olduğunu görünce: Bu hâlinizin sebebi nedir? diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan Ümmet-i Muham- med’in hukukunu yerine getirme vazifesi bana verildi. Bundan büyük en- dişe edecek şey olur mu?” Daha sonra hanımı ve amcasının kızı olan Fâtıma binti Abdülmelik’i yanına çağırıp, buyurdu ki: “Eğer be­nimle birlik- te yaşamak istersen ziynet ve mücevherlerini beytülmâle bı­rak. Zirâ on- lar senin yanında iken ben seninle berâber olamam.” Fâtıma, bütün ziy- net ve mücevherlerini beytülmale verdi. Fâtıma’nın bu davra­nışı, Pey- gamber efendimizin kızı hazreti Fâtıma gibi mânevî süsler ve rûhî mezi- yetler ile yaşamaya karar verdiğini göstermekteydi. Ömer bin Abdüla- zîz’in elli bin altını vardı, hepsini dağıttı. Bir elbisesi kaldı. Câri­yelerine de; “Serbestsiniz. İsteyeniniz olursa, âzâd ederim. Benden bir talepte bu- lunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa kalabilir. Çünkü veri­len vazife beni sizinle meşgûl olmaktan alıkoyuyor.” buyurdu. Hepsi ağ­ladılar, ü- züldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O da üzülüp ağladı. E- fendisinden ayrılmadı.

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğu sene Medîne-i münevverede bu­lunan, oğlu Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Şahsımdan sonra kendisine nasî­hatte bulunup, gözetip, muhafaza etmek mecbûriyetinde olduğum, ilk in­san sensin. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Allahü teâlâ bize çok lütuf ve ihsânda bulundu. O’ndan, ihsân ettiği nîmetlere karşı şükür yapa­bil- me kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın babana ve sana olan lütfu- nu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatine dikkat et. Eğer hamd (El- hamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlil (Lâ ilâhe illallah) diyerek, di­lini zikirle meşgûl edebilirsen bunu yap.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri hilâfet makâmına geçtiği gün, zama­nının tanınmış fıkıh âlimlerinden Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi dâvet edip, onlara; “Halk her ne kadar bir nîmet olarak görüyorsa da ben bu halîfelik makâmını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak görüyorum. Bu yükün altına gir­dim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasîhatleriniz nedir?” diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yârın kıyâmet günü kurtulmak istersen müslüman- ların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini ev­lâdın bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba, kar­deş ve evlâdın gibi muâmele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz, halîfe olunca, üzerine aldığı mesûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve keder içinde kaldı. Millet ve memleket işlerini adâletle idâre etmekte ve hak sâhiplerine haklarını iâde etmekte çok hassas davranı­yor, kendisini hiç düşünmüyordu.

Ömer bin Abdülazîz, yakın dostu hazret-i Sâlim’e; “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halîfelik ile imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamı- yacağımdan korkuyorum. Bana, dedem hazret-i Ömer’in mek­tuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri, müslümanlara ve gayr-i müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer’i kendime nümûne kabûl ettim. Ona göre hareket edeceğim.” dedi.

Halîfeliği zamanında yaptığı bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi; halkının haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu. Halîfeliğini adâlet ile yürütüp, Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört büyük halîfe) yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere dirâyetli ve âdil bildik­lerini tâyin etti.

Müslim ve gayr-i müslim tebeasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti yaygınlaştırdı. Ehl-i Beyte dil uzatanların çirkin hareket ve sözle­rine mâni olup, son verdi. Ehl-i Beyte çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Hazret-i Muâviye’nin vefâtından sonra, hutbelerde Ehl-i Beyte lâ­net okumak âdet olmuştu. Halîfe olunca, ilk iş olarak bu âdeti kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok saygılıydı. Onlara devamlı yardım ederdi. Peygam­berimizin vakıf ettiklerinden, Fedek bahçesini tekrar Ehl-i Beytten Muhammed Bâkır’a iâde etti. Toprak hukûku ve mâliye alanlarında Pey­gamber efendimizin emirlerini yerine getirdi. Müslüman olan gayr-i müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman olanların sa­yısı arttı. Doğuda ve batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman oldu. İslâm orduları doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya şehri, Rumlar’dan yüz bin esir karşılığı satın alındı. Preneler aşılıp Fransa’ya girildi. Nar- bonne ele geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Ber­berîler onun zamanında müslüman oldu. Mûsevî, hıristiyan ve ateşpe­restlere gösterdiği yapıcı siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman ve gayr-i müslim bütün tebeası tarafın­dan sevildi. Hak ve adâletin yayılmasında ve zulmün kalkmasında çok hizmet etti. Zamanında kurt ile kuzu berâber yaşadı.

Devrinin âlim ve velîlerinden Mâlik bin Dinâr hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz, âdil halîfe kimdir?” Çobana; “Böyle olduğunu nereden anla­dın?” diye sorulduğunda; vazîfesi dağ bayır demeyip koyun otlatan, çe­şitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pek iyi bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: “Âdil bir halîfe başa geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.”

Halîfe Ömer bin Abdülazîz hazretleri her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet hâllerinden konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar tesir ederdi ki, sanki içlerinden biri vefât etmiş gibi ağlarlardı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmede ve halka bildirmede çok dikkatliydi. Onun devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerinde: Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı kerîmden kaç âyet ezberledin? Bu ay kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye başlandı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri dîne sokulan bid’atleri ortadan kaldı­rıp, unutulmuş sünnetleri meydana çıkarmaya çalıştı.

Hadîs-i şerîfleri toplatıp, kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında; “Eshâb-ı kirâmın ictihadları farklı olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık ol­mazdı.” buyurdu. Hazret-i Ali ile ictihad ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koru­duğu gibi, biz de dilimizi tutup, bulaştırmayalım!” İmâm-ı Şâfiî hazretleri de böyle söylemiştir.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda; “Bi­liniz ki, ölümü çok hatırlayan kimse, az bir dünyâlık ile iktifâ eder, ko­nuştuğu kelimelerin hesâbını vereceğini düşünen çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler.” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Kendimi överim kor­kusu ile bir çok sözleri söylemekten kaçınırım.”

Meymûn bin Mihran anlatır: “Ömer bin Abdülazîz’in Halîfeliğinde, yanına bir heyet gelmişti. Heyetten bir genç nutuk söylemeye başladı. Bunun üzerine; “Sen dur, yaşlınız konuşsun.” diyerek genci uyarmak is­tedi. Genç: “Ey Emir-ül-müminîn! İş yaşa göre ise, müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince; “Konuş bakalım.” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz. Çünkü adâletin bizi korkmaktan emin kılmıştır.” dedi. “Siz kimsiniz?” deyince, “Teşekkür he­yetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin yanına birisi gelerek; “Falanca kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “İster­sen bu işi araştıralım. Eğer yalancı isen, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinin hükmüne göre; söylediğin yanlış ise, Kalem sûresi on birinci âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mesûl olursun. Her iki hâlde de mesûl olursun. İstersen üçüncü hâli tercih edip, seni affedelim ve bu meseleyi kapatalım.” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe edip, bir daha böyle bir şey yapmam dedi.

