EBÛ EYYÜB-İ ENSÂRÎ (radıyallahü anh) - kainatingunesi.com

Server-i âlem sallallahü aleyhi vesellem efendimizin mihmandarı olmak şerefine kavuşan sahâbî. Eshâb-ı kiramın büyüklerinden olup, Medînelidir, Türkiye’de “Eyyûb Sultan” olarak tanınır. Künyesi Ebû Eyyüb’dür. İsmi Hâlid olup, babasının adı, Zeyd bin Kelib, annesinin ki, Hind binti Rebîa bin Kâ’bdır. Bi’setin on birinci senesi hac mevsiminde îmân etti. İkinci Akabe Bî’atinde bulunarak Resûlullah efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kiram ve Ensâr-ı kiramdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da müsüman olup, Peygamber efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahman, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde bir kızı vardı. 670 (H. 50) senesinde İstanbul’da şehîd oldu.

Daha önce hicret eden Eshâb-ı kiram ile Medîneli müslümanlar, Kâinatın sultânının 622 senesinde Mekke’den hicret için hareket ettiğini duyunca, teşrifini herâretle ve heyecanla beklemeğe başladılar. Bu sebeple Medîne-i münevverenin dış semtlerine gözcüler koyup, Efendimizi karşılamak için can atıyor, şehirlerini şereflendirecekleri ânı bekliyorlardı. Hazret-i Ebû Eyyûb de O’nun muhabbetiyle yanıp gözlerini ufka dikerek günlerce bekleyenler arasında idi. Nihayet birden; “Geliyorlar! Geliyorlar!…” diye bir ses işitildi. Sesi duyanlar, sıcak çölün ortalarına doğru göz gezdirmeğe başladılar. Evet!… Evet!… Onlar da, kızgın çölde, güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen, büyük bir heybetle kendilerine doğru ilerliyenleri görmüşlerdi. Sevinçle birbirlerine; “Müjde!… Müjde!… Resûlullah geliyor!… Peygamberimiz geliyor!… Sevinin ey MedînelilerL. Bayram edin! Habîbullah geliyor!… Baş tacımız geliyor!…” diyerek bağırmaya başladılar.

Bu haber, bir anda Medîne-i münevvere sokaklarını doldurdu. Yedisinden yetmişine, yaşlısından hastasına kadar herkes, bu eşi görülmedik sevinçli haberi bekliyorlardı. Ebû Eyyûb-i Ensârî ve bütün Medîneliler en güzel elbiselerini giyinerek, sür’atle Âlemlerin efendisini karşılamak için koştular. Tekbir sedaları semâyı çınlatıyor, sevinçten gözler yaşla doluyordu. Mutluluk dolu bir hava esiyor ve Medîne, târihinin en güzel günlerinden birini yaşıyordu.

Medine’nin ileri gelen kimselerinden bâzıları Kusvâ’nın yularından tutup; “Yâ Resûlallah! “Bize buyurun…” diyerek istirhamda bulundular. Peygamber efendimiz onlara; “Devemin yularını bırakınız. O me’mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misafir olurum!” buyurdular. Herkeste, büyük bir heyecan ve merak başladı. Hazret-i Ebû Eyyûb; “Benim gibi bir fakîrin, böyle bir şerefe kavuşması mümkün müdür?” diye düşünüyor, düşündükçe üzüntüsü artıyordu. Acaba Kusvâ nereye çökecekti? Medîne içine doğru Kusvâ ilerliyor, her kapının önünden geçerken ev sahipleri; “Yâ Resûlallah! Bizi teşrif ediniz!” diye yalvarıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara tebessüm buyurarak; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur” diyordu. Kusvâ, nihayet Peygamber efendimizim bugünkü mescid-i şerîfinin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeğe başladı. Eski yere çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip! “İnşâallah menzilimiz burasıdır” ve “Burası kimindir?” buyurunca; “Yâ Resûlallah! Amr’ın oğulları Süheyl ve Şehrindir” diye cevap verdiler. Peygamberimiz; “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” buyurdular. Zîrâ Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in annesi, Neccâroğullarından idi. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri sevinçle; “Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı” diyerek heyecanla gösterdi. Kusvâ’nın yükünü indirip, Resûlullah efendimizi buyur etti. Peygamber efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evini teşrif edince, alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler. Böylece Kâinatın efendisini, Mescid-i Nebî inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübarek zâta nasîb oldu.

Ebû Eyyûb hazretleri buyurdu ki: “Resûlullah efendimize dâima akşam yemeği yapıp, gönderirdik. Kalanını bize gönderdiği zaman, ben ve hanımım Ümmu Eyyûb, Resûlullah’ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla bereketlenirdik. Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı yemeği Resûlullah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryâd ederek yanına gittim. “Yâ Resûlallah! Babam-anam sana feda olsun! Siz akşam yemeğini geri çevirdiniz. Fakat onda mübarek elinizin izini göremedim. Hâlbuki ben ve Ümmü Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla bereketlenmekteydik” dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Bu sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, melekle konuşan bir kişiyim.” “O yemek haram mıdır?” diye sordum. “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım”buyurunca; Sizin hoşlanmadığınız şeyden ben de hoşlanmam!” dedim. Peygamberimiz; “Siz onu yiyiniz” buyurdular. Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha o sebzeden Resûlullah’a yemek yapmadık.

