Ebû Abdullah İbni Cela Hazretleri - kainatingunesi.com

Ebû Abdullah İbni Cela  Hazretleri

Zamanında “Şam evliyâsının” en büyüğü olarak anılırdı! Çocukluk günlerinde, ana ve babasına sordu: “Beni,  Allahü teâlâya hediye eder misiniz?” Onlar: “Evet, ederiz” dediler. Bu­nun üzerine memleketi terk etti. Hak rızâsı için, ilim tahsiline çalıştı. Bir müddet sonra, evine döndü. Gece vakti çok yağ­mur yağıyordu. Kapıyı çaldı. Anası içerden sordu: “ Kim o?” “Oğlun!”

Anacığı ciddiyetle: “Benim oğlum, var mı ki? Onu ben, Hak yoluna bağışladım. Geri almam!” dedi  ve kapıyı açmadı.

Asıl adı: Ahmed bin Yahyâ el-Celâ idi. Künyesi, Ebû Ab­dullah tır. Bunun için; Ebû Abdullah ibni Cela diye anılırdı! Zünnûn-i , Misti Cüneyd-i Bağdadî  ve Ebû Türâb-ı Nahşebî gibi; altıyüz âlimden ders aldı.

Talebelik günlerinde, Zünnûn hazretleriyle birlikte; Mek­ke’de bulunuyorlardı. Bir öğle namazından sonra, Hırâ dağına çıkmak istediler! Hazreti Zünnûn abdest aldı ve yola koyuldu­lar. Yol kenarına , atılmış, muzlar gördü. Hocasına gösterme­den alıp, koynuna sakladı! Zünnûn hazretleri biraz uzaklaşın­ca, çıkarıp yedi! Gözleriyle de, hocasını takîb ediyordu! Dağda ikinci, akşam ve yatsı namazların kıldılar. Yatsıdan sonra birisi; elindeki yemek tepsisini getirip, Zünnûn hazretlerinin önüne bıraktı! Hocası hiç hareket etmiyordu. Bir müddet sonra, Ebû Abdullah’a bakarak: “Hadi, ye!” dedi.

Talebesi şaşkınlıkla sordu: “Yalnız mı yiyeceğim?” Zünnûn hazretleri buyurdu ki: “Biz talepte bulunmadık. Yemeği, sen arzu ettin. Yemeği, isteyen yer!”

Ebû Abdullah ibni Celâ, birgün yanlış bir iş yaptı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri de, onun bu halini farkederek: “Ey oğul! Sen bunun cezâsını, yakında görürsün! Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı herşeyde; ibret nazarıyla bakılacak çok şey­ler vardır” buyurdu.

Ebû Abdullah oradan ayrılır ayrılmaz; ezberinde bulunan bütün Kur’ân-ı Kerîm’i unutuverdi! Çok tevbe ve istiğfar eyle­di. Kur’ân-ı Kerîmi yeniden ezberlemek için, senelerce gayret sarfetti. Allahü teâlâya yalvarıp, gözyaşı döktü! Nihâyet Rabbi ona gene, fadlıyla muamele eyledi, Kelâm-ı İlâhî gönlüne, ko­lay geldi. Ama o gündenberi aslâ, nâmahrem yüzüne bakmadı! Bütün ömrünce o ânı hatırladıkça ağlar ve Allahü teâlâdan başka; hiçbir şeyle alâkadar olmazdı.

Birgün kendisine sordular: “Fakirlik nedir?”

Ebû Abdullah (rh.a) ne kadar cehd eylediyse; hâtırına hiç söz gelmedi! Dışarı çıktı. Bir zaman sonra dönüp, suâli cevap­landırdı. Orada bulunanlar hayretle: “Daha önce, niçin cevap vermemiştiniz?” dediler. Buyurdu ki: “Dışarı çıktığım zaman; cebimde bir miktar para olduğunu farkettim! ‘Fakirlik hakkın­da’ dilimin niçin tutulduğunu, o zaman anladım. Parayı he­men, dervişlere dağıttım. Ve gelip, fakr hakkında’ konuşabil dim!”

Gene sordular: “Bir insan manevî mânâda nasıl iyi olur?” “Kendisinden geriye, hiç mal kalmadığı zaman!

“Böyle olduğu, ne zaman anlaşılır?”

“Günâhları yazan, sol omuzumuzdaki melek; 20 yıl yaza­cak, birşey bulamadığı zaman!” buyurdu Medîne-i Münevvere’ye gittiği zaman, sevgili Peygamberimizin mübarek kabirle­rini ziyaret etti. Selâm verdikten sonra: “Yâ Resûlallah! Kabûl buyurursanız, bu gece misâfıriniz olmak istiyorum!” dedi. Ravza-i Mutahharadan açıkça: “Kabûl ettim” sözlerini işitti.

Bunun üzerine o gece, oralarda yattı. Rü’yasında kendisi­ne, ekmek ikrâm edildi. Ebû Abdullah bin Celâ, ekmeğin bir kısmını yedi. Uyandığı zaman; ekmeğin kalan kısmı, elinde bulunuyordu!

Muhtelif zamanlarda kendisine soruldu: “Yâ Şeyh! Âbid, zâhid, muvahhhid kime denir?”

“Farzları, ilk vaktinde edâ edenler, âbid! Övülmeye ve sö­vülmeye alınmayanlar, zâhid! Bütün işlerini, Allah rızâsı için yapanlar ise, muvahhıddir.”

“Allahü teâlâdan korkmanın alâmeti nedir?”

“Allahtan korkmanın alâmeti; başkalarının korktuğu şey­den, korkmamaktır!”

“Rızık hakkında, ne buyuruyorsunuz?”

“Rızkımızı Allahtan bilmeyip de, onun mahlûkundan bek­lemek; bizleri Cenâb-ı Haktan uzaklaştırıp, halka muhtâc eder.”

“Hak ve bâtıl husûsunda, ne dersiniz?”

“Hak eğer, bâtılla karışırsa; hak olmaktan çıkar, bâtıl olur! Çünkü Hakk’ın, bâtılla birlikte olmaya tahammülü yoktur.” “Müslümanların birbirleri üzerindeki hakları?” “Müslümanların hakkını; aranızdaki dostluğa güvenerek zayi etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ, her mü’mine çeşitli haklar verdi. Bu hakları ancak, Allahü teâlânın hukûkunu yerine ge­tirmeyenler zayi ederler/’

“Dünya için ne buyurursunuz?”

“Dünya çok geniştir! İnsana o kadar sıkıntı verir ki; bir baş­kasının vereceği sıkıntıya ihtiyaç bırakmaz!”

“Şükrün çeşitleri ve neticeleri?”

“Ma’rifetin şükrü; takvâ! İzzetin şükrü; tevâzu! Musibetin şükrü; sabırdır!”

918 (306h) yıllarında vefât eyledi. Oğlunun bildirdiğine göre, cenâzesini yıkamaya çağırılan kimse: “Bu zât vefât etme­miş!” diyerek, yanından çıktı. Oğlu ve diğerleri ise, hiçbir hare­ket göremediler! İkinci çağırılan, kimse de, aynı şeyleri söyledi! Sonra yakın arkabâdan, zâhid birini çağırdılar. O zât rahatça yıkayıp, kefenledi. Büyük cemâada defnettiler.

Âlimler buyururlar ki: “Nişâbur’da,  Ebû Osman Mayri Bağdat’ta, Cüneyd-i Bağdâdî; Şam’da Ebû Abdullah bin Celâ vardır!”