Bir kimse, Ömer bin Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulmettiğini söyledi. Gelen kimseye; “O kimseden hakkını almış olarak, Allahü teâlânın huzûruna gitmektense, o kimsede hakkın olarak Allahü teâlânın huzûruna gitmen daha iyidir.” buyurdu.

Bir Cuma namazını kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtın­daki elbisenin iki tarafı da yamalı idi. Birisi kendisine; “Ey mümin- lerin emîri! İmkânlarınız var. Daha kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir müddet düşündü ve başını kaldı- rıp; “Varlıklı halde iken iktisad etmek ve hakkını almaya gücü yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek çok makbûl ve çok fazîletlidir” buyur- du.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp ce­zâlandırmak istedi. Ama sarhoş, ona hakâret etti. O da sarhoşu bıraktı. Cezâlandırmaktan vaz geçti. “Niçin, size hakâret edince bıraktınız?” de­diler. Buna cevâben; “O hakâret etmekle beni öfkelendirdi. Eğer ona ce- zâ verseydim, kendim için cezâ vermiş olurdum, kendi şahsım için bir müslümanı cezâlandıramam.” buyurdu.

Bir gün hanımına; “Bir dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım.” dedi. Hanımı; “Senin gibi bir Sultanın bir dirhemi olmazsa, benim olur mu.” de­yince, hanımına; “Doğru söylüyorsun ey Fâtıma! Fakat böyle olması, Cehennem’de kızgın zincirleri boğazımda taşımaktan iyidir.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber aldı. Hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını sat­masını ve bin kişinin karnını doyurmasını emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine; “Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin.” diye yazmasını istedi.

Ömer bin Abdülazîz, Şam’da, bir mimber üzerinde hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâdan sonra üç şey söyledi. “Ey insanlar! İçi­nizi, kalblerinizi düzeltirseniz, zâhiriniz, dışınız da iyi olur. Âzâlarınız, gö­zünüz, kulağınız, elleriniz, ayaklarınız, hayır işler, Allahü teâlânın be­ğendiği şeylerle meşgûl olur. Âhiretiniz için sâlih ameller işleyiniz. Böy­lece dünyânızı da korumuş olursunuz. Hazret-i Âdem’den îtibâren, ken­disine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş olan kimse de bir gün ölecektir.”

Ömer bin Abdülazîz başka birisine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allahü teâlâdan korkmayı, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği şeylerle, âhirete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve geceler, süratle gidi­yorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor. Kötü amelleri­mizden dolayı Allahü teâlâdan af ve magfiret dileriz. Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”

Bir vâlisine şöyle yazdı: “Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini ırzından uzak tut! Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”

“Namaz, seni yolun yarısına getirir, oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka da, Melik’in huzûruna çıkarır.”

“Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, nîmete mukabil verdiği (sabır), o nîmetten daha efdaldir (kıymet- lidir).”

“Ölümü çok hatırla. Eğer geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek; geçim darlığı içindeysen genişlik, ferahlık kazandıra­cak.”

“Siz seferdesiniz. Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz. Siz, üzerinden çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir dalın hayâtından ne çıkar?”

“Ey insanlar! Allahü teâlâ mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları uykularından uyandırıp, diriltecek. Her biri ya Cennet’e, ya Ce­hennem’e sevk edilecek. Allah’a yemîn ederim ki, biz eğer bu hakîkati tasdik etmiş isek, buna uygun yaşamadığımız için ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor isek, o takdirde hepimiz helâkteyiz.”

“Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yol­culuğu için de takvâyı azık edinin. Allahü teâlânın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ tûl-i emel, bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz… Dünyâya aldanmış nice insanlar gördük. Huzur ve saâdet, ancak Allah’ın azâbından emin olanlar içindir. Neşe ve sevinç de kıyâ­metin zorluğunu anlatanlar içindir. Kıyâmet günü zengin, fakir herkesin ameli meydana çıkar ve hesap verirken öyle bir müşkilât ile karşılaşırsı­nız ki, eğer yıldızlar bununla karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar, dayan­maz erirdi. Cennet ve Cehennem’den başka bir yer bulunmadığını ve bunlardan birine mutlâka gideceğinizi de biliyorsunuz. O halde ona göre hazırlanın…”

“Allah’tan korkun ve aşırı şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tut­mağa, kin de kötülüklere sebeb olur.”

Ömer bin Abdülazîz’in sulh, sükûn idâresini çekemeyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid’atten Hâricîler ve menfaatı zedelenenlerdi. Halîfenin ha­yâtına kıymak için çâreler aradılar. Nihâyet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek zâtı zehirlettiler. Ömer bin Abdülazîz zehirlendi­ğini anlayınca kölesini çağırdı. “Ben sana bir fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın. Doğru söyle, seni affedeyim.” deyince; köle, yaptığı bu çirkin harekete pek pişman olup, üzüldü. Ağlayarak yerlere kapandı, yalvararak: “Yâ Emir-el-müminîn! Bana bin altın vermek sûre­tiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları getirterek, devlet hazîne­sine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta hâlindeyken, kayın birâderi Mesleme ibni Abdülmelik ziyâretine geldi. Ömer bin Abdülazîz’in üzerinde bir gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emir-ül-müminînin elbisesini yıka­yınız.” dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu görüp kardeşi Fâtıma’ya; “Ben size gömleği yıkayınız, demedim mi?” deyince, bütün tebeasının hayat seviyesini yükseltip, iki buçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda yirmi beş yıl zekât verilecek kimse bulunamamış ol­masına rağmen, aldığı cevap hayret vericidir: O zaman kendisine; “Val­lahi başka gömleği yok ki, onu giydirelim de, bunu yıkayalım.” cevâbı ve­rildi.

Yine yakınları; “Beytülmâldan âilene bir şeyler vasiyet et, senden sonra onlar sıkıntıya düşmemeli.” dediler. Cevâbı akıllara durgunluk ve­recek ve tüyleri ürpertecek kadar müthiş oldu: “Çocuklarım şu iki tip in­sanlardan birisi olacaktır: İyi, sâlih insan veya kötü şerîr insan. Sâlih in­san olurlarsa, Kur’ân-ı kerîmin A’raf sûresi, yüz doksan altıncı âyet-i ke­rîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Müşriklere de ki; size karşı benim yar­dımcım, Kur’ân-ı kerîmi indiren Allah’tır ve O bütün sâlihlere de yardım­cıdır.” buyurulan âyeti yetişir. Kötü insan olurlarsa, o takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem. Çocuklarına dönerek: “Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o takdirde babanız Cehennem’i boylayacak. Yâhut da fakir kalacaksınız; babanız Cennet’e gidecek. Ba­banızın Cennet’e girmesi şartıyla fakir kalmayı yâhud da, onun Cehen­nem’i boylaması şartıyla zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan ay­rılın ve benden sonra sakın beytülmâl mesûllerini tâciz etmeyin. Şunu iyi bilin ki, size verilmesini vasiyet ettiğim para mikdârı sadece yirmi bir di­nârdır.”