Ebü Eyyûb-i Ensâri (radıyallahü anh), Bedr, Uhud, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde) Resûlullah efendimizin yanında bulundu ve hayır dualarına kavuştu. Bir çok muharebelerde sancakdârlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine Sancaktâr-ı Resûlillah ünvanı verildi. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kiram arasındaâhıret kardeşliği sözleşmesi yaptırırlarken, Hâlid bin Zeyd ile Mus’ab bin Umeyr hazretleri arasında da âhıret kardeşliği akdi yaptırmıştır, Hâlıd bin Zeyd hazretleri Cemel ve Sıffîn vak’alarında, hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Suriye, Filistin muharebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde de bulundu. Gayet şecâatli ve pek kahraman idi. Bir muharebede bir özründen dolayı bulunmadığı için hep üzülürdü.

Ebû Eyyûb (radıyallahü anh), hazret-i Muâviye’nin, İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullah efendimizin, İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen, bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. 670 (H. 50) senesinde Mısır’a gelerek katıldığı bu ordu ile İstanbul’a kâfirlerle cihâd etmeye geldi. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber efendimizin; “Kostantiniyye’de kalenin yanında bir recül-i sâlih defn olunacaktır” hadîs-i şerîfini rivayet etti ve “Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin” diyerek vasiyet etti. Sonra mübarek ruhunu teslim ederek şehîd oldu. O gün müslümanlar, çarpışa çarpışa kaleye en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah efendimizin mübarek sahâbîsi Ebû Eyyûb-i Ensârıyi (radıyallahü anh) defnettiler.

Aradan sekiz asır geçmiş, hazret-i Hâlid bin Zevd’in kabri unutulmuş ve kaybolmuştu. Bu arada İstanbul, müslümanlar tarafından defalarca kuşatılmıştı. Ancak her seferinde muhkem kalelerle korunan şehir fethedilememiş, bu şeref Osmanlı Pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed Hân ve askerlerine nasîb olmuştu. Osmanlı Sultânı Fâtih Sultan Mehmed Hân, 1453 (H. 857)’de İstanbul’un fethini gerçekleştirdikten sonra, devrin büyük âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddîn hazretlerine; “Hocam! Târih kitaplarının, yazdığına göre, Peygamber efendimizin mihmandarı Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin (radıyallahü anh) mübarek kabri, burada kalenin yakın bir yerindeymiş, himmetinizle kabr-i şerîfin yerini bulmak ve bilmek arzusun’dayım” buyurunca, Akşemseddîn, Sultana hitaben; “Sultânım! Ben, geceleri şu semte bir nurun indiğini görüyorum. Zan ederim ki, o mübareğin kabr-i şerîfi oradadır” buyurdu. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu bölgeye geldiler. Akşemseddîn hazretleri bir müddet teveccühde bulunduktan sonra; “Evet! Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) ruh-ı şerîfi ile şimdi mülâkkî oldum. İstanbul’un fethini tebrik edip; “Beni zulmet-i küfürden kurtardınız” buyurarak ferah ve sürürünü belirtti buyurunca, Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Akşemseddîn ile mâryeti hep beraber, işaret edilen yere geldiler. Sultan Fâtih, Akşemseddîn hazretlerine; “Efendim! Kabr-i şerîfin yerini tâyin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım” dedi. Akşemseddîn hazretleri, şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murakabede bulunduktan sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek; “Burasını kazınız, inşâallahü teâlâ, iki arşın sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Mihmandâr-ı Resûlillah’ın kabr-i şerîfidir” buyurdu, işaret edilen yer kazıldı. Buyurduğu gibi yazılı mermer bulundu. Sultan Fâtih, Akşemseddîn hazretlerinin kerametine hayran kalıp, ziyadesiyle memnun oldu. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, Akşemseddîn ve şilesine mahsûs odalar ile bir de camii şerîf bina ettirdi. Burası bütün müslümanlarınziyâretgâhı hâline geldi. Bu türbenin kıble duvarındaki bir dolapta, sevgili Peygamberimizin mermer üzerinde mübarek kadem-i şerîfleri de bulunmaktadır.

RESÛLULLAH’A OLAN MUHABBET

Hazret-i Halid şöyle anlattı: “Resûlullah, evimi şereflendirdiğinde, alt katta oturmayı tercih etmişlerdi. Biz de üst katta oturuyor ve bu hâle çok üzülüyorduk. Bir gün; “Anam-babam size feda olsun yâ Resûlallah! Benim yukarda oturmama, sizin de alt katta bulunmanıza gönlüm razı olmuyor, hoş görmüyorum. Bu bana çok ağır geliyor. Ne olur zât-ı âlinizin yukarıda, bizim de alt katta oturmamıza müsâde buyurunuz” dedim. Bunun üzerine; “Ey Ebû Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız bize daha münâsip ve elverişlidir” buyurdular. Gelen ziyaretçilerle daha rahat görüşme düşüncesiyle, alt katta kalmayı uygun gördüler. Biz de evin üst katında bulunduk. Bir gün su testimiz kırıldı. Dökülen suların Resûlullah’ın üzerine damlayıp rahatsız olmasından korkarak, hanımımla, örtüneceğimiz tek kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.” Ebû Eyyûb-i Ensârî, üst katta olmaktan son derece sıkılıyordu. Sonunda kendisi alt kata inip, Resûlullah efendimizi yukarı çıkardı.