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağır­dılar. Tabib; “Bu zehir içmiştir. Hayâtı hakkında teminât veremem.” dedi. Halîfe; “Sâde bana değil, zehir içmemiş olanların hayatı hakkında da te­minat verme!” buyurdu. Tabib; “Zehir içtiğinin farkında mısın?” dedi. Ha­lîfe; “Evet, mîdeme inince anladım.” buyurdu. Tabib; “Tedâviye hemen başlıyalım.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “Hayır. İlacı, kulağımın arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam, benim için daha güzeldir.” buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin. Adâletin ise çok yüksekti.” dediler. Bunlara cevâben buyurdu ki: “Ben, Allahü teâlânın hu­zûruna bütün milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim? Her­kese âdil olarak davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı. Tabiî ki ben bundan dolayı korkuyorum ve ağlıyorum.” Bir ara; “Beni oturtun.” buyurdu. Oturttular. “Allah’ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusur ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyân ettim.” diye üç defa söyledi. Sonra da:

“Lâ ilâhe illallah. İbâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve başını göklere çevirip dikkatle baktı ve; “Ben öyle kimseleri görüyorum ki onlar ne insan ne de cindir.” dedi ve biraz sonra rûhunu teslim etti.

Vefât edince, zamânın âlimleri tâziyede bulunmak için hanımının yanına gittiler. Halîfenin vefâtıyla müslümanların büyük kayba uğradığını ve bu sebeple üzüntülerinin çok fazla olduğunu bildirdiler ve hanımına; “Ömer bin Abdülazîz hazretleri hakkında bize mâlumât ver. Çünkü onu en fazla tanıyan sizsiniz.” dediler. O mübârek hâtun şöyle anlattı: “O da sizin gibi ibâdet ederdi. Lâkin bir hususiyeti vardı. O da, Allah korkusu­nun çok fazla olmasıydı. Öyle ki, Allah korkusundan onun kadar titreyen birini daha görmedim. O her şeyini, insanlara hizmette harcadı. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için bütün gün vazîfesi ba­şında kalırdı. Akşam olduğu halde, bâzı kimselerin işleri bitmezse, gece de devam ederdi. Eve girince, kendini namazgâhına atar, durmadan ağlardı. Gözleri şişerdi. Sonra baygın düşerdi. Her geceki hâli buydu. Bir gece, halkın ihtiyaçlarını, işlerini bitirdi. Sonra kendi şahsî malından olan kandili istedi. Sonra iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini çene­sine dayayıp tefekküre daldı. Göz yaşları yanaklarından akıyordu. Sa­baha kadar bu şekilde ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti. Kendisine; “Ey müminlerin emîri! Sizde bir hâl var. Sizi bu geceki gibi hiç görmemiş­tim.” dedim. Bana; “Ben düşünüyorum ki, bu milletin beyazına siyahına halîfe oldum. Fakir, garib, kanâatkâr kendi hâlindeki biçâreleri, muhtaç­ları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört köşesindeki nice dertli ve ke­derlileri düşünüyorum ve anlıyorum ki, Allahü teâlâ onların hepsinin he­sâbını benden soracak ve Muhammed aleyhisselâm da onların lehine ve benim aleyhime şâhidlik yapacak. Bu hâlde olan birinin sonunun ne ola­cağını düşünüyorum ve çok korkuyorum.” cevâbını verdi.

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtından sonra Halîfe Zeyd ibni Melik, Fâtıma binti Abdülmelik’in beytülmaldeki ziynet ve mücevherlerini iâde etmek isteyince, Fâtıma; “Vallahi kabûl etmem. Ben Ömer’e sağlı­ğında itâat edip de, vefâtından sonra isyân etmem.” diyerek sadâkatini ifâde etti.

Ömer bin Abdülazîz’in vefâtına bütün tebeası üzüldü. Cenâzesi ar­kasında ağlayan bir râhibe; “Bu kimse senin dîninde değildi. Neden ağlı­yorsun?” diye sordular. “Ben şunun için ağlıyorum: Yeryüzünde bir gü­neş vardı. Şimdi battı…” cevâbını verdi.

Mus’ab bin A’yun anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlar ile kurtlar birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden “Şu âdil halîfe ölmüş olmalı.” dedim. Araştırıldı. Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiği anlaşıldı.” Vefâtını cinniler de haber verdi.

Ömer bin Abdülazîz’in vefâtıyla ilgili, şâirler mersiyeler söyliyerek o- nun kıymetini dile getirdiler.

O, büyük bir güneşti, doğmaz, gayri bir daha

Mâtemini tutarak saçamaz nûr ve ziyâ.

Sarardı güneş artık, karardı cihan bile.

 

Yûnus bin Ebû Şebib; “Ömer bin Abdülazîz hazretlerini, halîfeliğin­den önce gördüm. Etli ve gürbüz bir kimseydi. Halîfe olduktan sonra da gördüm. Öyle zayıflamıştı ki uzaklardan kaburga kemiklerini saymak mümkündü.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz, Ehl-i Beyt’e çok hürmet, izzet ve ikrâmda bu­lunduğundan, hazret-i Ali’nin torunu Fâtıma binti Hüseyin; “Ömer bin Abdülazîz kalsaydı biz bir şeye muhtaç olmazdık.” buyurdu.

Büyük velî ve âlimlerden Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Halîfeler beştir; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdülazîz’dir.” buyurdular.

Fıkıh âlimlerinden Meymûn bin Mihrân, Ömer bin Abdülazîz hak­kında: “Âlimler, Ömer bin Abdülazîz’in yanında talebeydi.” buyurdu. Ho­cası meşhûr fıkıh âlimlerinden Mücâhid; “Biz, Ömer bin Abdülazîz’e öğ­retmek için geldik. Halbuki dâimâ ondan öğrenir olduk.” buyurdu.

Mâlik bin Dinâr buyurdu: “Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur. Dünyâ onun ayağına geldiği halde hepsini reddeder.”

Anadolu’da yetişen meşhûr velîlerden Pîr Ali Aksarâyî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Eğer İbrâhim Edhem bu fakîrin zamâ- nında olsaydı, ona saltanatı terk etmesi için izin vermezdim. Onu kemâle erdirince hem dünyâ hem de âhiret sultânı olurdu.” ve; “Sâdık mürîdin dünyâ saltanatını terk etmesi lâzım değildir

Tâbiînin büyük fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlim bin Abdullah (rah- metullahi teâlâ aleyh) dedesi hazret-i Ömer’in hâlini anlatırken, Resû- lullah efendimizden ve Asr-ı saâdetten de kıymetli haberler vermektedir: “Hazret-i Ömer devlet başkanı seçildiğinde, hazret-i Ebû Be­kir’e tâyin edilen maaş kadar ücret almaya başladı. Bu şekilde devam ederken, bir defâsında sıkıntıya düştü. Muhâcirlerden bir grup, toplanıp bu mevzuyu görüştüler. Zübeyr bin Avvam, hazret-i Ömer’e söylesek de maaşını biraz artırsak, buyurdu. Hazret-i Ali, ümid ederiz ki kabûl eder deyip, haydi gidelim buyurunca kalktılar. Hazret-i Osman; “Hazret-i Ömer’in hak ve adâlette ne kadar sert olduğunu biliyorsunuz. Bu isteği­mizi kendisini kırmayacağı birisine söyletelim. Kızı Hafsa’ya (r.anhâ) gi­dip, bu meseleyi anlatalım. Bizim ismimizi vermeden, arzumuzu ona bil­dirsin” buyurdu. Kabûl ettiler ve doğru hazret-i Hafsa’nın yanına gittiler. Ona durumu an- lattılar ve bunu kabûl etmeden hazret-i Ömer’e kimsenin ismini söyleme- mesini de tenbih ettiler. Sonra da dışarı çıktılar. Bunun üzerine Hafsa (r.anhâ), hazret-i Ömer’in yanına gitti. Durumu anlattı. Hazret-i Ömer ce- lâllenip, “Kimdi onlar?” diye suâl etti. Hazret-i Hafsa, “Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem” dedi. Hazret-i Ömer; “Eğer kim olduklarını bil- seydim, iyice döverdim. Ama, duâ etsinler ki, arada sen varsın. Peki Haf- sa, Allah aşkına söyle, Resûlullah efendimiz senin evinde kalırken giydi- ği en kıymetli elbise neydi? ” Hafsa (r.anhâ); “İki tane renkli elbisesi var- dı. Elçileri onlarla karşılar, Cumâ hutbelerini onlarla okurdu” dedi. Hazre- t-i Ömer; “Peki yediği en iyi yemek neydi?” diye sorunca, kızı; “Bizim ye- diğimiz ekmek, arpa ekmeğiydi. O sıcakken, yağ kabının altına koyardık. Ekmek yumuşar ve yağlanırdı. Onu yerdik ve güzel bulduğumuz için başkalarına da ikrâm ederdik” diye cevap verdi. Hazret-i Ömer tekrar; “Senin yanında kaldığı zamanlarda kullan­dığı en geniş, rahat yaygı neydi?” diye sordu. Hazret-i Hafsa; “Kaba ku­maştan yapılma bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar ve altımıza yayar­dık. Kış gelince de yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik” diye cevap verince, halîfe; “Yâ Hafsa! Benim tarafımdan onlara söyle. Resûlullah efendimiz kendine yetecek miktarı tespit eder, fazlasını ihti­yaç sahiplerine verir ve kalanla iktifâ ederdi. Vallahi ben de kendime ye­tecek kadarını tesbit ettim. Artanı ihtiyaç sâhiplerine vereceğim ve bu­nunla iktifâ edeceğim. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekir ve ben bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun so­nuna vardı. Diğeri de aynı yolu takip etti ve O’na kavuştu. Sonra üçün­cüsü yola koyuldu. Eğer o da öncekilerin gittikleri yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer, öncekilerin gittikleri yoldan başka bir yol takip ederse, onlarla buluşamaz” buyurdu.”

Yine hazret-i Ömer’in şöyle buyurduğunu rivâyet eder; “Vallahi biz dünyâ zevklerine rağbet etmeyiz. İstesek bir hayvan kestirir, ekmek ve kuru üzümden şıra yaptırır yer, içeriz. Fakat, biz bu nîmet ve güzellikleri öbür dünyâya bırakmak istiyoruz. Çünkü Allahü teâlâ meâlen şöyle bu­yuruyor: (Kâfir olanlara, ateşe arz edecekleri gün şöyle denir) “Siz dünyâ hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla sefâ sürdünüz. Artık bugün hakâret azâbı ile cezâlanacaksınız, çünkü yeyüzünde haksız yere kibir taslıyor, bir de dinden çıkıyordunuz (fâsıklık ediyordunuz)” (Ahkâf sûresi: 20)

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin, Sâlim bin Abdullah hazretlerine yazdığı bir mektubta şöyle buyuruyor: “Müminlerin emîri Ömer bin Abdü- lazîz’den, Sâlim bin Abdullah’a! Sana selâm ederim. Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim. İsteklisi olmadığım halde, bu ümmetin halîfeliği bana verildi (halîfe oldum). Allahü teâlâ böyle takdir etmiş. Yüklendiğim bu vazifede beni muvaffak kılmasını, in­sanları söz dinler ve itâatkâr eylemesini, yardımcı kılmasını, benim on­lara karşı mer- hamet ve adâletle muamele etmemi nasîb eylemesini, Allahü teâlâdan dilerim. Bu mektûbum sana ulaşınca, bana Ömer bin Hattâb’ın çeşitli kimselere gönderdiği mektublarını, onun hayâtı ve yaşa­yışı ile alâkalı bilgileri, vermiş olduğu hükümleri hemen gönder. Çünkü ben onun izin- deyim. Onun hayâtını ve yaşayışını kendime örnek alıyo­rum. Allahü teâ- lâ bu yolda bizi muvaffak eylesin. Vesselâm.”

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâsından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Medîne vâlisinin yanına gitti. Vâli; “Bana na­sîhat et” dedi. Ebû Hâzım hazretleri şöyle buyurdu. “Kapına gelenlere bak. Eğer, iyi insanları yaklaştırırsan, kötüler yaklaşmaz. Kötüleri yak­laştırırsan, iyiler gelmez.”

Süleyman bin Abdülmelik, Ebû Hâzım hazretlerine dedi ki: “Keşke, yarın huzûr-i ilâhîde durumumun nasıl olacağını bilseydim. “Ebû Hâzım şöyle dedi: “İyi kimsenin durumu, ehlinden (âilesinden) uzun zaman ay­rılıp, sonra onlarla buluşturulan gâib kimse gibidir. Kötü kimsenin du­rumu, kaçıp da, sonra yakalanıp efendisine teslim edilen kimsenin du­rumu gibidir.” O zaman Süleyman bin Abdülmelik çok ağladı.

Süleyman bin Abdülmelik yine sordu. “Allahü teâlânın rahmeti nere­dedir?” Ebû Hâzım; “Allahü teâlânın rahmeti muhsinlere (iyi kimselere) yakındır” buyurdu. Tekrar; “Bizim durumumuz nasıl iyi olacak?” diye sor- du. Cevâbında; “Kibri terk eder, mürüvvete (insâniyet-vakar) yapışır­sınız.”

En âdil şey nedir? sorusuna; “Kişinin kendi nefsine güvenip, kork­tuğu kimsenin yanında doğruyu söylemesidir.”

En çabuk kabûl olan duâ hangisidir? sorusuna; “İyi bir kimsenin, iyi olan kimselere duâsıdır.”

İnsanların en akıllısı kimdir? sorusuna; “Allahü teâlâya itâate mu­vaffak olup ve onunla amel edip, insanların da bunu yapmasına rehberlik eden kimsedir.” buyurdu.

Süleyman bin Abdülmelik duâ isteyince, şöyle duâ etti:

“Ey Allah’ım! Süleyman eğer senin velî kullarından ise, ona dünyâ ve âhiretin hayırlarını ver. Eğer senin düşmanlarından ise, râzı olduğun şeyleri ona nasîb eyle.”

Ebû Hâzım daha sonra şöyle söyledi; “Eğer ehli isen, çok açıklama yaptım. Eğer ehli değilsen, neye yarar?”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dör­düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Timûr Hân Semerkand’a yerleşince, Buhârâ’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine haber gönderip, bizim Buhârâ’ya gelmemize müsâade ederler mi? Şâyet izin verilmezse, kendilerinin Semerkand’ı teşrîf etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle ya­palım.” dedi. Timûr Hânın bu arzusu üzerine, Emîr Külâl hazretleri ne gelmesini, ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timûr Hânla görüşmek üzere, oğlu Emîr Ömer’i vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi: “Ey oğ­lum! Emîr Timûr’a söyle! Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adâletten aslâ ayrılmasın. Bunları kendisine şiâr edinsin ki, kıyâmet günü kurtulabilsin! Yine talebelerimizle her zaman ona duâ ettiğimizi söyle. Eğer dünyâya meylederse, bu durumların fay­dasına kavuşamaz.” Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emîr Ömer, Semer- kand’a gidip, Timûr Hân ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhârâ’ya dönmek üzere Timûr Han’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timûr Han ona; “Buhârâ ve çevre­sini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin.” dedi. Emîr Ömer; “Buna izin yok.” dedi. Bunun üzerine Timûr Hân; “Öyleyse Buhârâ şeh­rini Emîr Kü- lâl hazretlerine bağışlayayım.” deyince, Emîr Ömer yine; “Buna izin yok.” dedi. Timûr Han; “Hiç olmazsa, Buhârâ yakınında ikâ­met etmekte oldu- ğunuz köyü size bağışlıyayım.” diyerek, çok temennide bulundu. Emîr Ömer şöyle dedi: “Babamdan şu sözleri işittim: Sizin için; “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyâmet günü Allahü teâlânın rahme­tine kavuşmak bununla olur.” buyurdu.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Seyyid Velâyet (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak nakledilir ki: Sultan İkinci Bâyezîd Hân, ömrünün sonuna yakın; “Yerime, en lâyık olan Yavuz Sultan Se­lim’dir. Sağlığımdayken saltanat vazifesini ona vereyim” diye, onu İstan­bul’a dâvet etti. Ancak Şehzâde Sultan Ahmed’in sevenlerinin ısrâr et­mesi üzerine, İkinci Bâyezîd tereddüde düştü. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, sâlih ve âlim zâtlardan yardım ve duâ istedi. Bu sırada Seyyid Velâyet ile de görüşmek istedi. Fakat Seyyid Velâyet onunla gö­rüşmeyi kabûl etmedi. Şehzâde Yavuz Sultan Selim’in ısrârı üzerine gö­rüştü. Yavuz Sultan Selim, Seyyid Velâyet hazretlerinden duâ istedi ve pâdişâh olup, olamıyacağını sordu. Seyyid Velâyet bir müddet cevap vermedi. Sonra; “Üzülmene lüzûm yok. Saltanat yakında sana nasîb olacaktır. Ancak, pek uzun sürmeyecektir” buyurdu. Dediği gibi olup, Ya­vuz Sultan Selim’in pâdişâhlığı sekiz yıl sürdü.

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) kâdılığı sırasında Mısır’da, vezîr Fahreddîn Osman, câminin yanına davul çalınacak bir yer inşâ edilme­sini emretti. Bunu haber alan İzzeddîn bin Abdüsselâm, oranın inşâsını durdurdu. Buna râzı olmayan vezîr, derhâl İzzeddîn bin Abdüsselâmı gö­revinden azletti. Sultânın ağzından halîfe Mu’tasım’a bu durumu anlatan bir mektup yazıp gönderdi. Halîfe Mu’tasım, mektubu getirene; “Bunu sana sultan mı verdi?” diye sorunca, o da; “Hayır, vezîr Fahreddîn ver- di.” dedi. Bunun üzerine halîfe; “İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın söylediği doğrudur. Hemen o câminin yanındaki davul çalınacak yeri iptâl edin.” dedi. Halîfenin emri üzerine, oraya davulhâne yapılmadı. Daha sonra Sultan Sâlih, Kâhire’de Kasreyn ile Ma’rûf arasında olan bir yere Selâ- hiyye Medresesini inşâ ettirdi ve İzzeddîn bin Abdüsselâm’ı oraya Şâfiî mezhebi fıkıh kürsüsüne müderris tâyin etti. Burada bir çok kim­seye fıkıh bilgilerini öğretti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Mısır’a gelmeden önce, fıkhî konularda fetvâları sâdece Abdülazîm Münzirî verirdi. İzzeddîn bin Ab- düsselâm, Mısır’a gelince, Abdülazîm Münzirî fetvâ ver­medi. Kendisin- den fetvâ istiyenleri, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gönderdi.

Osmanlı âlimlerinden Şâh Muhammed Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlim, fazîletli, ilmiyle amel eden, güzel ahlâk sâhibi bir zât idi. Ge­niş ilim ve irfân sâhibi, açık sözlü olup, hakîkati söylemekten çekinmezdi. Asrında, onun ilmî üstünlüğünü herkes kabûl ederdi. Fazîleti ve şöhreti her tarafta duyuldu.

Nakledilir ki; Çivizâde, 1545 senesinde Rumeli kadıaskeri olunca, Şâh Muhammed Çelebi’nin Sirâciyye Medresesine tâyin edilmesi için pâdişâha arz edip, onun iyiliğinden bahsederken; “Bu hakîrin mülâzimi olmasından başka hiçbir aybı yoktur.” dedi. Bunun üzerine pâdişâh, Çivi- zâde’ye iltifât edip; “Efendi! Yalnız sizin talebeniz olması ona şeref o- larak yeter.” dedi. Çivizâde bunun üzerine; “Saâdetli pâdişâhım, iki mülâ- zimim vardır. Biri Şâh Muhammed Çelebi, diğeri de Kınalızâde Ali Çele- bi’dir. İki gözüm gibidirler. İkisinin birbirinden farkı yoktur” dedi.

Kânûnî Sultan Süleymân, Nahcivân seferine çıkacağı zaman, Mihri- mah Sultan Medresesine Bağdâdîzâde Hasan Çelebi’nin müderris tâyin olunacağı arz edilince, kabûl etmeyip; “Bu medrese, Şâh Muhammed Çelebi’nin yeridir. Başkasına verilirse kapatır veya dergâh hâline getiri- riz” dedi ve Şâh Muhammed Çelebi’ye iltifât etti. Şâh Muhammed Çelebi, bu medresede ilim öğretip Kur’ân-ı kerîmin hakîkat­lerini anlatmaya çalış- tı.

Anadolu velîlerinden Şeyh Muhammed Aynî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri üstün haller sâhibibiydi. O devrin paşalarından Kenan Paşa, Şeyh Muhammed Aynî hazretlerini ziyâret maksadıyla Siirt’e ora­dan da Aynî köyüne gitmişti. Askerleriyle birlikte Aynî köyüne varınca, câminin avlusunda bir hasır üzerine oturdu. Paşa için yemek hazırlamak istediler. Şeyh hazretleri; “Bu hususta tekellüfe girmeyiniz, kendinizi zor- lamayınız.” dedi. Evinde arpa unundan yapılmış iki yufka ve iki gün önce pişirilmiş et yemeği vardı. Bunları yedirmek bizim için ar olur dedi­lerse de, Şeyh hazretleri; “Bunlar yemek olarak kâfidir. Mevcud olan bunlardır. Bunları ikrâm etmekte bir mahzur yoktur.” dedi. Sonra kendisi Kenan Paşanın yanına gitti. Paşa onu görünce ayağa kalkıp hürmetle elini öptü ve duâ istedi. Sofrayı getirmelerini söyleyince, Paşanın önüne iki yufkayı ve et yemeğini koydular. Bunları yedi. Sonra kalkıp Şeyh Muhammed Aynî hazretlerinin elini tekrar öptü. Teşekkür ederek müsâde isteyip ay- rıldı. Dönerken yolda adamlarından biri, Şeyh’in huzû­runda ne yemeği yediğini sorunca; “Arpa ekmeği ve bayat et yemeği ye­dim. Yemin ederim ki ömrümde böyle lezzetli yemek yemedim.” dedi.

Gaziantep velîlerinden Şeyh Saçaklı (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin zamânında Maraş Müftülüğü boşaldı. Bu görev Şeyh Saçaklı’ya teklif edildi. Düşünmek üzere birkaç gün müddet istedi. Mühlet sonunda bu teklifi kabûl etmedi ve sebebini şöyle anlattı: “Pınar başına gittim. Akan suya danıştım. Bana dedi ki: “Kaynaktan çıktığım zaman herkes beni içiyor, iğrenmeden kullanıyor. Fakat şehre girip çıktıktan sonra kir­leniyorum. Kimse bana el sürmez oluyor. Müftü olursan sen de bana dö­nersin.” dedi. Bu sebeple ben de müftü olursam şehirde herkesle temas edeceğim, âkibetim suya dönecek.”

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerini, Cüneyd-i Bağdâdî çok sever, ziyâde önem verirdi. Onun için: “Her kavmin bir tâcı vardır. Bu kavmin tâcı da Şiblî’dir. Ebû Bekr-i Şiblî’ye, birbirinize baktığınız gözle bakmayın. O müstesnâ bir kimsedir.” buyu­rurdu.

Tasavvufa girmesi, bu yolu seçmesine sebep olan hâdise şöyle an­latılır: Devamend emîri iken, Rey emîri ile Bağdât’tan kendisine bir mek­tup geldi. Bunun üzerine hemen Bağdât’a halîfenin yanına gitti. Halîfe kendisine hil’atlar verdi. Geri döndükten sonra bir gün, aksırdıktan sonra halîfenin verdiği hil’atın kolu ile ağzını ve burnunu sildi. Bu durum derhal halîfeye bildirildiğinde, o da hil’atın çıkarılması ve emirlikten azledilmesi emrini verdi. Bunun üzerine Ebû Bekr-i Şiblî kendi kendine; “Bir kulun hil’atını ve elbisesini mendil yerine kullanan bir kimse, eğer bu görevden alınırsa, acaba âlemlerin pâdişâhı olan Allahü teâlânın hil’atını mendil olarak kullanan kimse hangi muâmeleye müstehak olur.” diye düşündü. Hemen halîfenin huzûruna varıp hiçbir vazife verilmemesini istedi. Halîfe sebebini sorunca; “Ey halîfe! Sen bir kul olduğun halde, kıymeti önemsiz olan bir hil’ata yapılan saygısızlığı hoş karşılamazken, âlemlerin sultânı olan Allahü teâlâ, ihsân ettiği mârifet ve muhabbet hil’atını, bir mahlûkun hizmetinde mendil olarak kullanmamı hiç hoş karşılar mı?” dedi.

Halîfenin huzûrundan ayrılıp, zamanın büyük âlimlerinden olan Hay- rünnessâc hazretlerine giderek, onun talebesi olmak istedi. Hayrünnes- sâc hazretleri; “Ey Şiblî! Sen, Cüneyd-i Bağdadî’nin yakınla­rındansın. Senin nasîbin ondadır.” diyerek Cüneyd-i Bağdâdî hazretle­rine gönderdi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri önce; “Git, çıra sat!” buyurdu. Bunun üze- rine, bir sene çıra satıp tekrar huzûrlarına çıktıklarında; “Daha düşünce- lerinde dünyâya muhabbet var.” buyurarak başka bir iş verdiler. Bir sene sonra tekrar huzurlarına çıktığında; “Bir sene de burada hizmet et!” bu- yurdular. Bu hizmetten sonra hocası; “Şimdi hâlin nasıldır?” diye sordu. Şiblî hazretleri; “Artık kendimi insanlardan üstün tutmuyorum.” dedi. Bu- nun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; “İşte şimdi kendini kurtardın.” buyurdu. Sonra Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin derslerine devâm ede- rek, onun gözde talebelerinden oldu. Tasavvufta yüksek mertebelere ka- vuştu. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden sonra onun ye­rine geçip, yüz- lerce talebe yetiştirdi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz bi­rincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ve Sultan Abdülmecîd Hân zamânında, Müküs kaymakamı Derviş Bey, kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması emre­dilmişti. Bu yüzden Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı çıkamı­yordu. Sonunda Derviş Beyin hatırına, Arvas’ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini, vazifesine yeniden iâde edilmesini ve affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre âmiri olan Er­zincan müşîrine şefâatçı olmasını istedi. Seyyid Fehîm hazretleri kendi­sine sığınan kaymakama; “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, sey- yidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim meselelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektupla ona göndereyim. İnşâallah tesirini mu­hakkak görürsünüz.” diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektubu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan Müşîrine şu meâlde bir emirnâme yazdı: “Derviş Beyi sana gönderiyorum. İşini mutlakâ yap. Senin de bana bir işin düşerse yaparım vesselâm.” Mektubu Derviş Beye verdi. Derviş Bey mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; “Bundan başka çâre yoktur.” deyip, Erzincan’a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan’a ulaştı; “Şimdi bir otele ineyim, yarın Müşîrle görüşürüm.” deyip, bir otele gitti. Hemen kar­şısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Beyi bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; “Hemen Müşîr Beye gidelim.” dediler. Derviş Bey; “Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim.” dediyse de, polisler; “Bize verilen emir ve tâlimat şudur: “Müküs’lü Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın.” Derviş Beyi hemen götürüp, Müşîre ha­ber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Beyin boynuna sarıldı ve; “Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; “Derviş Beyi gönderiyorum, işini mutlakâ yap, serbest olsun, aksi takdirde helâk olursun.” buyuruyor.” dedi. Hemen tel- grafla Derviş Beyin tahliye edilmesini, affedildiğini, vazifesine iâde edil- diğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşün- de teşekkür için Nehrî’ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; “Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum.” deyince, Seyyid hazret- leri; “Arvas’a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazifeyi söylesin.” buyurdu.

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Halîfe hazret-i Ömer bin Abdülazîz’e bir nasî­hat mektubunda; “Kendi amelinin hayırlı olmasını istiyorsan, halkın işle­rini de hayırlı insanlara yaptır” buyurdu. Ömer bin Abdülazîz bunu oku­yunca, “Bu nasîhat bana kâfidir” demiştir.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak.” Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etme­den yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semer- kand’a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de ya­nında bu- lunuyordu. O, şöyle anlattı: “O zaman Semerkand’da Mirzâ Ab­dullah sul- tan idi. Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, Hâce Ubeydullah hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki: “Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüş- mektir.” Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle ce­vap verdi: “Bizim Mirzâ’mız, pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek ko­layca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları ola- bilir?” Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip; “Bize Sul- tan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi ken­dime gelmedim. Sizin Mirzâ’nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!” buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mü­rekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. “Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!” dedi. O gün Taşken- d’e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan’da Mirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Ab- dullah’ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu.”

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) dâimâ ibâdetle meşgûl olur, inzivâ hâli yaşar, devlet a- damlarıyla görüşmek istemezdi. 1711 senesi Vezîriâzam olan Baltacı Mehmed Paşa bir müddet sonra Moskova seferine tâyin edil­mişti. Sefere çıkmazdan önce duâ için nice kere Şeyh Ünsî Efendiyi dâ­vet etti. Ünsî Efendi özürler bildirip, dâvetine gitmedi. Vezir Mehmed Paşa; “O halde biz onun yanına gideriz. Gece kapısı açık olsun.” diye haber gönderdi. O gece tebdîl-i kıyâfet edip yatsıdan sonra dergâha geldi. Vezir tevâzu gösterip Ünsî Hasan Efendinin ellerinden öptü. Huzû­runda edeb ile o- turdu. Sonra da; “Efendim! Benim babam da Halvetî ta­rîkatının önde gelen büyüklerindendir. Bana duâ ediniz. Kerem ve him­met ediniz. Öm- rümde sefer nedir, asker idâresi ve sevki nedir bilmem. Sizin duâ ve yardımlarınıza muhtâcım. Yoksa ben bu işin ehli ve erbâbı değilim. Bu işin hakkından dahi gelemem.” dedi. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi ona; “Moskof kâfirlerinin mağlub olacağını, aman dileye­ceğini, hor ve hakîr olacağını, sulh isteyeceğini, başından sonuna olacak şeyleri açıkça bildirdi. Baltacı Mehmed Paşa üç saat kadar orada kalıp, sonra edeb ile ayrıldı. Ertesi gün evde bulunan hanımlar, Hasan Efendi­nin vezîriâzama olan sözlerini etrâfa söylediler. Hakîkaten bir zaman sonra dedikleri meydana çıktı.

İstanbul’daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî, çok sever ve üstün tu­tardı. Kızını evlendirirken, nikâhı teberrüken Vefâ hazretlerinin yapma­sını ve onun huzûrunda olmasını istedi. Vefâ hazretlerine kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Fakat Vefâ hazretleri bu hediyeyi kabûl etmedi ve; “Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu parayı ona ve­rirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın.” buyurdu. Bu­nun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir gün Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Sora­cağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tu­tulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.

Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süley­mân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana salta­nat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, mü­minleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kâ­nûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmey- ledim?” diye sordu.

O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Def­terleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.

Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söy- lediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline ve- receksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâ- hının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rı- zâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey ci- hân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” bu­yurdu.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirme­yin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu göste­ren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette ka­lıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.

Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıf­sın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olaca­ğını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi se­beptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kâ­nûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâ­lime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlaya­mamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye ça­lışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf bin Abdullah el-Gürânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, şöyle anlatılır: Zamâ­nın sultâ- nının maiyetindeki bâzı kimseler, bu sultânın zulmünden beze­rek Yûsuf el-Gürânî’ye sığındılar. Yûsuf el-Gürânî, sultâna haber gönde­rip, bunları affetmesini istedi. Sultan ise; “Bu, saltanat işidir. Sen saltanat işine mü- dâhale etme ve derhâl benim adamlarımı geri gönder.” diye ha­ber gön- derdi. Yûsuf el-Gürânî, kendisine sığınanları göndermemekte ıs­râr edin- ce, sultan ona; “Sen benim adamlarımı, bana karşı kışkırtıyorsun ve itâ- atsizlik yoluna sevk ediyorsun.” dedi. Yûsuf el-Gürânî bunun üze­rine; “Ben onları kışkırtmıyorum. Aksine onları doğru yola sevk edip, ıs­lâh e- diyorum.” dedi. Sultan yanına adamlarını alarak, Yûsuf el-Gürânî’nin der- gâhına geldi. Yûsuf el-Gürânî de, kendisine sığınmış olanlardan birisini yanına çağırarak, sultânın gözü önünde; “Ey insa­noğlu! Bu direğe söyle de altın olsun.” diye emretti. O kişi de, aynı emri direğe tekrarladı. Direk o anda altın oldu. Sultan tövbe ederek, Yûsuf el-Gürânî’den özür diledi ve affedilmesini istedi. Sonra sultan, talebelerinin ve onun geçimini sağ- lamak için bir köy geliri vakfetmek istedi. Yûsuf el-Gürânî bunu kabûl et- medi ve; “Ben talebelerimi, miktârı belli bir gelire alıştıramam.” buyurdu.

Büyük velîlerden Zarîfî Hasan Efendi ile Pîr Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, İstanbul’a vardıklarında, Sultan Süleymân Han Pîr Gülşenî hazretlerine; “İstanbul’da kalsanız iyi olmaz mı?” diye arzû­sunu bildirdiğinde; “İhtiyarız, tahammülümüz yoktur.” dedi. Bunun üze­rine Süleymân Han; “Bir sevdiğinizi bıraksanız da istifâde etsek.” dedi­ğinde, Pîr Gülşenî hazretleri Hasan Zarîfi Efendiyi bu hizmete lâyık gö­rüp oradan ayrıldı.

Osmanlı âlim ve velîlerinin meşhûrlarından Zenbilli Ali Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şeyhülislâm Efdalzâde Hamîdüddîn E- fendi vefât edince, İkinci Bâyezîd Hân tarafından H. 903’de Şeyhulis- lâmlığa tâyin edildi. İkinci Bâyezîd Hân, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi gelin- ceye kadar fetvâ işlerinin Sahn-ı semân Medresesi müder­risleri tara- fından yürütülmesini emretti. Ayrıca yeni yapılmış olan Bâyezîd Medre- sesi müderrisliğinde de vazife verildi. Bundan sonra şeyhulislâmların, Bâyezîd Medresesinde müderrislik yapması âdet hâ­line geldi.

Yavuz Sultan Selîm Hânın tahta çıkmasından sonra da vazifesine devâm eden Zenbilli Ali Efendi, hak severliliği ve doğruluğu ile dikkati çekmiştir. Pâdişâhın her hareketinde İslâmiyete uymasında yardımcı ol­muştur. H. 922 de yapılan seferler için fetvâ vermiştir.

Zühdü, takvâsı, istikâmeti ve doğruluğu ile meşhûr olan Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Yavuz Sultan Selîm Hânın, şiddetli hareketlerini bile teskine muvaffak oldu. Bir defâsında Yavuz Sultan Selim Hân Topkapı Sarayı hazînesi gö­revlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı îdâmını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvân-ı hümâ­yûn’a koştu. Vezîrler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve baş köşeye oturttular. Şeyhülislâmın dîvâna gelmesi âdet olmadığından, niçin geldi­ğini sordular. Pâdişâhla görüşmek istediğini söyledi. Durum pâdişâha ar- zedildi. Yavuz Sultan Selîm Han, huzûruna girmesine izin verdi. Arz o- dasına girip selâm verdi. Pâdişâhın hürmet göstermesinden sonra, gös- terilen yere oturdu. Sonra pâdişâha; “Fetvâ vazîfesinde (şeyhulislâmlık- da) bulunanların bir işi de, pâdişâhın âhiretini korumak, onları dînen hatâ olan şeylerden sakındırmaktır. Yüz elli kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermanı çıktığını duyduk, öldürülmeleri için, dînen bir sebep tesbit edil- miş değildir. Bunların af buyrulması ricâ olunur.” sözü üzerine kızan pâ- dişâh; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet i- dâresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tu- tum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir.” dedi. Zenbilli Ali Efendi, Pâdişâhın bu sözleri karşısında; “Bu karar âhiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affe­derseniz ne iyi ne güzel- dir. Yoksa âhirette cezâya müstehak olursunuz.” Bu sözler, Pâdişâhın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf göste­rip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selîm Hâna; “Âhiretiniz ile ilgili hizmeti yerine ge- tirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.” dedi. Pâdişâh; “Onu da söyle.” deyince; “O sözüm de şudur ki, Pâdişâhın af­fına uğrayan o kişi- lerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda do­laşmaları, Pâdişâh- lığın şânına lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine Padi­şâh bunu da kabûl et- ti. Sultan Selim Hân; “Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bun- ları tâzir edeceğim.” dedi. Zenbilli Ali buna karşı da; “Tâzir (azarlama) pâdişâhın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bi­zim arzumuzu kabûl etmeniz bize yeter.” dedi. Sonra teşekkür ederek pâdişâhın huzûrundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selim Hân da onu medhederek uğurladı.

Yavuz Sultan Selim Hân bir defâsında Edirne’ye gidiyordu. Şeyhü­lislâm Zenbilli Ali Efendi de pâdişâhı uğurlamak üzere gelmişti. Pâdişâhı uğurlayıp dönerken dört yüz kişinin elleri bağlı îdâm edilmek üzere götü­rüldüklerini gördü. Bunların niçin îdâm edileceklerini sordu. Pâdişâh, ül­kesinde ipek alınıp satılmasını yasaklamıştı. Bunlar bu yasağa uyma­dıkları için yakalandılar ve îdâm edilecekler dediler. Zenbilli Ali Efendi derhal geri dönüp, Yavuz Sultan Selim Hâna yetişti. “Bu elleri bağlı dört yüz kişinin öldürülmesi helâl değildir. Bu hususta Allah indinde sorumlu olursun. Sakın bunları îdâm ettirme!” dedi. Pâdişâh bu sözler karşısında kızıp; “Halkın üçte birinin ahvâlini düzeltmek için üçte ikisinin bile öldü­rülmesi câiz iken, böyle bir avuç kimsenin kanının dökülmesini çok gör­mek yersiz değil midir?” dedi. Zenbilli Ali Efendi; “Bu iş büyük bir karga­şada mübahdır, yapılabilir.” deyince, Pâdişâh; “Hükümdârın emrine karşı gelmekten daha büyük kargaşa olur mu?” dedi. Zenbilli Ali Efendi şöyle cevap verdi: “Bunlar senin emrine karşı gelmemişlerdir. Zîrâ senin ipek emîni tâyin etmen, ipeğin alınıp satılmasını gösterir. Bu bir ruhsattır, açıkça izin vermen demektir. İpek alınıp satılmayacaksa niye ipek emîni tâyin ettiniz, onun vazifesi nedir?” dedi. Pâdişâh ona; “Senin saltanat iş­lerine âit bu gibi şeylerde söz söylemen vazifen değildir!” dedi.

Zenbilli Ali Efendi; “Bu husus âhiret işlerindendir. Buna karışmak benim vazifemdir.” diyerek selâm vermeden pâdişâhın yanından ayrılıp gitti. Bu durum pâdişâhı son derece kızdırdı. Bir müddet atının üstünde sessiz ve hareketsiz kalıp, derin bir düşünceye daldı. Sonra yürüdü. Ya­nında bulunanlar, pâdişâhın bu hâline şaşdılar. Pâdişâhın yanına topla­nıp onu tâkib ettiler. Neticenin nereye varacağını düşünüyorlardı.

Pâdişâh Yavuz Sultan Selim Hân yolda meâlen; “Eğer affedersen, bu, takvâya daha yakındır.” buyurulan âyet-i kerîmeyi düşünerek, elleri bağlı dört yüz îdâm mahkumunu affetti. Edirne’ye varınca da Şeyhülis­lâm Zenbilli Ali Efendiye bir ferman gönderdi. Bu fermanda şöyle di­yordu: “Dînî ve tıynî (yaratılış), istikâmetin (doğruluğun) mâlûmum olup, kazâ-yı tarafeyni cem ettim (Anadolu ve Rumeli kadıaskerliğini birleştir­dim.) ve kelâm-ı Hakkı işitip uydum ve dahî seni oraya (bu iki kadıas- kerliğe) nasbettim (tâyin ettim).” Böylece o dört yüz kişiyi affedip îdâm etmekten vazgeçtiğini ve Zenbilli Ali Efendiyi takdir edip, ayrıca il­miye sınıfı için, şeyhülislâmlıktan sonra en yüksek makâm olan kadıaskerlik vazifesine, hem de her iki kadıaskerliği birleştirerek onu tâ­yin ettiğini bil- dirdi.

Zenbilli Ali Efendi bu teklifi önce nezâketen kabûl etti. Sonra da şöyle bir cevap yazıp gönderdi: “Velâkin hazret-i Hak ile ahdim vardır ki: Söz veya kaleminden (Hükmettim!..) kelimesi çıkmaya… Ol ahdimizi ko­rumak yüzünden, vukû bulan kusurumuzu af buyurmak, bu duâcınızın sonsuz recâlarıdır…” Yavuz Sultan Selim Hân, Zenbilli Ali Efendinin dün­yâya, dünyâ malına ve mevkiine rağbet etmediğini, âhirette kurtuluşu istediğini görerek çok sevindi ve ona beş yüz altın hediye gönderdi.

Zenbilli Ali Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde de vazife­sinde kalıp Rodos Seferine katıldı. Rodos’un fethinden sonra orada imâmlık ve hatîplik yapıp, İslâm müesseseleri kurdu.

Zenbilli Ali Efendi; İkinci Bâyezîd Hân, Yavuz Sultan Selim Hân ve Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde olmak üzere 24 sene şeyhülis­lâmlık yaptı. Ömrünü, ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâma hizmete har­camış, kıymetli hizmetler yapmıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı, başarılı hiz­metleriyle meşhûr olup, tasavvufta da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlâ- nâ Sûfî Ali Cemâlî” de denilmiştir.